.

.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

31 Oca 2012

Ağır Roman

 
 
 
gökkuşagının renkleri koleranın
damlarında sevişti.
can sesleri
ezan sesi
hafif esrar kokusuyla karışıp
havayı kapladı.

savrulurken raconun kırmızı pelerini o zarif öfkeye;
zaman ki sana hasta oldu.
incelikli haytasın.
nüksederken raksını mahallenin maşallahı eyvallahı;
güzelleş be oğlum..

şimdilik ölümüne kadar hayattasın,
şimdilik..ölümüne kadar hayattasın..
..

- bir çift kanattınız hüznün rüzgarlarında,
dağılıp gitti melekleriniz beyazın öte dağlarında..
ağlasın ardınızdan bir ağızdan butun dehşetiyle kolera
sen harbi hayal et:
sağlam gariban..
ruhuna el fatiha..
..

- o bin tılsımlı anın çarşafından ağır ağır geçirirken hayatını, bilemezdi üç tekerlekli bisikletin karanlığa takla atacağını..

- her hayatın bir agırlıgı vardır koçum, senin ki kaça tartıyo?

- madde mi agır mana mı ?

----

bir çift kanattınız hüznün rüzgarlarında
dağılıp gitti melekleriniz beyaz'ın öte dağlarında
ağlasın ardınızdan, bir ağızdan, bütün dehşetiyle muamma
güzel adam! sen harbi bitirim, sağlam gariban...
ruhuna el fatiha!
(ölü yalnızlıkların requem korosu)



salih : “nasıl söyleyim bilmiyorum, tapıyorum sana hastayım”

tina : “ kalbimi çaldın pezevenk çocuk, ölümüne tav oldum sana”


güneş buluttan sıyrılırken, gökkuşağının renkleri koleranın damlarında sevişti.çan sesleri, ezan sesi hafiif esrar kokusuna karışıp gökyüzünü kapladı.imparatorlar cıgaralarından babacasına çektikleri dumanı üflerken,adam mickiewicz'in şair ruhu dumana tutunup yüz yıllık müzesinden kalkarak kilisenin ıstavrozuna kondu.ağır ablalar esrarı daha kallavi çekebilmek için zıvanalar hazırlamaktaydı...
zarlar düşeş gelseydi, belkide herşey başka türlü gerçekleşecekti buluttan sıyrılırken.

Ben kötüyüm, erdem kimin adı ?



Sessizliğin oyunu sessizlikte oynanır. bir hastane odasında; ziyaret saatinin bittiğini anons eden doğulu kızın aksanlı ricasından sonra. Yan odada büyük bir hikaye yere düşürülürken..
Birşey kaskatı kesilip duruyor yüzümde yemek yerken, televizyon izlerken, fal bakarken..
Uyut seni ellerim.
Sessizlik elma yiyemez.
tenimizi kanatan anıları yalayarak seviştik. Hiç konuşmayacak mısın?
Tüm kalbim olan sen, gölün içindeki sesin dudaklarımdaki yaraları iyileştirdi.
Beni büyüten korkaklıktan çekip aldığım ne ise o boşuna yetim bırakıyor mutsuzluğa yakın olan yanımı.
Yani soluma döndüğümde pazartesiyse ve yatağın altından hiç ses gelmiyorsa..
Müzik karıştırıyor kafamı; ne zaman ölecektim unutuyorum. burası neresi, burası neresi?
Çürük tarafı yenmiş bir muzu sehpanın üzerindeki altın saatin yanına koyup pencereden atlayıp gitti...
hemen o gece ucuzluktan aldığım kanatlarla bir kaçış planladım. mektubuna inanıp uçtum. uçtum..
makyajımın bozulmamasından ve gereğinden çok kan akıtamamaktan korktum. gülen, çığlık atan, istasyon tellerine takılan bir melek oldum.
Kendi yankımla tanrımı yeniden kaybettim. kanatlarımdan akıp giden boşluğa bakıp üç kez yineledim;
neden her gün dalga geçiyorum kederle......, neden her gün sürekli olarak dalga geçiyorum kederle....,
neden kendimle her gün......!

kaçtığım kentler ve unuttuğum sevişmeler eksik harflerin arasına sıkışmış...; kahve lekeleri yüzünden okunamayan mektuplarım, fanilam, deri ceketim, kimsesiz yatağım, ıslak çarşafım, tanrım...

o'nu bir çocuk gibi öpmüştüm. dışarı soğuk, ölür diye içime sokmuştum. kaybettim...
'elimde bir tek ben kaldım yalancı' diye bağırırken. artık onu bulamam, çünkü donmama hakkımı kazandım.!

bir parça pamuk ve ılık su ile kurumuş dudaklara değdirilen sessizlik. ayaklarını açıkta bırakan bir yorgan gibi.
kimsenin anlamayacağı dertlerle gerçeklerle başımız dertteyken ve kendimizden daha yalan bir tanrı bulamıyorken;
bekleyen: bekleyen: bekleyen sessizlik.

kazanmak zaten yakışmazdı bana.
kazananların, onların yakalarında lav stori,ler, ölürken bile dişlerini fırçalayan,
koltuk altlarını dedorantlayan aşklar var.

Yıkılmayacak kadar yalnızım.
Aşkın karşısında ölüp ölüp dirilen acılar için söz veriyorum,
sana henüz ölmedim, yaşıyorum numarası yapabilen herkes için söz veriyorum baba.....;
boşuna tinerlemedim sokakları, boşuna durup durup kusmadım, boşu boşuna küfretmedim orospu olan hayata...,
boşuna ezberlemedim bu kurum tutmuş tarihi... sen hiiiiiiiç duymuyosun diye baba, okaliptüslerin altında ne çok çiğ birikti diye.....
sil ellerim, sil seni.

