.

.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

25 Ara 2016

ben bir tesadüfüm?



hepsi birbirine benziyor. her biri ötekilerin yaptığını yapıyor.

Sahi nerdesin? Sayın anlayacak olan..

24 Ara 2016

Oğlum Hidayet



Biz burada iyiyiz, oğlum Hidayet. Hüsamettin Bey, Hikmet kulunuz, Nurhayat anneniz, iki adet çocuk, Naciye Teyzenin ve Asuman'm evinden gelerek en büyük halıda ziı izler bıraKan sümüklüböcekler Inasıl oluyor albayım?), berber taklidi çantasıyla baba taklidi yapan Hamit Beyin hayali, gıcırtılı merdivenlerimiz, biraz kuruyunca kamyon lastikleri tarafından tırtıklı süslerle donatılan derin çamurumuz ve bugün elimizde olmayan nedenlerle son tarafını tayinden aciz olduğumuz hayatımız yani bindokuz-yüzbilmemkaç yılından beri gerçek başlangıcını çeşitli bahanelerle gecekondusal yaşantımıza kadar ertelediğimiz, müddei ömrümüz, hep birlikte bu mektubun satırları arasından sana sıkıntılı selamlar ve durgun saygılar sunarız.

«Bir sıkıntısı, bir istediği varmıymış, bana yazıversin.»

Oğlum Hidayet. Biz burada gerçek, hayal ve anılarla birlikte gayet sıkışık bir vaziyetlerde bulunuyoruz. Üst. katta Hüsamettin Bey albayım, alt katta bildiğin gibi Nurhayat valideniz... bu satırların naçiz muharriri bendeniz de her zamanki gibi gene ortada kalmaktayım. Dul anneninizin kaderi, her zaman onun en aşağılarda olmasını gerektirdiği için, kendi konumlarını bu nedenle önemsemeyerek sizin sıkıntılarınızla meşgul oluyorlar. Yoksa aslında hepimiz başkalarına daha iyi yerler açabilmek için katlanmış bir konumda bulunuyoruz. Hâlihazırda, şahsen durumumu arzedebileceğim bir makamın tedarikinin imkânsız olmasına binaen, bir taşla iki kuş vurmamıza, bir mektupta iki kalbi birden çarptırmamıza müsaadelerinizi rica. ederiz. Saygılarımızla. Bu arada annenizin bir arzulan var: Bir ihtiyacınız olup olmadığını soruyorlar. Kendileri karşımda. Bana yazdırıyorlar. Birlikte oynuyoruz. Bu arada, anılarımla da oynamama izin verir misiniz albayım? Oyunlar yazmayacak mıydık albayım? Aklıma takılan anılardan kurtulmama yardım etmeyecek miydiniz? İşte Nurhayat Hanımla başbaşa bulunuyoruz. Hiç unutmam albayım, bir gün, ihtiyar mütercim Rüstem Beyi de, size daha önce sözünü etmiş olduğum kahvede, kâtibesi ve belki de sevgilisi hanımefendiyle karşılıklı otururken görmüştüm. Onlar (birlikte kahvelerini içerler. Bir gün önce kaldıklaler. Kadının elindeki kalem, gözlerinin önünden kayıp giden satırları tek çizgili deftere yavaşça işler.)

RÜSTEM BEY:... Atölyenin duvarları, en nadide tablolarla, Floransa'nm ölümsüz ustalarının fırçalarından çıkmış şaheserlerle lebalep doluydu. (Başını kaldırır.) Yazıyor musun?
KÂTİBE: Evet hayatım. RÜSTEM BEY: Ne diyorduk?
KÂTİBE: (İçinden): Beni denemeden edemez. Kimseye güveni yoktur. (Yüksek sesle)
Duvarlar Floransa fırça, diyorduk.
RÜSTEM BEY: Atölye, müstakil biçimde, ortası renkli yeşil camlardan yapılmış bir fıskiye ile... KÂTİBE: Ah ne güzel!
RÜSTEM BEY:... aydınlanmış; kenarlarına paletler, boya tüpleri gelişigüzel serpiştirilmişti.
Pintorello de la Luna bugün...
KÂTİBE: Kızı bekliyordu, değil mi? RÜSTEM BEY: (Biraz sabırsız): Evet evet. De de la Luna heyecanlıydı. İpek kadifeden mor kıravatmı ki Gian-maria'nm hediye etmiş olduğu incili iğne bunun üzerinde parlıyordu, bir türlü bağlayamıyordu. Salonun kuzeye bakan sol alt köşesinde, Pintorello'nun sevgili kedisi ki uzun ve yumuşak tüylerle örtülü başının ortasından ona muhabbet ve endişeyle bakan gözleri ki bunlardan, yani gözlerden biri yeşil, diğeri...
KÂTİBE: Ah: Van kedisi, ne güzel!
RÜSTEM BEY (Biraz kızarak): Evet! ...diğeri kırmızıydı, mırnav dedi. (Durur.) Yoksa miyav mı deseydik Hayır. Ancak sokak kedileri miyav der. Pintorello da la la Luna tuvalinin biraz ötesine, mahun ağacından imal edilmiş aslan kuyruğu şeklindeki kabartmalarla yan tarafları süslenmiş masanın... (Düşünür.) masa demek istemiyor tabii. Nasıl desek? Bizde karşılığı yok. Küçük masa gibi bir şey demek istiyor, ama bir kelimeyle anlatılmıyor ki bizim lisanda.
Ne yazık!
RÜSTEM BEY (Sinirlenerek): Olmaz, anlamazlar. (Kitaba eğilir.) Üstünde kristal içki şişeleri ki içlerinde kırmızı, mavi ve erguvan renkte muhtelif içkiler vardı, bulunuyordu.
KÂTİBE: Anlamadım canım; hem vardı hem de bulunuyordu mu dedin?
RÜSTEM BEY (Yüzünü buruşturarak): Canım efendim, 'vardı' içkiler için; 'bulunuyordu' da şişeler için. Devam edelim. Kesme camın üstünde, atölyenin doğusundaki büyük pencereden girerek salonun ortasından akseden ışık huzmelerinin...
KÂTİBE: Ah! fıskiyeden, değil mi?
RÜSTEM BEY (Başını kaldırmadan): Evet!... oynaştığı müşahede ediliyordu. Gianmaria da nerede kalmıştı? Pintorello de de de, la Lupa...
KÂTİBE: 'Luna' olacak, hayatım.
RÜSTEM BEY (Bozulur): 'Luna' demedim mi?
KÂTİBE (Kesinlikle): Hayır, 'Lupa' dedin.
RÜSTEM BEY (Gözlüklerinin üstünden bakarak): Yaa... sabırsızlanıyor, sinirli parmaklarıyla mor kıra vatının kıvrımlarını çekiştiriyordu. Ah!
KÂTİBE (Telaşla): Ne oldu?
RÜSTEM BEY (Heyecanla): İğne eline battı.
KÂTİBE: Ne yazık! Heyecandan, değil mi?
RÜSTEM BEY ( İlgisiz): Evet, heyecandan. (İçinden) Domuz kadın! 'Lupa'yı duymasaydm olmaz mıydı? (Kadına dönerek.) Yazalım: Mor fonun üstünde kırmızı bir damla belirdi.
KÂTİBE (Coşarak): Parmağından!

«Sobayı kurduk, merak etmesin,» sözlerini duyabildi nedense. Son anda yetişirim; dinlemediğimi anlamazlar. Tamam, Nurhayat Hanım; hemen yazıyoruz: Sobayı da kurduk, Gianmaria'yı da çağırdık, adamın eli kanıyor, aşk zehirlenmesiymiş, parmağını emiyor. Ah bu kadınlar! Dul kadınlar! Sevgi kadınları. Bana da işkence ediyorlardı Rüsler. Dayanamadım. Alçak kadın! Sözüm ona, Rüstem Beyi seviyordun; nasıl da duydun«Lupa»yı. Ha - ha.

RÜSTEM BEY: Van kedisi, pençelerini Türk halısına geçirdi.
Beni de karım bırakıp gitti Rüstem Bey. Manevi bakımdan, demek istiyorum albayım. Bütün kadınlar dul kaldı oğlum Hidayet: Naciye Teyze, Asuman (evlenmediği halde), Sevgi...
Merak etme oğlum Hidayet: Soba gürül gürül yanıyor. Sobanın yan açık duran kapağından görünen alevler ve,
RÜSTEM BEY: Fıskiyeden akseden ışık oyunları Pin-torello'nun yanaklarını kızıla
boyuyordu. Pintorello, diz kapağından bir karış yukarıda kalan uzun kollu... (Düşünür.) Nasıl desek? bir...
KÂTİBE: «Ropdöşambr» diyemezsin hayatım.
Benim de sözlerimi ağzıma tıkardı karım, Rüstem Bey-ciğim.
RÜSTEM BEY: Ressamımız, hazırlıklarını son bir defa gözden geçirdi.

«Bir resmini yollasın,» dedi dul kadın. «Zayıflamamış-tır inşallah.» Şişman resmini göndersin. Çavuş, teğmen... hep bir arada. Oyundan önce çektirmişler. Çavuş, general rolünde; Hidayet, asker rolünde. Muazzam mutlu rollerde. Rüstem Bey, mütercim rollerde; karşısındaki kadın, hayran rollerde (yalan.)

Tehlikelı Oyunlar / Oğuz Atay


O - Hakkari'de bir mevsim



A /Hak. kenti.

Hak. kentim
çileli gözlerin
cüzzamlı derin
ve-kar ile devam eder adın.
İrtifa binaltıyüz metre.
Nüfus onbin
yarısı asker.
Ne yolun var, ne suyunyarlar
arasından akan ve yaza doğru dağlardan eriyen karlarla
birlikte taşan Zap 'ını saymazsak.
Adın gibi garip bir kentsin Hak.
Sende yaşayanlar
ne Tanrılar, ne insanlar
hiçbir iz bırakmamış gibidirler.
Ola ki Tanrılar hiçbir zaman uğramadılar semtine
ama insanlar
yüzyıllar boyu gelip sende yerleşenler, kaçanlar, korkanlar,
yalçın kayalarında bir korunak bulup, çoraklığına, dayanılmaz
iklimine karşın sende karar kılanlar, seni barınak bilenler, sende
yerleşenler niçin bir iz bırakmadılar arkalarında
o kaçan, durmadan kaçan halklar
kovalanan ve kovalayanlar?

Kalka, karabasanlarında gördü belki seni, ama adlandırmadı.
(Ya da hiç girmedin onun düşlerine.)
Bilseydi, senin gibi bir yer var yeryüzünde
en korku,nç kitabının konusu sen olurdun.
Tolstoy bilseydi seni
soyluluğundan bin beter utanırdı.
Ve kimbilir belki yazarlığından
şimdi benim utandığım gibi
Avvakum bilseydi yakınında senin gibi bir kent olduğunu,
Kafkasları aşıp çile çekmeye sana gelir,
senin mağaralarında yaşardı.
Dostoyevski sürülseydi sana
Yer Üstünden Notlar'ı yazardı
ya da Suç ve Suç 'u .