Aşkın eldivenleri kimseye olmuyor...
Erik ağaçları delik deşik...
Recel kavanozları paramparça...
Ekmeğimin üzerine sürdüğüm cam kırıklarını ....
vaz geçtim tamam mı?
Orda mısın?
Bir yerine 3 küpeyle uyanıyorum...
Onun alnındaki yenik cümleyi sayıklıyorum...
Kırmızıyı ısırıyorum...
Ona sarılamadığım geceyi,,,
boğulmak için gözyaşlarını dilendiğim,,,
çağırıldığım sarhoşluk....
ellerim, kırılmış bileğim...;
geriye dönememek...
orda kuşları ürperten sessizliğe bağırdım....
korku biriktirdim...

Avucuma sığacak büyüklükteki her şeyi küçük defterlerde biriktirdim..
Odama dökülen rüzgar yanığı yaprakları,
radyodan çekilmiş acıklı şarkıları,
Alışamadım diye biten şiirleri ,
Keşke diye başlayan mektupları ..
Biriktirdikçe azaldım.
Bana yanlış tren istesyonları gösterdiler.
Baksana orda mısın, dinliyor musun beni..?
Kapının deliğinden babamın beni koruduğu sokağa bakıyorum..;
Hatırladıklarımın masumiyetiyle ölüyorum..

Bordo valizin bozuk fermuarlı iç cebinde saklanan aşkım,
Ve içimde.;
"sakın ha beni görme" diye ağlayan ozanım.
Yalancılar çocuklarla sevişirken hıçkırıklarım seni uyandırmadı mı Orhan?
Uyanmamıssan hiç vazgeçmeyen bir buluta yapıştırırım aşk,tan kesik bileklerimi..
Nasılsa geçmişin içinden çıkıp gelecek olan,
Gelecek boşa çıkaracak bütün hesaplarımızı.
Bulut kanatlarımla sevişir,
sessizlik dudaklarımla.
Tüm yalancılar çocuklarla sevişir.

fotoğrafından kopardığım başını yastığıma geçirdim. saçlarının kokusuyla bağışladım kendimi.
çok sevdiğin silik nefretini yalnızlık terliklerimin altına yazdım. onu sevmediğim odalarda sürte sürte eritebilirim. buzdolabına tıkayıp dondurabilirim. denize fırlatıp çoğaltabilirim.
onlar benim terliklerim. ama korkma, ben boynunu güzel eğmiş bir aslanım. yastığıma yaslanıp soruyorum;
bana ne yaptın? 'sesin titriyor;' seni hiç incitmedim ki, kim uydurdu bu yalanı. beni hiç incitmedin oğlum, sadece canımı taşıyan bardağı devirdin.
dayanabiliyorum tamam mı...

sar bedenimi; kitabımdaki son paragrafta uyuyayım. o senin en sevdiğin kitap olsun.
bırak o korkunç şiirler okusun alnımızı. bu kadar kırılmışken ve hala kırılabilecekken
bırak sayfalar onarsın bizi. hala ilk günkü kadar yakınım sıcak mürekkebe. aşk senin
kadehinde bakışımı delip geçerken anladım...camdan bulutların altında
yattığımızı.., yağmur yağarsa ölebileceğimizi....

kazanmak zaten yakışmazdı bana.

sil ellerim, sil seni.

Sessizlik öğreniliyor. Sessizliğim belli oluyor. Bir şey donup kalıyor yüzümüzde…;
Bugüne dek kimseyi sevmemiş olmaktan ve artık sevememekten korkuyor. Sessizliğin oyunu…
Burası neresi……
hayatta kaldığımı düşündüğüm karanlık, portakal rengi bar tuvaletleri geliyor aklıma. sürünerek, sakat ya da terk edilmiş bir düşe tutunarak dışarıya çıkmaya çalışıyorum.
yalancı düşlerim,
yalancı annem,
yalancı portakal rengi satıcısı..
tuvalet kağıdının kenarları bacaklarımı kesiyor, kan akıyor, miğdem bulanıyor....

kahretsin... sevgilimin gözlerini öpecektim oysa. gerilmiş bir ok gibi kalbimi yaralayan kirpiklerini... ölümümü izleyecektim. seni hiç sevmiyorum diyecektim.. Bu suç mahallinde unutulan umudu nasıl dile getireceğim.
Hangi kürekle, hangi toprağa gömeceğim bunca cesedi.

Sokaklar Uyudu Artık Öpüşebiliriz / Umay Gedikoğlu

Anlıyor musun Olric ?





Ne demek oluyor incitmedensezdirmedenacıtmadanduyurmadan anlatmak Selim ?

Salon alkıştan inlesin! Filmin hafiyesi geldi.Kızı atının terkisine aldığı gibidörtnala çiğneyip salonu birbirine katmaya geldi.Öfkeden boğuluyor : öfkeyle boğmaya geldi.Paçavralar içinde dolaşıyoruz Olric'le birlikte.Mehmet Siyahkalem'in Resimlerinde ki kara sakallı keşküllü pis dilenciler gibi karartıyoruz ortalığı.Şeytanlarla elele verip eletriksüpürgeleriyletarazlanmış halılarınızın üstünde tepinmeye geldik.Yakında bir plağımız çıkıyor.Bütün şöförler çalacak arabalarında.Yaslı gittik şen geldik yedi tepeden geldik aç kapıyı bezirgan bonjur demeden geldik.Gözüm kararıyor Olric : elimden bir kaza çıkacak.Ben Selim'e benzemem.Yanlış adam seçtiler beni bu işe memur etmekle.Ben özel teşebbüsüm Olric.Herkesle birlikte kalkıp herkesle birlikte oturmam.Ben Amerika'yı keşfetmiş adamım.Sağım solum belli olmaz.Doktora filan yapmadan kibrit suyu üretimine başlıyıveririm. Elinizde patlarım ulan!

Ağzınızı bozmayınız efendimiz.Ben öyle dergi filan çıkarıp,adam başına düşen milli gelir masallarıyla avutamam kendimi.Rahmetliye saygısızlık oluyor efendimiz.Selim'in ölümüyle ilgili araştırma için görevlendirilen komisyona üye yaptılar beni. Aylardır belgeler peşinde koşturup duruyorlar.Benim bir yıllık memuriyetim var Olric.Ben komisyonları bilirim.  işte raporum.Daha Selim'in yazdıklarını okumadınız efendimiz.Ara raporu veriyoruz, karıştırma Olric. Komisyon üyelerini zorla bir araya getirdik.Yazı yazan kadına pek kötü bakıyorsunuz efendimiz.Gidip evinde yazsaydı Olric.Aklı başında bir insan bara yazı yazmaya gelir mi? Oturup bu adamın başını bu yana çevirmesini bekleyemem. Kalktı , garsonun yanına gitti. Bir içki daha. Kimse meseleyi doğru dürüst incelememiştir Olric. Benim raporu görüşmeden hemen kabul ederler . Pek sanmıyorum efendimiz. Hele böyle öfkeli görürlerse sizi...Açık oturum yapacağız Olric.İlgili herkes çağıracağız. Gene mi soldan geldin papyon kravatlı? Kelebek değilde papyon. Diliniz batsın.Aman birden içmeyiniz efendimiz.

Hepsini birden içeceğim Olric.Komisyon üyelerini çiğnemeden yutacağım.. Onlar daha bir önce ki toplantı tutanağını okumadan, birden masanın üzerine çıkacağım. Ellerine ayaklarımla basacağım.Tutundukları son masadan da aşağı yuvarlıyacağım onları.Birer birer masanın kenarlarından aşağı yuvarlanacaklar ve halının içinde boğulacaklar. Kelmlerini,kağıtlarını,camdan sigara tablalarını parça parça edeceğim. Başımda kırmızı bir mendil, ağzımda keskin bir bıçak masanın bir ucundan bir ucuna kayacağım. Orada birden bire topuklarımın çevresinde dönerek  elimi göğsüme sokacağım ve eşşek derisine pastel boyayla yazılmış raporumu kınında sıyıracağım.. Bu rapor değil. Bu bildiğiniz kelimelerle yazılmış bir araştırma değil.Yaşayan,nefes alan,ıstırap çeken, haykıran bir belge bu.Bu belgeyi okumayacağız Olric. Bu belgeyi , bu raporu yaşayacağız Olric.Anlıyor musun Olric ? Anlamak istemiyorum efendimiz. Hayır anlamalısın. Nasıl anlamazsın Olric ?  Bizim dışımız da belge falan yok Olric.Ben Turgut Özben , elle tutulur tek belgeyim ben. Yüzüme baktıkça okumalısınız beni.. Aranızda durmadan dolaşacak,elden ele gezecek canlı bir delil. Kendimi çerçevelere sokup,gazetelerde ilan edeceğim. Duvarlara yapıştıracağım Turgut Özben'i. Cumartesi günleri öğle tatilinden sonra bayrak direklerine çekeceğim. Zarflara koyup mektup diye göndereceğim. Beni açmaya korkacaksınız. Canım insan, sana çoktandır yazmak istiyorum. İşlerim yüzünden bir türlü fırsat bulamadım.Senden uzun süredir yazmıyordun.. Merak ediyordum.. Gene dayanamadım. Ben yazıyorum.Reklam filmlerine çıkacağım. Dikkat! Bu bir reklam filmi değildir. Bu filmi seyretmede herkesin çıkarı vardır.Anadolunun billur ırmakları arasında eski Kafkasya krallarından  Disconnectum Erectal'nın sarayının kalıntıları arasındayız.. Beyaz tüller arasında Günseli sizlere Işık çoraplarının reklamını yaparken... sayın dinleyiciler Turgut Özben'le on beş saniye programını sunuyoruz : önce okuyucu mektuplarını cevaplandırıyorum. Isfarla'dan MYKL rumuzuyla mektup gönderen hayranım soruyor : bilmem ben bu gönülle nasıl yaşayacağım ? Yetmez mi bu elem daha yıllarca mı sürsün ?  Yakında bitiyor sevgili dinleyicim. Piyasaya bir çıksam mesele kalmıyacak. Bütün hesaplarımı yaptım. Maliyetimi çıkardım. Onlara oldukça pahalıya mal olacağım. Belli etmeden yavaş yavaş süreceğim kendimi. Olric'le birlikte karamela satacağız.Kalabalık ve candan bir satıcı topluluğu içinde yerimizi bulacağız. Bütün varımızı yoğumuzu değiştireceğiz. Kanımızı değiştireceğiz...

 Tutunamayanlar / Oğuz Atay

30 Oca 2012

Anathema - They Die



doğuya bakan yüzünle bak bana ve kalbimin bir porselen gibi olduğunu

hiç unutma

çocuk gibi olduğumu söylemiştin zaten.