Kentim Hak.
umudunla umutsuzluğun
güneşinle karın
uykunla uykusuzluğun
insanlarınla hayvanların
kurtlarınla köpeklerin
bil ki
bir inilti gibi sürüyor daha bende.
Her kim ki seni gerçekten yaşamıştır
bu inilti sürüp gider yaşamında, düşünde.

Örneğin:
Senden ayrıldıktan sonra
sana hiç benzemeyen
gerçek kentlere gittim.
Uygarlığın büyük kentlerine.
O kentlerde de insanlarla konuştum
yabancı, ama bildiğim dillerden.
(Sen benden, ben senden olduğum halde, garip, yüzyıllar boyu
hiç öğrenememişiz birbirimizin dilini.)

Ama her sözcüğümde, senin kokun, senin soluğun, senin yokluğun,
senin yoksulluğun ve senin ölümlerinle doğumun vardı.
Asfalt yollarda saatte yüzyirmi kilometre hızla ilerleyen renk
renk, biçim biçim otomobiller akıyordu.
Ama ben baktığımda koyunları görüyordum, dağlardan, otlaklara inen.
Ve genzimi yakan koku benzin değil, koyunların kokusuydu.
İnce, uzun, sarışın kadınlarla sevişiyordum, rahat sıcak otel odalarında.
Ama her sevişmede, sende konakladığım günlerin, gecelerin yatakları,
o yataklarda yaşanan yalnızlığın kara düşleri çıkageliyordu.
Senin yüksekliklerinden deniz kıyılarına indim.
Denizde, dağların, sarp kayaların, toprak evlerin, derin mağaraların yansıyordu.
Denizin çakılları, dağ kekiği, yaban nanesi kokuyordu.
Kentleri kentlere götüren, geniş, asfalt ya da beton yollarda arabamı sürerken
senin kısraklarından birinin üstünde dolu dizgin ilerleyen bir atlıydım,
yüreğim, tipili bir günde bir dağını, bir tepeni tırmandığım andaki gibi acıyordu.
Soluk soluğaydım.
Ve sıcak günlerde soğuk terliyordum.
Sende, gurbette duymuştum kendimi, kentim Hak.
Senden uzakta yaşadım gerçek gurbeti.
Bu satırları gene bir deniz kıyısından yazıyorum sana.
Az önce kızgın çakılların üstüne uzanmış, uzaktan geçen bir yelkenliye bakıyordum.
Sonra karnım acıktı, kıyıda bir aşevine gittim, bir balık istedim,
bir kadeh de rakı.
Rakı rakı değildi,

önüme konan balıksa
inanır mısın, senin otlu peynirinin tadında.
Aylardan Temmuz
gene erken kalkıyorum sabahları.
Gene ilk işim, penceremi açıp gökyüzüne bakmak.
Gene sessizliği yaşıyorum
-senin sessizliğini, kendi sessizliğimi-.
Bakıyorum, güneş uçsuz bucaksız karların üstünde yansıyor.
Hiçbir iz yok, hiçbir iz yok, hiçbir iz -kurtlar inmemiş bu gece, köpekleri salmamışlar.
Sonra, birden (ne oluyorsa, yaşamımı degiştiren ne oluyorsa,
ne olduysa, hep birden oluyor) bir atlı, karlara bata çıka ilerliyor;

bana mı geliyor, benden mi uzaklaşıyor, belli değil.
Sonra öyle bir yaklaşıyor, öyle bir yaklaşıyor ki
bakıyorum pupa yelken bir tekne bu.
İşte o zaman geçmişimi ve sende geçirdiğim günleri ansıyıp, oturuyorum masamın başına
bir insanın başından geçenleri anlatmak için başka insanlara.

B I Kazadan Sonra

Ey okuyucu
eğer yaşantın boyu, bir gün olsun
bir teknenin kaptanı olmadınsa
-ya da böylesi bir duyguya kapılmadın, böyle bir düş
görmedinseteknen,
bir gün ya da bir gece, yolunu şaşırmış,
bilmediğin sularda yol alırken
haritalarda görülmeyen kayalara çarpıp batmadıysa
ve kendini tek başına
- Tayfalar nerde? Dümencim n'oldu?-
bir kumsalda da değil, denizden kilometrelerce uzakta, üstelik
bir dağ başında (Rakım: 2. 100) bulmadınsa
ya da benzeri bir korkulu düşü,
gözün açık ya da kapalı görmedinse
bu kitapta yazılı olanları anlamakta güçlük çekebilirsin.
Çünkü anlamak bir ortak dil gerektirir.
Ortak dil ise,
ortak yaşam I ortak bilgi I ortak birikim I ortak düş
kimi yerde, ortak düşüş demektir.
Ortak değilse bile, yakın I benzer I gibi.
Ama diyebilirsin ki, Bana yabancı olanı arıyorum ben.
Öyleyse yolun açık olsun.
Ama gene de,
bu kitabı okurken elinin altında, büyük gezginlerin sözlükleri,
andaçları bulunsun, derim.

Burada yazılanlar, insancıl bir deneyin damıtılmış parçaları.
Ola ki, bir gün, yolunu şaşırmış ya da yolunu yitirmiş bir başka gezginin işine yarar.
Benim teknem , nerde, ne zaman battı, ansımıyorum.
Kendimi bulduğum yer, sonradan bir Turizm Rehberi'nde okuduğum
 ve şu sözcüklerle anlatılan yere çok benziyordu:

"Doğusunda İran, Güneyinde Irak devletleri sınırıyla, Kuzeyinde Van ve Batısında Siirt vilayeti toprakları bulunan Hakkari vilayeti, Doğu Anadolu 'nun Güneydoğusunda, köşede yer alan çok engebeli bir bölgemizdir. Vilayette bugün şehir gö­ rünüşünde hiçbir topluluk yoktur. Vilayet merkezi olan Çö­lemerik kasabası dahi küçük bir kasabadır. Bu bölgenin tarihi de kesin olarak bilinmiyor. Çünkü bölge yüzyıllar boyunca dış çevre ile kapalı yaşamış, buraya milletler kolay kolay girerek yerleşememişlerdir. Hakkari dolayları yurdumuzun en engebeli, aşılmaz dağlarla çevrili, yolsuz, ıssız bir köşesidir.

Her yanını kuşatan dağların yükseklikleri 4000 metreye yaklaşır. Burada vadiler de uçurumlar halindedir. Kasaba ve köylere motorlu taşıtlar yaz aylarında dahi işlemez. Dağlarda toktağan (hiç erimeyen karlar) hatta küçük buzul kitleleri bulunmaktadır. Dört bin metreye kadar yükselen dağlara çok kar düşer. Yağmur çok yağar. Sular bu engebeli bölgede derin ve korkunç vadiler açar. Bilhassa vilayetin merkezi olan Çölemerik kasabası, yanından geçen Zap Suyu 'ndan 1040 metre kadar yüksektedir. ' '

Gerçekten "düştüğüm" yer burası mıydı? Bilmiyorum. Ama benzerlikler, yazıda gördüğüm kadarıyla, geçerliklerini hala sürdürüyorlar belleğimde. Zaman (coğrafyayı da, tarihi de, toplumu da, bireyleri de içine alan o geniş zaman) kendini dağ başında bulan herkese bir şeyler öğretebilir.

Bana, eski bir denizciyi de öğretti. Kendimi bir gün aralarında bulduğum insanların, konuştuğum
dili hemen hemen hiç anlamadıklarını gördüğümde, onlara dilimi öğretmek yerine (çünkü böyle yapsaydım çok bekleyecektim ''e bunun ne anlamı vardı, ne de gereği) onların dilini öğrenmeyi, onların dilinden konuşmayı denedim. Geçmişteki tüm büyük gezginler aynı yolu izlememişler midir?

Ama, hem içinde bulunduğum koşullar, hem izlediğim yol, hem de (belki) \'armak istediğim yer değişik olduğu için, ben daha sonra başka bir yöntem izledim. Günün birinde benzeri (ya da benzemezi) bir durumda kalırsan, kuşkusuz sen de başka bir yöntem izleyeceksin sevgili okurum.
Kendi yöntemini. Çünkü her kişinin bir başka yolu, bir başka yöntemi olmak gerektir.

Denizde de, karada da hep buna inandım. Ve öyle yaşadım.
Benim burda sana sunduğum harita ve pusula binlercesinden, yüzbinlercesinden biri.


1 / YABANCILAR ARASINDA BİR YABANCI 

Söyledim değil mi, teknem kayalara çarpıp battı.
Ve kendimi burada buldum.
Söyledim değil mi, kızgın kumların üstünde değil, deniz kıyı­
sında değil, başı bulutlarda bir yerlerdeydi bu kayalar.
Kendime geldiğimde, çevremdeki insanlara denizi ve tayfaları sordum.
Hiçbir şey anlamadılar.
Karların üstüne, (çünkü karla kaplı kayaların üstünde bulmuş­
tum kendimi) bir çubukla denizin dalgalarını çizdim.
Bir de gemi.
Bilmediler.
Deniz nasıl anlatılır?
Çevremdekiler, yaşamları boyu görmemişlerdi denizi .
(Bunu sonradan öğrendim.)
Denizden değilse, nerden geliyordum?
Hangi tufan atmıştı beni buraya?
Bilmiyorum.
Gerçekte bir gemim olduğunu
kaptan, çarkçı, muço ya da o geminin bir yolcusu olup olmadığımı giderek sözünü ettiğim kazanın gerçekten mi, yoksa düşümde mi başıma geldiğini de bilmiyordum.
Ansımıyordum..

10 Ara 2016

ben sadece dudak tiryakisiyim hepsi bu


zaman hiçbir şeyi düzeltmez, sadece üzerini örter. sakladığın acılar, bir gün mutlaka ortaya çıkar... herkes zamanı geri alabilmek ister. kimi eski güzel günleri tekrar yaşayabilmek için... kimi yaptığı yanlışları düzeltebilmek için... kimiyse sadece yaşadığını hissedebilmek için ister bunu. gelecekten korkanlarsa, zamanı durdurmak ister. her şey o kadar iyidir ki bunun bozulmaması için çaba gösterirler.

ama kimse şu anın değerini bilenler kadar mutlu değildir. geçmiş de gelecek de onlarladır... bazılarıysa zamanın ta kendisi gibidir.


ve her insan, zamanın dünya üzerinde bıraktığı birer yara izidir.


      

Haklıyım balık gibi Tutulmuş daha yeni

5 Ara 2016

çünkü benim çok yükseğimdeydi tanrı.