çocuk gibi yazdıgımı biliyorum bu kitapta

kırmızı mürekkeple boyanmış bir çocuk başı uyuyor kalbimde.

fosforlu gözleri açıklanamayan şeylerin merkezi gibi.

tıpkı bunun gibi açıklanamayan şeylerin merkezi olsun isterdim bu

kitap;

hiç kumru olamamış bir çocuk izini bırakırken onun üstünde;

ararken bir kumru oluş halini...

pera'nın eski bir sokağında



kuşlar kalkıyor aya irini üstünden
bir sap ot kulaklarının arkasında.
ben sonunda burdasın işte diyorum kendi kendime
burda eski bir atlasın kesiştiği yerde.
bir kedi gözlerini dikmiş sana bakıyor
ve aşağılarda gök ne kadar aşağılarda olursa.
ve karşıdan karşıya geçmeye çalışıyor bir kadın.
ben seni düşünüp korkunç ince diyorum görmediğim boynu.
önümden çerçiler askerler bıçak bileyiciler geçiyor
ve asık suratlı kazmacıları dünyamızın.
bir ses seninle aynı yarımadadayız diyor
ve yitiyor sonra pera'nın eski bir sokağında.
pera'nın eski bir sokağını tepiyorum ben böyle her akşam
her akşam tabanımda senin çamurun.

Beş Parmak Dağında Endymion




Uyuyordum doruğunda dağın. Ve güzeldi
yılların yıprattığı yıktığı gövdem.
Yukarda, elen ormanında, yavaşlatıyordu
Kentaur dörtnal koşusunu
gözetlemek için uykumu sağladı. Hoşlanıyordum
düş görmek için uyumaktan ve öteki,
bellekten kurtulan arındırıcı düşe kavuşmak için
yeryüzünü yaşamanın yükünden kurtaran
düşe kavuşmak için uyumaktan.
Tanrıça Diane, o aynı zamanda ay olan,
görüyordu uyuduğumu dağın üzerinde.
İndi, yavaşça, kollarıma.
Altın ve aşk, yanan gecede!
Sıkıyordum ölümlü gözkapaklarımı.
Görmek istemiyordum, balçık dudaklarımın
kutsallığına saygısız davrandığı yüzü.
İçime çektim ayın kokusunu
ve adımı ünledi ölümsüz sesi.
Kavuşan arık yanaklar!
Aşkın ve gecenin ırmakları!
İnsan buseleri ve gerilimi yayın!
Bilmiyorum ne kadar sürdü mutluluğum.
Öyle şeyler vardır ki ne salkım
ölçebilir ne çiçek ne de narin kar.
Herkes kaçtı benden. Korkutuyordu herkesi
ayın gönül verip sevdiği erkek.
Yıllar geçti. Çılgına beni çeviriyor,
korku, uyandığım zaman. Düşünüyorum,
gerçek miydi, bir düş müydü yoksa
dağın doruğunda yaşadığım o altın çalkantı.
Boş yere tekrarlıyorum kendi kendime
geçmişin anısı ve düş, tek ve aynı şeydir diye.
Yalnızlığım yavan
yollarında yeryüzünün dolaşıyor ; ama ben, arıyorum,
hep arıyorum, eskil gecesinde tanrıların,
o duygusuz ayı, kızını Zeus'un.

Büyük Şelaleler





Gitmemek daha iyi bu derin ormanlara
Diplerinde uyuyan
Büyük şelaleler için

Uyanmasın daha iyi büyük şelaleler
Sahte bir uyku örter tuzlu kirpiklerini
Düşleri fark edemez tomurcuklar
Beyaz ve oksijensiz suyun altında

Onların çevresindeki günler
Ve cılız ve tekdüze mızırdanan ağaçlar
Hiçbir hayali gömmez suların içlerine

Bu karanlık ormanlardaki su
Öylesine zavallı ne yeknesak akışlı
Ve akışkan bir kaynakta kutsanmış
Bir deniz itirafı baktığım yerde

Ah gözyaşları içime akan
Bu mezar çukurunun boşluğunda
Dikilmiş sütunlara baktığım yerde
Ah benim eski sabrım
Dokunulmamış kalsın
Sonsuz yalnızlık su yalnızlık.

29 Oca 2012

Ölümlü Ölümsüz




(Thanatos Athanatos)

Ve şimdi seni yadsımak zorunda mı kalacağız
urların tanrısı, canlı çiçeklerin tanrısı
bir hayırla mı yanıtlayacağız o karanlık
kayayı ki benim özbenliğimdir, ölüme razı mı olacağız?
Ve onun mezartaşına kazıyacak mıyız
tek kesin bilgimiz: thanatos athanatos!
Apaçık sorulara yenilmiş şu adamın
düşlerini, gözyaşlarını, öfkelerini
yorumlayacak bir addan yoksun.
Diyaloglarımız da değişmiş şimdi bak
saçmalıklar da mümkün olmada.
Orada sislerin dumanların dışında, ağaçların
yaprakların gücü uyanmada
doğrudur kıyılarına basınçta.
Hayat düş değil. Doğrudur insan
ve onun kıskanç yakınışı sessizlikten.
Susku tanrısı, açık yalnızlık.

Hayvanlara aşığım. Sorunum insanlarla.



./. bir süre sonra insanın gırtlağına takılıp kalıyordu barlar. Kusmak istiyordunuz. Bar müdavimleri eskici dükkanındaki insanlardan farklı değildirler; zamanı ve herşeyi öldürmek için giderler oraya.

./. "meslek olarak yazarlığı öner misiniz" diye sordu genç öğrencilerden biri.
"komik olmaya mı çalışıyorsun?" diye sordum ona.
"hayır, hayır. Ciddiyim. Meslek olarak yazarlığı önerir misiniz?"
"yazmak seni seçer, sen yazmayı seçmezsin."

./. insan ırkını asla anlayamayacağım, ama birinin şarlatanı oynaması gerekiyordu.