Bazen deliliğim başlıyor. Uzağa, çok uzağa, kendimi unutacağım bir yere gitmek, unutulmak, kaybolmak, yok olmak istiyorum. Kendimden kaçıp, çok uzaklara, mesela Sibirya'ya gitmek, ahşap evlerde, çam ağaçlarının altında, gri gök, ve karın, lapa lapa yağan karın, altında, gidip kendi hayatıma yeniden başlamak istiyorum. Ya da mesela Hindistan'a gitmek, parlak güneşin altında, göğe başlarını uzatmış ormanların altında, acayip insanlar arasında, kimsenin beni tanımadığı, kimsenin dilimi bilmediği, her şeyi kendimde hissedeceğim bir yere gitmek istiyorum. Aşktan, şevkten, her şeyden kenara çekildim..


Sâdık Hidâyet / Diri gömülen


        

Yazar burada benden bahsediyor..

Normallik ölümdür.

 

kimseyi yargılamak konusunda acele etmek istemem; ama düşündüğümü de her zaman söylerim. Hammock - The Silence

yargısı önceden verilmiş bir düşünce demek, aklın desteğinden yoksun bir otorite kurmak demektir.God Is an Astronaut - Forever Lost

bir insanla olsun tanışırken, kısa bir süre için, kendini korumasını öğren.kişiliği korumak için, bazen yaşamamak gerekiyor. Over The Ocean - I Will Be Silent

ben bir tesadüfüm, yani her insan gibi bir insanım.Blueneck - Mutatis

bir yerde okumuştum, her basamak dört saniye hayat uzatıyormuş. asansöre binerek intihar mı etseydim?  Maybeshewill - He Films the Clouds

bana yalan söylediler albayım. gerçekler bile bana yalan söylediler.Evgeny Grinko - Valse

ulaşılması ve vazgeçilmesi en zor nimetin sükûnet olduğunu anladım galiba. Midlake - Core Of Nature
  
tanrım, insan ne zaman özgürdür ? yaşıyorken mi yoksa ölüyorken mi ? Caspian - Sycamore

söylemekten vazgeçtiğim şeyler, söyleyebildiklerimden daha fazla. çünkü insanları üzmek istemiyorum.. Sigur Rós - Sæglópur

önemsemeyi unutup çöpe attığın hayatın var ya, ben aldım onu işte. Lilium - sleep inside

aklın fazlası cehennem. Jamie N Commons - Lead Me Home

güneşte kurumaya bıraktığımız ıslak kelimelerle yazılan cümlemin sonuna geldik.. Cem Adrian & Hayko Cepkin - Kelebek 

  

2 Ara 2016

Tutunamayanların romanı biter mi?


Orada öylece kaldım. Benim durumum da bir bakıma acıklı. Bütünüyle unutulmaya kimsenin gücü yetmiyor. Bir duvarda iki satır yazı, bir albümde soluk bir resim, bir Selim’in ölümü bana hepsinden acı geliyor. Bir de, bütünüyle unutulmak gibi acıklı bir oyuna kimsenin yüreği dayanamıyor. Selim’e bile unutulmak ölümden acı geliyor. Selim’in ölümü bana hepsinden acı geliyor. Bir de, bütün bunları, Selim öldükten sonra düşünmek acı geliyor. Sonumu düşünmüyorum: baş tarafım acı geliyor. Değiştirememek acı geliyor. Selim’e, ben de varım Selim, ben de varım, diyememek acı geliyor. Beni de al Selim; ölümden, unutulmaktan öteye götür. Birlikte tutunamayalım. Ölmekle bana haksızlık ettin, birçok insana haksızlık ettin. Bütün bunları diyememek acı geliyor. Sonra, kendi kendime konuşuyorum: Kışlık sarayımda, Olric’le konuşuyorum. İkimiz de üşümeye başladık. Sıcak ülkelerden kaçtık; soğuk ülkelerde üşüyoruz. Durmadan dudaklarımı oynattığım için, beni garip bakışlarla süzüyorlar. Beni neşelendir Olric, diyorum. Olric’se, deliler gemisinden söz ediyor bana. Onun da kararlılığı kalmadı. Garip hikâyeler anlatıyor. Dediğine göre, geçen gün kaldırımda yattığını gördüğümüz adam saralı değilmiş: Hazreti İsa’ymış. Bizi denemek için, öyle boylu boyunca yatıyormuş. Yumruklarını yalandan sıkmış; gözlerini, bizi aldatmak için yummuş. Ben bütün bunlarla başa çıkamam Olric, diyorum. İnsan her gün yüzlerce olayla karşılaşıyor. Bu sözlerim Olric’i neşelendiriyor. Demek sayıları gittikçe artıyor, diyerek gülmeye başlıyor. Sonunda kimse başa çıkamayacak. Her zengine bir İsa düşecek diye söylenip duruyor. 719 Ben daha onun kadar, akıl yolundan uzaklaşmadım. Peki Olric, diyorum: gemileri kim yürütecek, ekmeği kim pişirecek? Mazur görmek gerekiyor onu: Olric iyi yetişmedi, toplumsal kültür almadı. Bütün vaktini beni izlemekle geçirdi. Şimdi beni, eskisi gibi beğenmiyor. Sözlerinizi ve davranış- larınızı mantıki sonuçlarına götürüyorum, diyor. Bir yandan da pekâlâ, gerçeklere işine geldiği zaman sırtını çeviriyor. Kaldırımda yatan adam masalını onun uydurduğunu sanıyorum. Yoldan geçen insanları, eski tanıdıklarıma benzetiyor. Kendimi nereye atacağımı bilmiyorum. Her zaman böyle değiliz. İlerisi için planlar kuruyoruz. Tutunamayanlar ansiklopedisine yeni bölümler yazmayı düşünüyoruz. Benim de girmem ihtimali kuvvetle belirdi. Olric öyle söylüyor. Ben de kendime göre hazırlıklar yapı- yorum. Olric’in temasları bitince yeniden müracaat edeceğim. Elimde kuvvetli deliller var bu sefer. Bu sefer öyle kolay atlatamazlar. Olric bana cesaret veriyor. Bir celsede bitiririz bu sefer, diyor. Ben biraz kuruntuluyum. Herkesi tanı- dığını söylüyor. Benim gitmem bile gerekmeyecekmiş belki. Öyle olursa sevinirim. Ben de yavaş yavaş kendi bölümümü yazıyorum; bazı küçük değişiklikler yapmama izin verileceğini söylüyor Olric. İyi olur; yoksa bir celsede verilecek kararın bir anlamı kalmazdı. Sonra, Olric’le birlikte istediğimizi yapacağız. Romanlar yazacağız: bitip tükenmeyen romanlar. “Tutunamayanların Sonu”, “Tutunamayanların Dönüşü” gibi. Tutunamayanların romanı biter mi? Kabulümü rica ediyorum sayın yargıçlar. Hüsnü Beyin oğlu ve mühendislikten emekli Turgut Özben’in kabulünü rica ediyorum. Yetersizliğimin kabulünü rica ediyorum. Beni anlamanızı, bana aranızda yer vermenizi rica ediyorum. Geriye dönemeyeceğim bir yola çıkmış bulunuyorum. Bu 720 yoldaki araştırmalarımın değerlendirilmesini rica ediyorum. Aranızda ve huzurunuzda bulunmaktan kıvanç duyuyorum. Sizlerin de bana çok ihtiyacınız olduğunu sanıyorum. Bu seçkin kalabalık, sesini duyurmak için çoktandır bir temsilci beklemektedir. Bu göreve istekli bulunuyorum. Selim’in ölümüyle hissedilen boşluk gün geçtikçe büyümektedir. Dünya, yaşanılır bir yer olmaktan çıkmıştır... Olric’e durmadan, baharı göreceğimizi söylüyorum. Sarayın soğuk duvarları arasında geçirdiğimiz günler sona erecek. Bu günlerin sonu gelecek: bunu hissediyorum Olric…

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

25 Kas 2016

ben tanrıya inanmıyorum ama, insana da hiç inanmıyorum.



yeni öğütülmüş kahve kokusunun bana verdiği huzura dayanarak..




insan anlatmak istiyor albayım; böyle budalaca bir özleme kapılmak istiyor. bir yandan da hiç konuşmak istemiyor. tıpkı oyunlardaki gibi çelişik duyguların altında eziliyor. fakat benim de sevmeye hakkım yok mu albayım? yok. peki albayım. ben de susarım o zaman. gece kondumda oturur, anlaşılmayı beklerim. fakat albayım, adresimi bilmeden beni nasıl bulup anlayacaklar? sorarım size: nasıl?

SCUM Manifesto



Bu toplumda hayat, en iyi halinde bile can sıkıntısından ibaret olduğundan ve toplumun hiçbir tarafı kadınlara uygun olmadığından; uygar-kafalı, sorumlu, heyecan arayan dişilere, hükümeti yıkmak, para sistemini bertaraf etmek, her alanda otomasyonu kurumlaştırmak ve eril cinsi yoketmekten başka çare kalmıyor.

İnsanın varoluşunu haklı kılan tek şeyden, yani olumlu bir mutluluk halinden âciz olan eril, en iyi halinde gevşemiş, rahat ve tarafsız bir durumdadır ve bu hal çok kısa bir süre yaşanabilir çünkü olumsuz bir hal olan sıkıntı hemen ona yerleşiverir; o yüzden eril çilekeş bir varoluşa mahkumdur adeta; bunu iyileştiren tek şey ancak zaman zaman yaşanabilen sükûnet anlarıdır ki bunları da ancak bir dişinin karşılığında sağlayabilir. Eril, tabiatı itibarıyla bir kene, bir duygusal parazittir ve o yüzden etik olarak yaşamayı hak etmez çünkü kimsenin başkalarının karşılığında yaşama hakkı yoktur.

Nasıl ki insanların köpekler üzerinde bir varoluş önceliği varsa ve bunu daha ileri bir evrimleşmeye ve daha yüksek bir bilince sahip olmaya borçlularsa, kadınlann da erkekler üzerinde böyle bir varoluş hakkı öncelikleri vardır. O yüzden bir erkeğin bertaraf edilmesi adil ve iyi bir davranış olup büyük ölçüde kadınların yararınadır ve aynı zamanda bir merhamet eylemidir.

Gerçi bu ahlaki konu bir zaman sonra akademik bir mesele olmanın ötesinde bir anlam içermeyecektir çünkü eril, süreç içinde kendi kendisini bertaraf etmektedir. Eski ve klasik savaşları ve ırk mücadelelerini yürütmenin yanı sıra her gün daha fazla sayıda erkek ya ibne oluyor ya da uyuşturucu maddeler aracılığıyla kendi kendilerini yok ediyor. Dişi, istese de, istemese de, zaman içinde bütün sorumluluğu üzerine alacak, başka bir sebepten olmasa bile buna mecbur kalacak; eril, pratik sebeplerle ortadan kalkacak.

Bu trendi hızlandıran bir başka etmen de her gün daha fazla sayıda erilin aydınlanarak kendi çıkarlarını fark ediyor olmasıdır; dişilerin çıkarının kendi çıkarları olduğunu her geçen gün daha fazla fark ediyorlar, yalnızca dişi aracılığıyla yaşayabileceklerini ve dişi, yaşamaya, kendini gerçekleştirmeye, eril değil dişi olmaya ne kadar teşvik edilirse erilin de o kadar yaşamaya yaklaşacağını görüyorlar; dişi aracılığıyla yaşamanın, dişi olmaya çalışıp onun niteliklerini gasp etmek ve kendinin olduğunu iddia etmekten ve dişiyi aşağıya itip eril olduğunu iddia etmekten daha kolay olduğunu, gittikçe daha iyi görüyorlar. Erilliğini, yani edilgenliğini ve tamamen cinsel oluşunu kabul eden ibneye de en fazla kadınlar hizmet eder çünkü onlar gerçekten dişi olduklarında onun eril, kadınsı olması daha kolay olacaktır. Eğer erkeklerde akıl olsa, gerçekten dişi olmanın yollarını ararlardı, erkeklerin, beyin ve sinir sisteminde bazı ameliyatlar aracılığıyla sadece bedenen değil ruhen de kadın olmalarını sağlamak için yoğun biyolojik araştırmalara girerlerdi.

Üreme için dişileri kullanmaya devam mı edilecek yoksa laboratuvarda mı üremenin yolları aranacak tartışması da akademik olacak: oniki yaşı geçmiş her dişi düzenli olarak Hap kullandığında ve artık kaza falan olmadığında ne olacak? Kaç kadın hamile kalacak (ve kaza halinde) hamileliğini sürdürecek? Hayır, Virginia, beyni yıkanmış robot kadınlar sürüsünün söyleyeceklerine rağmen, kadınlar damızlık kısraklar olmaya bayılmıyor. Toplum tamamen bilinçli kadınlardan oluştuğunda bunun cevabı hayır olacaktır. Küçük bir oranda kadın, türün devamı için damızlık kısrak olarak zorla bir kenara mı ayrılacak? Bunun olamayacağı çok açık. Cevap, bebeklerin laboratuvarda üretilmeleridir.

 


Her erkek derinden derine bir boka yaramadığını bilir. Hayvansı duygularla dolup taşmıştır ve bunun utancı içinde; kendini ifade etmeyi değil, tam aksine, bütün fizikselliğini, bütün benmerkezciliğini, başka erkeklere karşı duyduğu nefret ve hor görmeyi başkalarından saklamak ister. Başka erkeklerin kendisine karşı hissettiğinden şüphelendiği nefret ve hor görmeden korunmak için, bir yandan da, en ufak bir heyecan ya da duygunun ortaya çıkması karşısında hemen rahatsız olan çok kaba bir sinirsel sisteme de sahip olduğundan, eril, tam bir şahsiyetsizlik sağlayan ve en ufak bir duygunun izinden ve rahatsız edici fikirden arındırılmış bir "toplumsal" yasayı dayatır. "Birleşme", "cinsel temas", "ilişkide bulunmak" (erkekler için "cinsel ilişkiler" ağdalıdır) gibi terimleri tantanalı bir tavırla kullanır; halbuki eşeğe altın semer de vursan yine eşektir.

Eril üretip üretmeme meselesine gelince böyle bir soru yoktur çünkü eril tıpkı bir hastalık gibi hep aramızda var olmuştur ve varolmaya devam etmelidir. Genetik denetim mümkün olduğunda -ki bu mümkün olacaktır- fiziksel arızalar ve eksikliklerden, ki bunlara erillik gibi duygusal arızalar da dahildir, arınmış, tam ve bütünlüklü varlıklar üretileceğini söylemeden geçmek de olmaz. Bile bile kör insanlar üretmek nasıl ki ahlaksızlıksa, duygusal sakatların üretilmesi de öyledir.

Hatta dişiler bile niye üretilsin ki? Neden gelecek nesiller olsun? Bunların amacı nedir? Yaşlanma ve ölüm bertaraf edildiğinde neden ürenilsin? Biz öldükten sonra ne olacağını niye umursayalım? Bizi takip edecek bir genç nesil olmaması neden umurumuzda olsun ki?

Olayların doğal akışı ve toplumsal evrim, zaman içinde dünyanın tamamen dişiler tarafından denetlenmesini ve bunun bir sonucu olarak erillerin üremesinin son bulmasını ve nihai olarak, dişilerin üremesinin de son bulmasını getirecektir.

Ama SCUM sabırsızdır, gelecek nesillerin mamur olacağı fikriyle teselli bulmaz; SCUM kendisi için de bir parça heyecanlı hayat ister. Ve eğer kadınların büyük bir çoğunluğu bugün SCUM olsaydı, emek gücü içinden çekilebilir ve böylece bütün ulusu felç ederek birkaç hafta içinde bu ülkenin denetimini tamamen ellerine geçirebilirdi. Bunu dışında, tek bir tanesi bile ekonomiyi ve başka her şeyi dağıtmaya yetecek ek önlemler şunlardır: kadınların kendilerini para sistemi dışında tanımlamaları, satın almamaları ve sadece yağmalamaları, istemedikleri yasalara uymayı reddetmeleri. Polis gücü. Ulusal Muhafızlar, Ordu, Donanma ve Bahriye bir araya gelse bile nüfusun yarıdan fazlasını kapsayan bir isyanla baş edemez, özellikle de bu muhtaç oldukları insanların isyanı olunca.

Eğer bütün kadınlar, erkekleri terkedip onlarla herhangi bir biçimde ilgilenmeyi reddederse -herhangi bir biçimde, bütün erkekler,- hükümet ve ulusal ekonomi tamamen çökecektir Erkeklere üstünlüklerinin ve onlar üzerindeki güçlerinin farkında olan kadınlar, erkekleri terketmeksizin bile, birkaç hafta içinde her şeyin denetimini ellerine alabilir ve erillerin dişilere tamamen tabi olmasım sağlayabilir. Aklı başında bir toplumda eril itaatkâr bir biçimde dişiyi takip eder. Eril uysaldır ve kolay yönlendirilebilir, kendisini egemenliği altına almaya talip olan herhangi bir dişinin egemenliğine açıktır. Aslında eril çaresizce, dişiler tarafından yönlendirilmeyi ister. Annenin ipleri eline almasını ve kendisini, onun ilgisi için yok saymak ister. Ama içinde yaşadığımız toplum aklı başında değil, birçok kadın, erkeklerle ilişkilerinde nerede durduğu konusunda en ufak bir fikre bile sahip değil.

O yüzden de çelişki dişilerle eriller arasında değildir -SCUM'la, yani egemen, emniyetli, kendine güveni tam, berbat, vahşi, bencil, bağımsız, gururlu, heyecan peşinde, bildiğini okuyan, küstah ve kendisini, evreni yönetmeye layık gören, bu "toplum"un sınırlarına kadar Özgürce gitmiş ve onun sunabildiklerinin ötesinde bir şey aramaya hazır olan dişilerle- tatlı, edilgen, kabul eden, "yetiştirilmiş", terbiyeli, vakur, tabii bağımlı, korkutulmuş, akılsız, güvensiz, onay arayan, Babasının Kızları, ki bunlar bilmedikleri şeyle baş edemez, sırf tanıdık diye lağımda kulaç atmaya hazır ve orangutanlarla takılmaya razıdır; yalnızca Koca Babanın yanında kendilerini güvende hissederler, onları yönlendirecek güçlü kocaman bir adam olsun, Beyaz Saray'da da şişko kıllı bir surat otursun; içleri rahat eder; bir erkeğin, Babanın ne olduğu gerçeğiyle yüz yüze gelemeyecek kadar korkak ve bir domuzla sofraya oturmaya hazırdırlar ve kendilerini hayvansılığa uyarlamışlardır, kendilerini onunla çok rahat hissederler ve başka bir "hayat" tanımazlar; zihinlerini, düşünce ve bakışlarını eril düzeye indirmişlerdir; sağduyu, hayal gücü ve zekâ yoksunudurlar o yüzden yalnızca eril bir "toplum"da değerleri olabilir, güneşin altında, daha doğrusu bataklıkta, rahatlatıcı,ego-şişirici ve damızlık olarak işlev görürler, öteki dişiler onları kendilerinden görmeyip dışlar, eksikliklerini, erilliklerini başka dişilere yansıtır ve dişiyi bir böcek gibi görürler.

Ama SCUM, milyonlarca götün yıkanmış beyinlerinin kendine gelmesini bekleyemeyecek kadar sabırsızdır. Harika kadınlar neden sıkıcı erillerin hızına ayak uydurmak zorunda? Şahane ve salak olanların kaderi neden iç içe geçmiş olsun ki? Aktif ve hayal gücü geniş olan, sosyal politikalarla ilgili olarak, neden edilgen ve sümsük olana danışsın ki? Neden bağımsız olan, dayanacak Babaya ihtiyaç duyan bağımlıyla birlikte lağımın yolunu tutsun ki?

Bir avuç SCUM, sistemi, sistemli bir biçimde becererek, mülke seçici bir biçimde zarar vererek ve cinayet aracılığıyla bir yıl içinde ülkeyi eline geçirebilir:


Kendi içine kıstırılmış olan eril tamamen benmerkezcidir ve başkalarıyla empati kurmaktan ya da özdeşleşmekten, aşktan, dostluktan, şefkat ve muhabbetten tamamen âcizdir. Başkalarıyla ahenk içinde olmaktan âciz, tamamen yalnız bir birimdir. Herhangi bir konuda zihniyle değil midesiyle cevap verir; aklı, ihtiyaç ve güdülerinin hizmetinde bir aletten başka bir şey değildir; zihinsel tutkudan, karşılıklı zihinsel etkileşimden âcizdir; kendi fiziksel duyuları dışında herhangi bir şeyle ilişkilenemez. Haz ya da mutluluk alıp vermekten âciz, yarı-ölü, sorumsuz bir topaktan ibarettir; netice itibarıyla, en iyi halinde bile, can sıkıntısı ve zararsız bir lekeden ibarettir, çünkü yalnızca başkalarını özümseyebilme kabiliyeti olanlar tatlı olabilir. Eril, insanlar ve goriller arasında bir alacakaranlık kuşağında kıstırılmıştır ve gorillerden çok daha kötüdür çünkü geniş bir olumsuz duygular dizisine sahiptir -nefret, kıskançlık, hor görme, tiksinme, suç, utanç, şüphe- ve üstüne üstlük ne olup ne olmadığının da farkındadır.

SCUM gizli işsiz gücün yani becerme gücünün mensubu olacaktır; çeşitli işlere girecekler ve çalışmayacaklardır. Örneğin SCUM tezgahtâr kızlar, sattıkları malların karşılığını almayacak, SCUM telefon operatörleri çağrıları bağlamayacak; SCUM büro ve fabrika işçileri işlerini düzmenin yanı sıra gizlice alet edevata zarar verecek.

SCUM atılana kadar işyerinde çalışmayacak sonra da çalışmamak üzere yeni bir işe girecektir.