./. MOR bir çiçek üstüme eğilip nefesimi kesmeye çalışıncaya kadar kaldım orada....
.
./. bana gelinin annesi olarak tanıştırılan kadının bacak açtığını farketti, fena değildi bacakları, naylon çorap, topuklular. Geri zekalı birini bile tahrik edebilirdi, ben sadece yarı-geriydim.

./. eski bir ayyaş her zaman ayağa kalkar, yeter ki zaman tanıyın.

./. bir sürü farklı yolu vardı delirmenin...

./. insanın idrak etmesi gereken bir diğer şey de ne olursa olsun kazanmanın zor olduğudur; kaybetmekse çok kolay.
Büyük Amerikan Kaybedeni olmak iş değildir -herkes yapabilir-; nerdeyse herkes yapıyor zaten.

./. bana gelince; hipodrom bana çabucak nerede zayıf, nerede güçlü olduğumu söyler ve o gün kendimi nasıl hissettiğimi ve ne kadar değiştiğimizi, SÜREKLİ değiştiğimizi, ve bunun ne kadar farkında olmadığımızı.

./. atyarışlarından ve televizyonun beyin-emici sterilize sanal varlığından önce, dünyayı köreltmek için binlerce floresan lamba üreten devasa bir fabrikanın paketleme servisinde çalışmıştım, kütüphanelerin yararsız, şairlerin ise özenle yakınmayı seven boklar olduğunu bildiğimden barlardan ve dövüşlerden öğrenmeye çalışırdım.

./. bi tek güneş iyiydi, ama yetinmeyi bilmeli insan.

./. MOR ebedi gerçekle yüzyüze...

./. tepeden tırnağa MOR'sun...

./. paket paket sigara tükettik -Chesterfield-

./. lanet olsun, anlamıyor musun? Dedim editöre, alışveriş merkezlerini sevmiyorum! Alışveriş merkezlerinde olmaktan hoşlanmam! Orada oturup mermer fıskiyeyi seyredersin. Bir karınca geçer, ya da bir tür böcek can çekişmektedir önünde, bir kanadı hareketli diğeri hareketsiz. Yabancısındır. İki-üç kişi sana buz gibi bakar. Sonra garson gelir nihayet. Kirli külotunu bile koklatmaz sana, ama kazulet karının tekidir ve bunun farkında bile değildir. İstemeye istemeye siporişini alır. Bir kola. Sıcak ve bükülmüş bir kağıt bardakta getirir kolayı. Canın kola filan çekmiyordur aslında. İçersin. Böcek hala can çekişmektedir. Otobüs hala gelmemiştir. Mermer fıskiye toz kaplıdır. Herşey yapaydır, anlıyor musun? Tezgaha gidip bir paket sigara almak istersen biri gelene kadar beş dakika geçer. Oradan çıktığında dokuz kez tecavüze uğramış gibi hissedersin kendini.

./. mesainin en kötü tarafı ne zaman biteceğinin belli olmayışıydı.

./. -MORUMSU- tatlı bir içkiydi...

./. amerikalılar; herşeyin içine ediyorlardı.

./. "ama ben bir yazarım. Spesifik olarak .mdan ziyade genel olarak insanlıkla ilgiliyim."

./. MOR ışıklı mahallede otururken....

./. MOR bir ışık dökülüyordu üstünden.....

./. milyonlarca kadının içinden biri çıkar ve içinizde uykuya yatmış ne varsa canlandırır. Yapılarında bir uyum vardır,
giydikleri elbisedir bazen sizi çeken; ya da kendilerine özgü bir hava.

./. ruhundan arta fazla bir şey kalmamışsa ve bunun farkındaysan biraz ruhun vardır yine de.

./. dibe vurduğunu sanıp bir dip daha olduğunu keşfedebiliyordu insan.

./. tuhaf: bazen düzüşmemek yarım yamalak bir düzüşten daha iyiydi. Yanılıyor da olabilirim. Genellikle yanıldığım söylenir.

./. cezaevindeki insanlar için yapılacak tek şey var: onları salmak, savaşan insanlar için yapılacak tek şey var: savaşa son vermek.

./. ...daha çok sonsuza dek bokun içinde yüzmek istemediğimiz için. Her ne kadar bok iyi bir hoca olsa da
insanın alabileceği dersler sınırlıydı, sonra boğulup gidiyordunuz bokun içinde.

./. dünya öğütücü ve rutin külfetleri ile saatlerimi, yıllarımı çalmış,   belli oluyor, utanıyorum yılgınlığımdan; parasından değil, yılgınlığımdan. Devrimcinin iyisi yoksul adamdan çıkar, ben devrimci bile değilim, yorgunum sadece. Ne boktan bir hayat yaşamıştım! Aynalar, aynalar....

./. ...jartiyerleri MORdu....

./. bizim gibiler için kafesler hazırdır. Ben bir kafese daha katlanabileceğimi katlanabileceğimi sanmıyorum. Kendi yapımım kafesler bana yeter.

./. hollywood ayışığı iğrenç bulaşık suyu gibi üstümüze dökülürken öyle zordur ki intihar...

./. -kimse ruhunun tamamını yitirmez- yüzde dooksanının rüzgara işer sadece.

./. Yalnızdım yine, ve gecenin deliliği gündüzün deliliğiydi. Yatağa yerleştim, yatay, tavana bakıp .mına koduğum yağmurunun sesini dinledim.

./. bir deli için en kötü şey kendi aklını tahlil etmesidir.

./. psikiyatrlara dönecek olursak, onlarla ilgili olarak anlayamadığım bir şey de ellerinde onca
ilaç varken neden güç yöntemlerini yeğledikleridir. Kafaları çalışmıyor.