SCUM otobüs şoförlerini, taksi sürücülerini ve metro jetonu satıcılarını zorla işlerinden uzaklaştıracak ve otobüsleri ve taksileri bedava sürüp kamuya bedava jeton dağıtacaktır

SCUM bütün gereksiz ve zararlı nesneleri imha edecektir -arabalar, dükkân vitrinleri, "Büyük Sanat" vb.

SCUM, nihai olarak radyo ve TV kanallarının bütün dalgalarını ele geçirecektir. Bunu, SCUM'ın verici stüdyolara girişine direnen bütün radyo ve TV çalışanlarını zorla işlerinden uzaklaştırarak yapacaktır.


SCUM çift-ayırma yönüne gidecektir, yani gördüğü her yerde karma (dişi-eril) çiftleri ayıracaktır.


Selamete ulaşmak için kendi içinize bakmak, göbeğinizde yoğunlaşmak gibi Bırakan İnsanların inanmanızı istediği şeyler çare değildir. Mutluluk dışınızdadır, başkalarıyla alış verişte bulunarak sağlanır. İnsanın amacı kendi içine gömülmek değil kendini unutmak olmalıdır. Yalnızca birincisine gücü yeten eril, tedavisi mümkün olmayan bir hatayı, bir erdeme dönüştürür ve kendi içine gömülmeyi yalnızca iyi bir şey olarak sunmakla kalmaz, onu Felsefi İyi olarak sunup bir de üstelik derin olduğu için prim yapar.

Erkek Dograma Cemiyeti Manifestosu - Valerie Solanas

Kaos'un Kutsal Kitabı



   Dört yüzyıl boyunca sayısız Avrupalıya nasip olmuş iyimserliğin sonucu bu; Kader Tarih’e geri dönüyor ve birden bire nereye doğru yol aldığımızı, başımıza gelenin nedenini soruyoruz kendimize, giderek daha insani bir yaşama eşlik edecek sınırsız bir ilerlemeye babalarımızın duyduğu boş güven demek ki uçup gitti: Çemberin içinde dönüp duruyoruz, kendi eserlerimizi bile tahayyül edemiyoruz. Demek ki eserlerimiz bizi aştı geçti, insanın dönüştürdüğü dünya bir kez daha insan zekâsından kaçıyor, hiç olmadığı kadar ölümün gölgesinde inşa ediyoruz binalarımızı, ölüme bizim şatafatımız miras kalacak, çıplak olma vakti yaklaşıyor, geleneklerimiz giysiler gibi birbiri ardına üzerimizden düşerek bizi çıplak bırakacaklar, ancak o zaman yargılanacağız, dışımız çıplak içimiz boş, ayaklarımızın altında uçurum, başlarımızın üzerinde kaos.

İnsanlar hem özgürdür hem bağlı, arzu ettiklerinden daha özgür, fark ettiklerinden daha bağlıdırlar, çünkü faniler kitlesi uyurgezerlerden ibarettir ve onların uykudan uyanması asla düzenin çıkarma değildir, yönetilemez olurlar çünkü o zaman. Düzen insanların dostu değildir, onları keyfince yönetmekle yetinir, ender olarak uygarlaştırmaya, daha da ender olarak insanileştirmeye çalışır. Düzen şaşmaz olmadığından, onun hatalarını günün birinde telafi edecek olan şey savaştır, ve düzen bu hataları iyice arındığı için savaşa gidiyoruz; savaş ile istikbal birbirinden ayrılmaz gibiler. Tek kesinlik şudur: Ölüm, tek kelimeyle, her şeyin anlamıdır, insan ölüm karşısında sıradan bir şeydir yalnızca, halklar da aynı; Tarih bir tutkudur, azaptır, kurbanları sürüyledir, içinde yaşadığımız dünya cehennemdir, hiçliğin ılımlılaştırdığı bir cehennem. Bu cehennemde, kendini tanımayı reddeden insan kendini feda etmeyi tercih eder, o çok kalabalık hayvan türleri gibi, çekirge sürüleri, fare orduları gibi feda etmeyi tercih eder, içinde yaşadığı dünyayı yeniden düşünmektense yok olmanın daha yüce olduğunu, sayılamayacak kadar çoklukla yok olmanın yüceliğini hayal eder.

Gençliğimiz kendini mahkûm edilmiş hissediyor, bu nedenle üniversiteler kaynıyor, gençlik haklı, biz haksızız, ona yeni bir savaş hazırlıyoruz. Düzen ve savaş birbirine bağlı, ahlakımız bunun gayet iyi farkında, büyük ahlakçıların öğretisine bakmak yeter: Tek kesinlik bu, müebbet barış durumunu hayal bile edemiyoruz, düzen buna katlanamaz. Gençliğimiz düzen ile savaşın uyuştuğu bu ilişkiyi kavradı, bizim değerlerimiz ile kendi bahtsızlıkları arasındaki bağlantıyı anladı, bu artık karşı konulmaz bir keşif. Ama asıl paradoks, gençliğimizin haklıyken haksız olması, çünkü tekbiçimliliğin tehdidi altındaki bu evrende halklar birbirlerinin çağdaşı değil; gençliğin kendini feda etmeye hazır olduğu yeterince ulus var hâlâ. Gençlerimiz bu dünyada barış ilan etmenin dünyanın sizi dinlemesine yeteceğini mi sanıyorlar? Biz Cehennemdeyiz ve lanetli olmaktan, sürekli acı çekmekten başka tercihimiz yok, bir de bu azaptan sorumlu şeytanlar var.

Yüzyıl ölümün yüzyılı, ölüm bizzat bize dönük, her bir insanın kırk kez öldürülmesine yetecek kadar imkâna sahibiz, silahlarımızla ne yapacağımızı şimdiden bilemiyoruz, binalar artık bize yetmiyor, dağları oymaya başladık bile, ölüm araçlarımız toprağın derinliklerine yığılıyor. Bizim ökümenimiz sanki askeri cephanelik, on milyonlarca insan savaş için çalışıyor, ahlak ile çıkarın ittifak yaptığı bu çözüm yolunu bozmayı artık hayal bile etmiyoruz, gençliğimiz paradoksun bedelini yarın ödeyecek, o bunu hissedip isyan ediyor, bizse ona mucize vaat edemiyoruz, yavan söylevler çekmeye bile cesaret edemiyoruz, çoktan mahkûm edildiğini ve devrimlerle nasibinin değişmeyeceğinin farkındayız. Çok geç artık, Tarih durmuyor, bizi sürüklüyor, eğik düzlemlerinden [ya da tasarılarının eğiliminden] herhangi bir yavaşlama bekleyemeyiz, gezegen çapında felakete doğru gidiyoruz ve evren, düzenden kaçmak için bu felaketi arzulayan, giderek de daha çok arzulayacak insanlarla dolu; giderek saçmalaşan bir düzen çünkü bu ve ancak tutarlılığın, dolayısıyla insanın insanlığının zararına varlığını sürdürebiliyor.

Ölüm için yaşıyor, ölüm için seviyoruz, ölüm için doğurup çalışıyoruz, işlerimiz ve günlerimiz artık ölümün gölgesinde birbirini izliyor, uyduğumuz disiplin, koruduğumuz değerler ve yaptığımız projeler, hepsi tek bir sona karşılık veriyor: Ölüm. Ölüm bizi olgunlaşınca toplayacak, biz ölüm için olgunlaşıyoruz ve küle dönmüş bu ökümen üzerinde olsa olsa bir avuç olacak torunlarımız bizim taptığımız her şeyi yakarak bize lanet okumaya devam edecekler. Biz yapmacık figürler kisvesi altındaki ölüme tapıyoruz ama onun ölüm olduğunu bilmiyoruz, bizim savaşlarımız övdüğümüz şeye kurban verme savaşı, ölümün şerefine kendimizi feda ediyoruz, bizim ahlakımız bir ölüm okulu, değer verdiğimiz erdemler ise ölümün erdemleri yalnızca. Bunun dışına çıkamayız, dünyanın düzenini değiştiremeyiz, bizi parçalayıp dağıtan şeye dayanmaya, bizi ezen şeyi sırtımızda taşımaya mahkûmuz, bize kalan tek şey, -kendimiz de ölmeden önce ve sonuncu ölüler biz olmadan- ya yok olup gitmek ya da öldürmek; yüksek sesle söylüyorum, üçüncü bir yol imkânsızdır.

İçimizde taşıdığımız cehennem, şehirlerimizin cehennemine karşılık geliyor, şehirlerimiz zihniyetlerimizin ölçüsü, ölüm istenci yaşama coşkusuna öncülük ediyor ve hangisinin bize esin kaynağı olduğunu ayırt edemiyoruz, tekrarlanıp duran işlere koşturuyor ve doruklara yükselmekle övünüyoruz, ölçüsüzlüğün elinde esiriz ve düşünüp taşınmadan sürekli binalar inşa ediyoruz. Dünya bir süre sonra yalnızca bir şantiye olacak. Burada, beyazkarıncalar gibi, milyarlarca kör, uğultunun ve leş kokusunun içinde otomatlar gibi didinip duracaktır soluksuz kalana dek. Günün birinde, deli gibi uyanıp, bıkıp usanmadan birbirlerini boğazlamaya koyulacaklar. İçine gömüldüğümüz bu evrende delilik, yabancılaşmış insanın, cinli insanın, imkânlarının gerisinde kalmış ve eserlerinin kölesi olmuş insanın kendiliğindenliğinin alacağı biçimdir. Delilik artık elli katlı konutlarımızın altında kuluçkaya yatıyor. Deliliğin kökünü kazıma yönündeki aciliyetimize rağmen, yeni tanrı odur, ona bir tür ibadette bulunsak bile yatıştıramayız onu: Ölümümüzdür o; hiç durmadan her şeyi talep eder.

Asıl tanrılarımızın kimler olduğu öğrenilmek isteniyorsa, bizi asla ilkelerimize göre değil eserlerimize göre değerlendirmek gerekir. O zaman cevap vermek zor olmaz ve söylemekten ve hatta düşünmekten kaçındığımız şey söylenebilir: -Onlar deliliğe ve ölüme tapıyorlardı-. Aslında, başka hiçbir şeye taptığımız yok, ama buna her zaman ikna olamayız, çünkü delilik ve ölüm, vahyedilmiş dinlerin nihai tamamlanışıdır ve çünkü bu dinler en başta da Hıristiyan imanı delilik ile ölümü fiilen kapsamaktadır. Biz deliliği ve ölümü sunakların üzerine yerleştirdik, hem çılgınlığı hem de Yüce Tanrı’nın can çekiştiğini söylüyorsak artık ne kalır geriye sorarım size? Paradoksun bedelini ödemek kalır ve bunun ödeneceğini öngörüyorum, vaktiyle oynadığımız fikirler şimdi insanlarla oynamaya başlıyor ve insanlar ölçüsüzce tüketecekler kendilerini. Hiçbir şeyden kaçamayacağız ve hiçbir şey bize artık lütufta bulunmayacak, sürdürdüğümüz düzen asla iyileşmeyecek, delilik ve ölüm bu düzenin temelleri olarak kalıyor, düzen onlara bağlı ve sağlıklı bir şekilde değişemeyeceğinden, biz istemesek de destekleyen şey öldürecek düzeni.

Fikirler insanlardan daha canlı olduğundan, fikirlerle yaşar insanlar ve onlar için ölürler gıklarını çıkarmadan. Oysa, tüm fikirlerimiz katildir, hiçbir fikir nesnelliğin, ölçünün ve tutarlılığın yasasına uymaz, ve bizler, bu fikirleri sürdüren bizler, otomatlar gibi yürürüz ölüme. Önce gençlerimiz ölecek, onlar kendilerinin ritüel kurban olduklarını biliyorlar, onlar evreni anlamdan yoksun diye yargılıyorlar, onları onaylamazlık edemeyiz, giderek daha fazla kötü niyetli oluyoruz ve cevap verirken tökezliyoruz. Artık ne diyebiliriz ki onlara? Diyalog imkânsız, çünkü onlar haklılar ve onlar da delilerle, sersemlerle ve yalancılarla aynı yazgının içine kapatılmışlar. Yeni Vahiy bize ne kadar gerekli gelirse gelsin, öncelikle skandalin patlak vermesi gerek, canice fikirlerimizin kötücüllüklerini ortaya sererek çılgınlıklarını tüketmeleri gerek, biz felaketi es geçecek değiliz, felaket düzenin içinde ve biz de onun suç ortaklarıyız, felaketi reforma tercih ediyoruz, dünyayı yeniden düşünmektense kendimizi feda etmeyi tercih ediyoruz; bu dünyayı ancak harabelerin ortasında yeniden düşüneceğiz.

Yok olup gidecek olan için bir ölüm ezgisidir benim söylediğim ve beş para etmez naiplerimiz karşısında, kafalarına ayin başlığı geçirmiş düzenbazlarımız karşısında ve çoğu olgunluğa bile erişmemiş bilginlerimiz karşısında, ben, bir münzevi, meçhul biri, kendi kuşağımın kâhini, yakılmak yerine sessizliğe canlı canlı kapanmış ben, yarın insanların koro halinde terennüm edecekleri bu silinmez sözleri ben söylüyorum. Tek tesellim, bir dahaki sefere bu naiplerin, düzenbaz ve bilginlerin de bizimle birlikte ölecekleri, bu melunların felaketten kaçıp sığınabilecekleri bir yeraltı olmayacak, okyanusta onları kabul edebilecek ada kalmayacak, onları yutacak çöl de kalmayacak; onları, hâzinelerini ve ailelerini. Karanlıkların içine hep birlikte geri dönüşsüzce yuvarlanacağız ve gölgeler kuyusu kabul edecek bizi; bizi ve saçma tanrılarımızı, bizi ve cani değerlerimizi, bizi ve gülünç türlerimizi. Ancak o zaman, yalnızca o zaman adalet yerini bulacak ve bizi hiçbir gerekçeyle taklit edilmemesi gereken bir model olarak anımsayacaklar, biz yükselen kuşaklar için uyarı olacağız ve gelip metropollerimizin çirkin kalıntılarını -düzenin yarattığı bu kaos evlatlarını!- seyredecekler.

12 Kas 2016

Beni bir sardunya büyüttü belki de



''tut ki bir fransız bayrağı bulmuşsun
bleu blanc rouge
ya da bir olimpiyat meşalesi
kim barıştırır seni dünyayla
hangi sulh hukuk
hangi uyuşmazlık mahkemesi
'derin dereleri derin mi sandın'
diyor birisi radyoda.''


Turgut Uyar



Ayıcılar geçti, affedilmemiş insanlar geçti
Şehirler taş yürekliydi şarkısı-beyaz
İnsanların büyük rüyaları vardı
İnsanlar bir ölümle öldüler ki
Sevgiler arasında şaşırıp
Bir unuttular ki deme gitsin
Ben olanca kuvvetimle halatlara asılıyorum nafile
Ben ayrı düşmüştüm bir kere
Ayrı düşmüştüm insanlardan
Bu yıldız tutmaz mavilikte
Ne deniz ne köpük kâr eder bana
Arada bir ağlamak için
Onu kocaman ellerimle sevdim
Ölüm daha saçlarına gelmemişti şarkısı-beyaz
Saçlarını kestim ,şarapla ıslattım
Saçlarını koynumda saklıyorum
Arada bir ağlamak için
Ve suların altında mavileyin
Küstah bir çalparaydı ayağını uzatmış
Mesut hatırasına balıkların
Ve kocaman küfürleriyle sarhoş
Yatardı yavaşlamış tüyleriyle
Gemicilerin öldürdüğü kuş
Siraküzaya uğrayamadık
Torbadaki çakıllara baktım şarkısı -beyaz
Sonra dalgalar geldi dile
Sonra bir mavilik aldı her yerimizi;
Nasıl hatırlıyorsan dünyayı
Öyle..

Cemal süreya

Bana bir şeyler söylediniz, anlamadım
Bir cümle, bir iyi söz, gene anlamadım
Doğrusu hiç anlamadım, siz ne demiştiniz?
Ben ne demiştim, ve çekip gitmiştim sonra
Öyle ya, niye hiç değişmedi bakışlarınız?


Edıp Cansever



Neruda ne iyi diyor: 'Yalnız Kedi, baştanberi kusursuz biçimdeydi' diye. Yere düşen bir gazete, yeni ütülenmiş bir çamaşır, yeni alınan bir eşya, hep Kedi içindir. Evin en rahat, en yüksek, en alımlı köşesini bulur ve kendine ayırır. Kedi, evi sever. O yüzden denizi bile aşıp bulur evini de sahibini pek aramaz. Sahipsizdir. Yemek vererek gönlünü kazanamazsınız. Sizi o seçer, görmeyince de unutur. Bir daha gördüğünde, aradan hiç zaman geçmemiş gibi sürdürür ilişkiyi. (...) Kedi, kendi varoluşunun başlıbaşına bir mutluluk kaynağı olduğu inancındadır, ödün vermez. Nankör sayılması bu yüzdendir sanırım. Almaktan çok paylaşmayı sevenlerin hayvanıdır Kedi. Uyudu mu kinini de unutur..

Tomris Uyar 

          

Tutkulu Perçem


Şeylerdeki şeyler işte - sokaklardaki insanlar görmüyorlar beni. Oysa günlerdir duygularım perçemlerimde dolaşıyorum. Nemli bir öğle sonrası, baş dönmeli, yeşertici. Yol kavşağında durdum. Arabalar habire geçiyor. Camlarında kızıl kızgın yüzüm, geçiyorlar. Yaya geçidinden tam üç kez geçtim. Trafik polisi de görmedi beni. ''Gösterge... Gösterge!'' diye bağırdım ona. Rahatlamadm hiç. Kızgınlığım tabanlarımda. Öğle güneşinde, kumsalda dolaşıyorum gibi -çıplak ayaklarla, kızmış kumlarda- yanıyor tabanlarım. Erkeklere, erkeklere, en çok onlara, bu kendilerini, sonra yine kendilerini sevenlere kızgınlığım. İki düğmeli, üç düğmeli ceketleriyle duyarsızlar ordusu yığın yığın geçiyorlar. Ceketsiz, kravatsızlarda biraz olsun umudum vardı., oysa tek dolaşmıyor onlar - güçsüzler. Rastlamadım işte, birilerine rastlamadım - Rast-la-san-da, rast-la-ma-san-da av-va gi-di-yo-ruz.

Durağa geldim. Çocuklu kadınlar, çoçuksuz çantalı kadınlar, kadınsız çantalar, çikletli kızlar, çikletli at kuyrukları hep bekliyorlar. Onlarla beklemek. Yağmurlar yağsa, yıkansa bu duraklar. Kaldırıma iki liseli genç oturmuş. Onlar da bekliyor. Yanlarına gittim. Şöyle elimle, ''Açılın!'' diten bi işaret yaptım. Bir güzel yerleştim ortalarına. Şaşkın şaşkın bakakaldılar. Biri ''Şey,'' dedi, ''otobüs,'' dedi, öbürür, ''Yürüsek,'' dedi. İki elimle, ikisinin birden yanağına dokundum. Sağdakine, ''Senin sakalın daha sert,'' dedim, ''usturayla tıraş olsana.'' İkisi de gözlerini sandallarımdan ayıramıyorlardı. Ayak parmaklarımı oynatmaya başladım. Kalkıp bir anda uzaklaştılar hızla. Duraktakilere baktım, karşı kaldırıma geçmişlerdi. Beklerler miydi benimle, bekliyebilirler miydi. Gelseydi otobüs, gösterseydim onlara. Geldi otobüs, ve ONLARIN kaldırımına yanaştı. Ayağa kalkıp eteklerimi silkeledim.

Tutkularımı gün aydınına çıkarmanın yeri miydi bu kent. Bu kent gidişli gelişli bir caddeydi. İki taraflı gelip gidenlerdi. Üç beş vitrin, bilmem şu kadar inşaat ve daha çok parti merkeziydi. Suç bütün bütün perçemlerimdeydi. Onlar böylesi kırılmasalar asmıyacaktım tutkularımı uçlarına, asamıyacaktım. Yeni dikilen bir troleybüs direği, bir yol makinesi, bir kavga olmayı diledim. O zaman bakacaklardı. Bakmadan edemiyeceklerdi. Buna zorunluydular. Geçimleri bundandı.

Kenti, kent yapan iki caddenin birinden yukarılara doğru yürümeye başladım. Tepeye vardığımda ışıklarını yakmıştı kent. Bön bön bakıştık.


İşte bugünün kazancı -mazgal deliği- bu baş dönmeli, ılımlı günün kazancı ayaklarımın altındaydı. Deliğin başına çöktüm. Tutkularımı, birer birer perçemlerinden çıkarıp mazgaldan aşağı attım. Kentin lağımına karıştılar. ''Oh' Bu kadar,'' dedim. Bu kadardı.