./. sırlarını açmadan mezarı boylayan insanlar vardır.

./. sadece kendini beğenmiş insanlar her soruya bir cevap ve öğütle karşılık verir.

./. intihara meyilliydim. Zaman zaman ağır bunalımlara giriyordum, kalabalığa özellikle de sıraya girip beklemeye tahammülüm yoktu. Ve hayatlarını sıraya girip bekleyerek geçiren bir toplum olmaya doğru gidiyorduk. Havagazı ile intihar etmeyi denemiş, başarısız olmuştum. Ama başka bir sorunum da vardı. Sabahları yataktan çıkamıyordum. Nefret ediyordum yataktan çıkmaktan. Herkese "insanlığın en büyük iki icadı yatak ve atom bombasıdır." Diyordum. Deli olduğumu düşünüyorlardı. Çocuk oyunları, ömürlerini çocuk oyunları oynayarak geçiriyordu insanlar -hayatın dehşetinden etkilenmeden rahimden mezara gidiyorlardı.-

./. bazı insanlar sürekli bi yerlere gitme ihtiyacındadır.

./. balık gibi dümdüz bir herifti...

./. yüzde yüz insan yoktur aslında. Hepimizin, başkalarının farkında olup bizim farkında olmadığımız deli ve çirkin bir yanı vardır. Yoksa bu çiftliğe nasıl katlanabilirdik?

./. hadi bi Chesterfield yakıp herşeyi unutalim.

./. insanı delirtebilecek herşeyi yasamaya kalksak toplumun yapısı altüst olurdu -evlilik, savaş, otobüs servisi, mezbahalaar, arıcılık, cerrahi, aklınıza ne gelirse. - herşey insanı delirtebilir çünkü toplum çürük tahtadan bacaklar üstüne oturtulmuş.

./. kötü asit kötü fahişe gibidir.

./. yaşanan herşey yaşandığı anda gerçektir -bu bir film, bir düş, cinsel ilişki, cinayet, öldürülmek ya da dondurma yemek olabilir.

./. bize kendi a, b, c 'lerimizle küçük bok kutularımıza hapsolmamız gerektiğini telkin etmeleri sonucunda aklını kaçırdığı için bireyi suçlamayın. LSD değildir kötü tribinizin nedeni - annenizdir- başbakanınızdır, komşunun küçük kızıdır, elleri kirli dondurmacıdır, zorla gördüğünüz cebir ya da İspanyolca dersidir. 1926 yılında kokladığınız iğrenç heladır, size uzun burunların çirkin olduğu öğretilmişken gördüğünüz çok uzun burunlu bir adamdır; müshildir. Bir fabrikada on yıl çalıştıktan sonra beş dakika geç kaldığın için kovulmaktır. Sana altıncı sınıfta tarih öğreten o yaşlı bok çuvalıdır. Köpeğinin arabanın altında kalması ve kimsenin sana yolu doğru dürüst tarif edememesidir, otuz sayfa uzunluğunda ve üç kilometre yüksekliğinde bir listedir bu.

./. topluma karşı kin beslemiyordum. Onlardan biri olmadığım gerçeğini çoktan kabullenmiştim.

./. hayvanlara aşığım. Sorunum insanlarla.

Sıradan Delilik Öyküleri / Charles Bukowski

28 Oca 2012

Akvaryum Dünya ve Vatkalı Omuzları




Merhaba ,
Ben herkesten çok yaş küçük olan kız.Size bu mektubu akvaryumdan yazıyorum.Kerhane tatlısı ister misiniz?
Neyse.
...
Al , yine sana ağlamaklı bir kız çocuğu mektubu yazışımla , kahve iç . Nasılsa yoksun.

Sadece küçük bir dünyam olsun istedim, büyük gelmesin istedim üzerime.Ablamın kıyafetlerinden , üstüme mecburi uydurulmamış bir dünya.Omuzlarıma vatka yerine mutluluk koyacaktım o zaman. Hiçkırmadan ağladığım günün ertesinde, beni anlayan tek kadına ; " kanamıyor şimdi , durdu dün ya." deyip , gülebilmek istedim.

Zamanla geçer-miş diyorlar yahu ,öyle diyorlar.Ben düzenli olarak her gün alıyorum bi' tane.Ama geçmiyor ? Sanırım hepsini dökeceğim ağzıma.İntiharıma teşebbüs mü sayılır bu şimdi ? Gel ve teneffüse çıkar beni , suni de olsa.
...
Bana bakarken inanılmaz bir hayranlık var sanıyordun gözlerinde.Benim, bana hayranlıkla baktığını düşünmemi istiyordun çünkü . Gece mavisi saten pijamalarımı her giydiğimde, dile getiriyordun bir de utanmadan. Gözlerindeki o kuşkudan utanırken ben , sen " Gözlerime inanamıyorum ! Tanrım bu kadın benim mi ?" diyordun.Bense o an gözlerindeki sahip olma kuşkusuna inanıyordum. Bu yalan aşkın gerçekliğine inanıp , kendimden nefret edecek sebepler zulalayıp , gelecek gecelere yatırım yapıyordum.

Kalacağını söyledikçe , sana o kadar güvenmiyordum ki ; güvendiğim her şeyden güvenimi çaldım.Tıpkı bir hırsız gibi kendi inancımı çaldım .

Al , yine sana ağlamaklı bir kız çocuğu mektubu yazışımla , kanser ol . Nasılsa yoksun.
...
Yüzümü gizlemiyor artık ellerim.Ağlarken de , burnum kanarken de yok ellerim. Birisi avuçlarımı çaldı ve arzularını okşadı . Teninin rengini unutsunlar istedim, usturayla terbiye ettim parmak uçlarımı.

Artık o yeni defter; o kalpli defterde de yazmıyor bir şey. Yazdığım ne varsa gelişine; gelişine parçaladım . Pişmanım ; istediğini yaptım. Delirmeme gerek de yokmuş senin için. İyileş demiştin, öyle gel...Bomboş bırakıp , tükürükle dolduracağım onu.Sen bana hep hicazdın da, ben sana hiç caz yapamadım damarlarımı emdiğin akşamlarda.Şakaklarında beliren, otuza merdiven dayamış beyaz saç tellerini batırdım ellerime.Görünmesin diye kazıdığın saçlarını , en çok onları sakladım .

Çığlıklarımı duyuyormuşsun bazı geceler. Korkmamalısın. Senin için "BEN NEYİM?!" diyemediğimden, " 'sen kimsin ya! ' 'sen kimsin!' " diye bağırmışlığım çoktur.
...
Ben inanmadım mucizelere hiç , tesadüflere muamele çektim. Şefkatle sevdiğim, evrenin en güzel yüzüydü belki de.  Acımasızca girdin o şefkatın arasına , kahrolasıca kibirinle . Utanmadın , bütün gecemizi aydınlatan şarkıyı da çaldın . O yüzü daha çok sevecektim, bıraksaydın daha çok sevecektim Kibiristan'lı, ÇOK SEVECEKTİM. Çünkü organlarımla düşünmeyi bıraktığımdan beri , orospuyum. Çünkü ruhuma 24 saat tecavüz eden birine , katil demem gerekirken " sana kurban olurum " diyebilecek kadar, kendime ait değilim. " Canım acıyor !" diye bağırıyorum da, canım neresi ki benim ? Yazacak tek bir kelimem kalmadığını bilsem , kıyıveririm canıma. 3 deyince çek tetiği . Şimdi daha mı kolay ? İnsan kendisiyle sevişemiyor. Bana yaranı göster . Sonra da yokmuş gibi davran . Kibirini öp . Ben sigara külleriyle makyaj yapacağım.

Artık aşk literatüründe kabul görecek o "ilk yaz" akşamı. Dünyanın en uzun gecesi 24 Hazirandır. 21 Aralık falan değil . Yemişim ekinoksu ya , kulağına birşey söyleyeceğim biraz eğil. Sen dünyanın en uzun gecesinde kaybettin babanı; ben dünyamın en uzun gecesinde kaybettim , senin baba olduğun evin annesi olma umutlarımı.

Devamı için ; "Bir türlü tamamlanamayan hikayesiyle,Orospu Kırmızı."

Josh Groban - If I Walk Away



Hafta sonu şekeri bu yukarda ki yakışıklı :)) yirim, desem ayıp olmaz dimi sevgili okur :d

Ey gece, sende aldatıldın.Sana da tuzak kurdu yüzü güneş parıltılı kız...




Şimdi gideceksin.
Orada bırakılmış kokusu var aşkın..
Bordo yatağında aşk uyuyacak
Kapını açtığında eski aşk karşılayacak seni
Bırakılmış aşk.. ( Bejan Matur )


"taşı delip çıkan çiçekler, taşla hesaplaşır. taş durdurur, çiçek yürür. aslında uzun düşmanlıklar da bir sadakat meselesidir. yani çiçek de taş da birbirini bilir. ama esas mesele yoldan öylesine geçen birinin, yani öylesine geçiverirken, çiçeği öylesine koparıvermesi ihtimalidir. taştan çıkan çiçeğin asıl göze aldığı budur.."

"gitmek istiyorum,, ve gidenin not defterine notlar iliştirmek...
belki ben gittikçe durur içimdeki yaranın kanı, belki ben uzaklaştıkça..."

"ama anlaşılır olan her şey kabul edilebilir değildir..."

"ölüler, hikayeleri yok sayıldıkça yeni ölüler çağırdılar.. ( Ece Temelkuran )



İnsanın hakikati sana gösterdiğinde değil göstermediğindedir. Bu yüzden onu tanımak istersen dediklerine değil demediklerine kulak ver.( Halil Cibran )


"Belli cok düşünmüs beni. Anlamış. Ama anlayamadigi birsey yok mu,benim bile anlayamadigim? "annem diyorki..." gibi gitme kal dedigimde "bugun olmaz" demesi gibi... Bugunun çok uzun oldugunu bilmiyor mu?" ( Yusuf Atılgan )


Bu hayatta rastgele çevirdiği telefon numaralarında karşısına çıkan seslerden başka kimsesi kalmamış birisiyim. Belki de ben senin şuuraltınım. ( Emrah Serbes )


İstediğimle, istemeye koşullandırıldığım şey arasındaki farkı kestiremiyorum.

Gerçekte istediğim şeyle, istemeye zorlandığım şeyin ne olduğunu söyleyemiyorum.

Sözünü ettiğim şey özgür irade... Özgür irademiz var mı, yoksa doğduğumuz andan itibaren medya ve kültürümüz bizi, arzularımızı ve hareketlerimizi kontrol mü ediyor? ( Chuck Palahniuk )

Belki de bir kiliseye girerim, bana hiçbir zaman hiçbir şey ifade etmemiş imgelere bakarım, belki bu kez söyleyecek bir şeyler olur. İlginç bir adam beni bir kulübe falan davet ederse giderim, ayakta duramayacak hale gelinceye kadar dans ederim. Sonra da yatarım onunla, ama şimdiye dek birlikte olduğum erkeklerle yattığım gibi değil: kontrolü elimde tutma kaygısını bir yana atarak, yalandan numara yapmadan. Kendimi bir erkeğe gerçekten vermek istiyorum, sonra da yaşadığım kente, hayata ve en son da ölüme. ( Paulo Coelho )


Her dediğinize inanırım ben, en yanlış olanlarına da, yalanlarınıza da. Anlattığınız, dışa vurduğunuz şeylerin tümüne, her sözünüze, bütün dalgınlıklarınıza, budalalıklarınıza. Hatta, bütün bu keşmekeşin arasından sıyrılıveren o üstün içtenliğinize de inanırım.