6 Kas 2016

kime dokunsam bir mesafeyi uyandırıyorum





babamın "herkes gibi olamadın gitti!" deyişi kulaklarımdan gitmiyordu. çoğunluğunun bir işte çalıştığı, aynı dükkanlardan alışveriş yapıp aynı yöntemlerle yediği, aynı şeyleri konuştuğu, çocuklar doğurduğu, sonra onların hep birlikte okula gittikleri, aynı renk giysilerle sınıflarını geçip mezun oldukları, ardından tabur tabur askeri birlikler oluşturdukları, aynı marşları aynı biçimde söyleyerek aynı koğuşlarda aynı kıvrılışlarla yattıkları ve bu edimlerle beraberlik ruhunu yakaladıklarını sandıkları, sonra bir bavul dolusu anıyla terhis olup eve döndükleri, anne babalarına hiç değişmeyen ve toplumun hazırladığı reddedilmez duygularla sarıldıkları, aynı yasalara uyarak evlendikleri, babalarından devraldıkları yöntemlerle seviştikleri ve babalarından boşalan iş kadrolarına kapılanınca dünyanın yarısını ele geçirmişcesine sevindikleri, sevinçlerini aynı yüz ışıltısıyla yansıttıkları ve tıpkı kendilerinden öncekiler gibi, gene çocuk doğurdukları ve onları besleyip büyütmeye başladıkları ve bütün bu olup bitenlere "dönüp duran paslı çember" diyecekken "akıp giden yaşam" adını verdikleri uyumsuz bir toplumda, yelken kulaklı bir uyumsuzdum ben.

hasan ali toptaş

efendim ben insanların çok sık yaptığı şeyleri yapmam. eğlenceye ihtiyaç duymam. zengin olmak için çalışmam. yalnızlığı sevmem. kendime tahammül edebildiğim için insanlar beni yalnız zannederler. ben aslında yalnızlıktan çok korkarım. herkes arada sırada güler ben hep gülerim. dediğim gibi sizlerin çok sık yaptığı şeyleri ben yapmıyorum. insanlar arada sırada gülüyor ve bunu zaman zaman da olsa çok sık yapıyor. ben hep güldüğüm için beni daha mutlu zannederler. doğrusu ben, beni eğlendirebilen tek insanım efendim ve gülmediğim her an için aklıma çaresizliğim gelir. insanlar yüzümdeki tebessümden beni rahat yada hoppala addediyorlar. aslında ben çaresizliğime gülerim.

----------------------------------------------------------------------------------------

"kim olduğumu biliyorsunuz, sizin kim olduğunuz ise beni ilgilendirmiyor."

"sabit fikirli, kafasını tek bir düşünceye takmış her insan, yaşamım boyunca beni çekmiştir, çünkü bir insan kendini ne kadar sınırlarsa, öte yandan sonsuza o kadar yakın olur; işte böyle görünüşte dünyadan kopuk yaşayanlar, özel yapıları içinde karınca gibi, dünyanın tuhaf ve eşi benzeri olmayan bir maketini kurarlar."

"insanoğlunun düşünüp bulduğu oyunlar arasında, rastlantının her türlü despotluğuna karşı koyan ve zafer kupalarını yalnızca akla ya da daha çok tinsel yeteneğin belirli bir biçimine veren tek oyun."

"yapacak, duyacak, görecek hiçbir şey yoktu, her yerde ve sürekli hiçlikle çevriliydi insan, boyuttan ve zamandan tümüyle yoksun boşlukla. bir aşağı bir yukarı yürürdü insan, düşünceleri de onunla birlikte bir aşağı bir yukarı, bir aşağı bir yukarı yürüyüp dururdu.

ama ne kadar soyut görünürlerse görünsünler, düşünceler de bir dayanak noktasına gereksinim duyarlar, yoksa kendi çevrelerinde anlamsızca dönmeye başlarlar; onlar da hiçliğe katlanamaz. insan sabahtan akşama kadar bir şey olmasını bekler ve hiçbir şey olmaz. bekleyip durur insan. hiçbir şey olmaz. insan bekler, bekler, bekler, şakakları zonklayana dek düşünür, düşünür, düşünür. hiçbir şey olmaz. insan yalnız kalır. yalnız. yalnız."

stefan zweig

"artık hiç ağlayamadığımı babama söylemeyin. sakın ona, daha fazla sevmek için, ölümlerden kurtulmak için o adama aşık olduğumu anlatmayın. o adamın anıları için çok içtiğimi, daha çok kadeh kaldırdığımı, eteklerimi savurarak dans ettiğimi, kendimi kırdığım yerde bir şişe rom, bir parça ayna, ağzı bozuk bir aşk mektubu bulduğumu, pencereleri daha çok kırdığımı ne olur anlatmayın. bu geniş ama hiçbir yeri görmeyen pencereleri..."

umay umay

ben öldüm. ama ailem üzülmesin diye yaşıyor gibi yapıyorum.

--------------------------------------------------------------------------------------------------


zifiri karanlıkta önümde birden garip bir manzara canlandı. acaba hangi organım görüyordu? bunu bile tayin etmekten aciz kalmıştım. bedenimi inceliyor, kendimi yokluyordum; ama nafile, karanlıktan başka bir şey yoktu. fakat nasıl görüyordum? ne görüyordum?.. buna bir isim vermek çok güçtü. görüş alanım sınırsızdı ve sınırsız bir alana bakıyordum. bir saniyede sanki milyonlarca asırlık mesafede oldukları tasavvur edilen boyutlardaki mekanları gezip gördüğüm halde hep aynı noktada duruyordum. duyguları ve idrakı alt üst eden bu kudret, vicdanı mahveden bu azamet tüm çıplaklığıyla parlamaya başladı. kudret de, azamet de, sonsuzlukta hiç oldu. yaptım diyemediğim, yapmadım diyemediğim bu yolculukta kendimi kaybettim ve bir an hiç oldum…

         

Tütün Sarmaya Yorgun Ellerim Kimi? Nasıl Sarar?
Boğazımda O Bozuk Tad Otomatik Sigaralar
Her Şeyden Düşüp Gitmek Bambaşka Bir Uyanışa

Ama Şimdi Bu Ev Var Kediler Var…


Sessizliğin Meryemi



Bazen, kendimi küçülmüş, bunalmış hissettiğimde, düşlemin gücü bile yaprak döküp kuruduğunda ve elimde düşlerimi düşünmekten başka düş kalmadığında, eski düşlerimi rasgele karıştırdığım olur, ister istemez hep aynı kelimelerle karşılaşsak da tekrar tekrar karıştırdığımız kitaplar gibi. Senin kim olduğunu da o zaman merak ederim işte, şatafatlı sessizlik törenlerinin yapıldığı farklı manzaraları, eski iç dünyaları ağır ağır seyrederken hep gördüğüm o resmi. Bütün düşlerimde düş gibi görünür ya da sahte bir gerçeklik gibi bana eşlik edersin. Seninle belki düşlerinde yaşayan memleketler, belki de yoklukla, insani olmayan şeylerle yoğrulmuş bedenlerinin bir parçası olan ülkeler gezmişimdir, esas bedenin ise, gizli bir sarayın bahçesinde, soğuk hatlarla çizilmiş sakin ova ve dağlarda erimiştir. Belki de sahip olduğum tek düşsün sen ve belki yüzümü seninkine yapıştırsam, gözlerinde imkânsız manzaraları, sahte sıkıntıları, yorgunluklarımın karanlığını, huzursuzluğumun kovuklarını dolduran o duyguları bulacağım. Düşlerimdeki manzaralar, seni düşlememek için bir yol olmasın sakın? Kim olduğunu bilmiyorum, ama ben kimim, onu biliyor muyum sanki? Düş görmenin ne olduğunu gerçekten biliyor muyum ki, sana düşüm demenin tam olarak ne anlama geldiğini bilebileyim? Belki benim parçamsın, belki en önemli, en gerçek parçamsın, bunu biliyor muyum? Yoksa düş benim, gerçeklik sen misin, ben senin düşün müyüm, yoksa sen benim yarattığım bir düş değil misin?

Nasıl bir hayat seninki? Seni nasıl görüyorum? Profilin mi? Hiç değişmediği halde hiç aynı kalmıyor. Bildiğimden söylüyorum bunu, ama bildiğimi bilmeden. Bedenin mi? İster çıplak olsun ister giyinik hep aynı, otursa da, yatsa da, ayakta dursa da hep aynı pozisyonda. Bütün bu anlamsızlıkların anlamı ne?
Hayatım hüzün dolu ve şikâyet edesim bile yok; yaşadığım saatler o kadar sahte olduğu halde, elimi kaldırıp dağıtmayı bile hayal etmiyorum.

Nasıl düşlemem, düşlerim seni?

Geçen Saatlerin Sahibesi, uyuyan suların, ölü yosunların Madonnası, uçsuz bucaksız çöllerin, çorak kayalıklarla kaplı kapkara manzaraların Koruyucu Tanrıçası – beni gençliğimden koru.
Devasızların tesellisi, hiç ağlamayanların Gözyaşı, asla çalmayan Saat – neşeden ve mutluluktan esirge beni.

Bütün sessizliklerin afyonu, el sürülmez Lir, uzaklaşmanın ve yalnızlığın işlendiği Nakışlı Cam – erkeklerden nefret eden, kadınlara gülüp geçen bir nesne yap beni.

Ölüm Çanı, elsiz Okşama, karanlıkta ölmüş Güvercin, hayal kurmakla geçen saatlerin Kutsal Yağı – beni dinden sakın, çünkü dinginliktir, inançsızlıktan da koru, çünkü güç demektir.

Gün biterken solan Zambak, kuru güllerle dolu Çekmece, iki dua arasındaki Sessizlik – hayattan tiksindir beni, sıhhate karşı öfke ver, gençliğimi küçümser.

Ey bütün belirsiz düşlere açılan Kucak, gereksiz, kısır bir varlık yap beni; nedensizce saflaştır, aldatmayı sevmez bir aldatıcı et beni, sen ki Yaşanmış Hüzünlerin Nehrisin; ağzım buzdan bir ülke olsun, gözlerim iki ölü göl, hareketlerimse kadim ağaçlardan usulca dökülen yapraklar – ey Sıkıntıların İlahisi, ey Yorgunlukların Mor Ayini, ey Taç, ey Ele Avuca Sığmaz, ey Uruç!
Sana bir kadınmışsın gibi dua etmek ne kadar koyuyor bana, bilemezsin, seni bir erkek gibi sevememek, gözlerimi düşlerimden kaldırıp, gökyüzünde bir yer edinememiş meleklerin gerçekdışı cinsiyetinin tam tersi bir Tan kızıllığına bakarcasına sana çevirememek!
Bir dua okurcasına söylüyorum sana olan aşkımı, çünkü aşkım da başlı başına bir dua; ama ne sevgili olarak düşünebilirim seni, ne de karşımda bir azize gibi dururken tahayyül edebilirim.

Yaptıkların vazgeçişin heykeli olsun, ellerin ise kayıtsızlığın kaidesi, kelimelerin reddedişin nakışlı camı.
Hiçliğin ihtişamı, perişanlığın adı, Ahiret’in huzuru...

Tanrılardan önce, tanrıların babalarından önce ve hatta aynı tanrıların babalarının babalarından önce gelen, bütün dünyalara çorak, bütün ruhlara kısır ölümsüz Bakire...

Varlıklar ve günler senindir; yıldızlar mabetlerine asılmış adaklardır ve tanrıların yorgunluğu, bilinçsizce kurduğu yuvasına dönen kuş gibi, gelir bağrına sığınır.

Sıkıntı son haddine vardığında gündüzü keşfedelim ve gündüzler hiç keşfedilmeyecekse bile, o gün gene de keşfin günü olsun!

Ey güneşsizlik, bir daha kamaştır gözleri; ey var olmaktan vazgeçmiş ay ışığı, parla...
Sen ki parlamayan güneş, bir tek sen ışırsın mağaralarda, çünkü kızlarındır onlar. Bir tek sen, var olmayan ay, [...] verirsin kovuklara, çünkü kovuklar [...]
Hayal edilmiş şekillerin cinsiyetindensin sen, şekillerin hükümsüz cinsiyetinden [...] Kâh salt profil, kâh salt davranış ya da tek bir ağır hareketsin – sen, benim oldukça can bulan anlardan, davranışlardan yaratılmışsın.

İçimizdeki sessizliklerin Madonnası kıyafetinin altında ne olduğunu düşlüyorsam, cinsiyetin cazibesine kapıldığımdan değil kesinlikle. Göğüslerin öpülmesi tahayyül edilecek cinsten değil. Bedenin tepeden tırnağa et-ruh, ama insan değil, beden. Etinin özü tinsel değil, tinselliğin ta kendisi. Sen Düşüşten önceki kadınsın, cenneti [?görmüş?] topraktan bir heykel.

Sana bir cinsel organı olan, gerçek kadınlara duyduğum tiksintiden geçerek vardım. Yeryüzünün kadınları [...] olabilmek için bir adamın kıpır kıpır ağırlığına katlanmak zorundadır – insan zevkin cinselliğin emrine gireceğini daha baştan gördüğü halde kadınları nasıl sever, aşkın hemen pörsümesine nasıl engel olabilir? Kadın-Eş’i farklı bir duruşu olan, cinsel birleşme halindeki kadın gibi görmekten nasıl kaçabilir, nasıl saygı duyabiliriz ona? Kendimizin de aslen dişilik organından geldiğimizi, iğrenç bir şekilde yavrulandığımızı düşününce, bir anneye sahip olma fikrinden iğrenmemek mümkün müdür? Ruhumuzun aslen etten geldiğini – etimizi doğuran o bedensel [?] idrak edince ne biçim bir tiksinti sarar bizi; ve ne kadar güzel olursa olsun, kökeni yüzünden çirkindir ruhumuz, doğum şekli de mide bulandırıcıdır.

Gerçek hayattaki sahte idealistler Eş’e methiyeler düzer, Anne fikrinin karşısında diz çökerler... Bir şeyleri saklamaya yarayan bir gömlektir onların idealizmi, yaratma gücüne sahip bir düş değil.
Arı olan yalnız sensin Düşlerin Sahibesi, hem sevgili hem lekesiz olarak tahayyül edebileceğim bir sen varsın, çünkü gerçekdışısın. Seni anne olarak kafamda canlandırıp sana tapabilirim de, çünkü ne döllenmenin iğrençliğiyle lekelendin, ne doğurmanın.

Tapılacak yalnız sen iken, nasıl tapmam sana? Sevgiye bir sen layıkken seni nasıl sevmem?

Kim bilebilir seni düşledikçe, başka bir gerçekliğin içinde gerçek kılmadığımı; bedenlerimize dokunmadan, farklı hareketlerle sarmaşarak, başka türlü birbirimize sahip olarak sevişebileceğimizi, başka, arı bir dünyada benim olmayacağını? Hem belki zaten varsındır ve ben seni yaratmak şöyle dursun, seni başka bir gözle, saf gönül gözüyle başka, kusursuz bir dünyada görmüşümdür sadece, buna kim itiraz edebilir? Kim söyleyebilir seni düşünmenin sadece seninle buluşmak, sevmenin ise sadece seni düşünmek olmadığını; tenden tiksinmemin, aşktan iğrenmemin, daha tanımadan kaygıyla bana yolunu gözleten o karanlık arzudan ya da hakkında hiçbir şey bilmediğim halde beni olduğum gibi sana iten tarifsiz özlemden kaynaklanmadığını?

Ve hatta, kim iddia edebilir çok eskiden, belirsiz bir başka yerde seni zaten sevmemiş olduğumu? Şu tükenmez sıkıntıyı başıma saran da, o yerin hasretidir belki. Belki varlığımın duyduğu tarifsiz bir özlemsin sen, yokluktan ibaret bir beden, Uzaklık’ın bedeni ve belki de dişiyi dişi yapanlardan başka nedenlerden dolayı dişi.

Seni bakire olarak da düşünebilirim, anne olarak da, çünkü bu dünyadan değilsin. Kollarındaki çocuk, karnında taşıyarak lekeleyeceğin kadar küçük olmadı asla. Hep şimdi olduğun gibiydin, bu durumda bakire olman gerekmez mi? Hem sevebilirim seni, hem tapabilirim, çünkü aşkım sana el koymaz, hayranlığım da seni benden uzaklaştırmaz.

Sonsuz-Gün ol, batan güneşlerim, benliğinle kuşatılmış güneşinin ışıkları olsun.

Görünmez Alacakaranlık ol ve arzularım, hırçınlığım kararsızlığının renkleri, belirsizliğinin gölgeleri olsun.

Mutlak-Gece, Yegâne Gece ol, ben de kendimi tamamen kaybedip sende hükümsüz kalayım ve düşlerim yıldızlar gibi parlasın, uzaklaşma ve inkârdan yapılmış bedeninde.

Harmaninin kıvrımları olayım, tacındaki taşlar, parmaklarındaki yüzüklerin o bambaşka altını.
Ocağında kül olacaksam, adıma toz deseler ne çıkar? Odanın penceresiysem eğer, boşluk olsam ne yazar? Su saatinde saat isem geçsem ne olur, değil mi ki sana ait olduğum sürece duracağım, ölsem ne olur, sana ait oldukça ölmeyeceğim madem; seni kaybetsem ne olur, seni kaybettikçe bulacaksam eğer?

Sen ki saçma şeyleri Yapan, kopuk cümleleri Eğirensin, sessizliğin beni yatıştırıp uyutsun, saf-varlığın okşasın, yatıştırsın, rahatlatsın, [...]in uyku versin bana, ey Ahiret’in Hanımı, ey Yokluğun Üstadı; bütün sessizliklerin Bakire-Ana’sı, üşüyen ruhların Ocağı, kimsesizlerin koruyucu Meleği, hüzünlü, ölümsüz Kusursuzluğun insani, gerçekdışı Görüntüsü.
Hayır, kadın değilsin. Yüreğimin en derin yerinde bile, dişilik namına hiçbir şey çağrıştırmıyorsun. Bir tek hakkında konuşurken sana dişi diyor kelimeler, ifadeler de seni bir kadın olarak çiziyor. Seninle aşk hayalimle dopdolu bir şefkatle konuşmam gerekir ve kelimelerin sesi ancak seni dişi bir varlık olarak tahayyül ettiklerinde böyle çıkıyor.

Ama sen, belirsiz özüne bakınca, hiçbir şeysin. Gerçekliğin yok, salt sana ait bir gerçekliğin bile.

Aslına bakarsan ne gördüğüm var seni, ne de hatta hissettiğim. Bir duygu gibisin, aynı zamanda kendinin nesnesi olan, kendi kendinin en mahrem yerine yuvalanmış bir duygu. Görür gibi olduğum görüntüsün hâlâ, sonsuz bir Şimdi’ de, bir dönemecin ötesinde kaybolan, kıl payı kaçırdığım bir gömleğin eteği. Profilin hiçbir şey olmamanın profili ve ideal bedeninin hatları, bizzat hat imgesinin kolyesinin incilerini tek tek döküyor. Çoktan geçtin sen, çoktan var oldun sen, ben seni çoktan sevdim – senin varlığını hissetmek, bunların hepsini hissetmek demek.

Düşüncelerimin arasındaki mesafeleri, duygularımın boşluklarını dolduruyorsun. İşte bunun için hissetmiyorum seni, düşünmüyorum da, ama düşüncelerim varlığını hissettiğim çapraz tonozlar, duygularımsa adını andığım gotik kemerlerdir.

Kendi kendini ifşa eden kusurlu doğamın, o berrak, o bomboş, o karanlık manzarasında kaybolmuş hatıraların ay’ısın. Varlığım belli belirsiz algılıyor seni, belinde kemerin seni hissedeceği gibi. Huzursuzluğumun gece sularının dibinde ak yüzüne eğiliyorum, biliyorum ki göğümde ayı uyandıran aysın ya da, nasıl bilmiyorum ama, ay’ı taklit eden tuhaf bir denizaltı ay’ısın.
Ne kadar da isterdim seni görebileceğim Yeni Bakış’ı, seni düşünmemi, hissetmemi sağlayacak Yeni Düşünmeler’i ve Duygular’ı yaratmayı!

Harmanine dokunabilsem keşke, oysa sözlerim, kendi uzattıkları ellerin kalkıştığı hareketten bitap düşüyor ve acı veren, büyük bir yorgunluk kelimelerimi üşütüyor. Şu kuşun döne döne inmesi de bundan, sanki hep yaklaşmak isterdi de bu kuş, bir türlü gelemezdi, sen demek istiyorum etrafında döndüğü şeye, ama cümlelerimin tabiatı ayak seslerinin özünü yansıtmaktan âciz ya da bakışlarının ağır akışını veya hep yarım kalan jestlerindeki kıvrımların boş, hüzünlü rengini.
Ve uzak bir varlığa konuştuğum doğruysa ve eğer bugün olabilirlikler bulutuyken yarın gerçekliğin yağmuru olarak yeryüzüne yağarsan – şunu asla unutma ki kutsallığın, hayalimde doğmuş olmandan gelir. Hayatta daima yalnız bir adamın düşü ol, bir âşığın sığınağı olma sakın. Kutsal çanak olarak kal. Gereksiz bir amfora olarak gizemini koru. Kimse senin hakkında, nehrin kendi kıyıları için söylediğini söylemesin: Sadece beni sınırlamak için varlar, diyemesin. Bunun yerine düşlere yaslanıp ömür boyu hiç akmamak, kuruyup gitmek yeğdir.

Kendini yüzeyselliğe ada, hayatını, hayata bakma sanatına dönüştürmeye ve asla aynı kalmayan, hep bakılan olmaya ada. Asla başka bir şey olma.

Bugün bu kitabın profilinden başka bir şey değilsin, tamamen yapay bir profil, ete kemiğe bürünerek ötekilerden ayrılmış bir zaman parçası. Bütün bunların hepsi olduğuna yürekten inansam, seni sevmek hayali üzerine bir din kurardım.


Sen her bir şeyde eksik kalan parçasın. Sen, onları sonsuza kadar sevebilmemiz için her şeye lazım olansın. Mabet’in kapılarının kayıp anahtarı, Saray’a giden gizli yol, sisin ebediyen gözden sakladığı uzak Ada’sın...

Huzursuzluğun Kıtabı / Fernando Pessoa