- Bırakın yazmayı.

- Yazdığım zaman sizi sevmekten kurtuluyorum. ( Marguerite Duras )


Bilhassa tahammül edemediğim bir şey, kadının erkek karşısında her zaman pasif kalmaya mecbur oluşu... Neden? Niçin daima biz kaçacağız ve siz kovalayacaksınız? Niçin daima biz teslim olacağız ve siz teslim alacaksınız? Niçin sizin yalvarışlarınızda bile bir tahakküm, bizim reddedişlerimizde bile bir aciz bulunacak? Çocukluğumdan beri buna daima isyan ettim, bunu asla kabul edemedim. Niçin böyleyim, niçin diğer kadınların farkına bile varmadıkları bir nokta bana bu kadar ehemmiyetli görünüyor? ( Sabahattin Ali )


Hayaletlerle asla bir alıp vereceğim yoktur, kendi düşlerimde yaşayıp gidiyorum. Başkaları da düşlerde yaşar, ama kendilerinin değil, başkalarının düşlerinde; bu da işte onlarla aramdaki farktır. ( Hermann Hesse )


Kötü mü doğayı bütün yanlarıyla öğrenmek? İşe yaradığını öğrenmek bir yanımızın ? Hep kafanda o, atamıyorsun. Atamıyorum. Düşünüyorum işte ne yapayım? Cogito... Kogitom!.. Kogiyyto!.. Sermet'in belki de en doğru sözü: İnsan dendi mi ne erkektir o, ne kadın. Birleşince yarımşardan bir olurlar, insan olurlar. Bütün çaba insan olmak. Dosdoğru da... Gebe kalmayacaksın yalnız. Bir de kimseler duymayacak, görmeyecek. Suç insan olmak. Gizli olacaksın!... ( Vedat Türkali )

"Oyunlar," dedi, "Oğlum Hikmet, gerçeğin en güzel yorumlarıdır. Bizim gerçek dediğimiz şey de, bazı güçlükler yüzünden iyi oynanamayan oyunlardır. ( Oğuz Atay )


 Sonra, çook sonra, bu parçaların sonunda
Sen beni kızını çok seven
Bir anne olarak hatırla

Ben ki hiç kavuşamamıştım sana ( Birhan Keskin )

bir delinin hatıra defteri




bazen çok bunalırım, pencereden atlarım. zaten giriş katında oturuyorum. altta bizim küçük bodrum var. benim hiç köstebekli kazağım olmadı. olsaydı onu philip' e giydirirdim. philip benim köstebeğim. bir filmde köstebeğin adı philipti. zaten köstebek günü diye bir şey var. ben hiç öyle bir günde bulunmadm. ben bir bulutum.

eskiden şakalaşırdık. kolların ne güzel. küçükken sütten de olsa bıyık severdim. ben hiç değişmedim. mesela ben tac mahali görmedim ama, hastanın hardal olmadığını biliyorum. çünkü o bir insandır.

ben balıkların kafasını hiç yiyemem. ben zaten balık da yiyemem. şaka şaka yerim. gözümün içine içine bakmasın yeter. gözümün içine bakılmasından hoşlanmam. balıkların suratı hep ifadesiz farkettin mi? neden biliyor musun? yaşam ile ölüm arasında hep tetikte duruyorda o yüzden. balıklar aptal mı yani şimdi? yalan.. yatağımın altında eski su kaplumbağımın fanusu var. hep bir su kaplumbağası olmak istemişimdir. çünkü onlar hep gülümsüyor, çünkü onlar hep mutlu.

kitaplar için gecenin karanlığı kesilseydi eğer, ay ışığı hep götürürdü yazdıklarımızı. çok üzgün olurlardı diye. ama ben zaten beyazla yeşili ayrı ayrı severim. italyan olabilir miyim? bayrağı için bir de kırmızıya ihtiyacım var. o da zaten kanımda var. bugün resim yaptım. ama boyalarım yoktu. ben de saçlarımı kullandım. saç baskısı yaptım. patates baskısı demode olmalı. tiyatro oyunu oynamak istiyorum. tek kişilik, sadece susarak.

kaynak ; itü sözlük

27 Oca 2012

İstanbul Dostlarına Mektup




Ne çok şey eskidi diyorsun
Benim küçük intiharlarım
Kimseler yoktu Tarot kahvesinde
Birileri teneke çalıyordu dışarda
Artık çıkış kimseyi ilgilendirmediğinde
Yaprakların dilini konuşmak gölgelerin
Yeni bir dünya yok
Yeni bir dil olmadan.

Söyleyemediklerim yaralıyor en çok
Aradığım ne varsa bulamıyorum
Kim bana bir iris bıraktı terk ederken beni?

Uzaklarda deniz-kızları ölüyor
Bir kadının görebileceği bütün düşler
Amazonya, yüreğim…

Tekrarlanan bir dil/tekrarlanan bir dünya
Deka-dans-ia
Bir ikonun, bir personanın etrafında döndü herşey
Ne çok kişi bıçaklayıp durdu kendini
Gecelerden bir gece Manresa’da olmak
Mutlak değerlerin çekiminde adım atmak
Mermer yüzlerle
Demode zevklere doğru
Unutmak deka-dansı unutmak.

Ama bu gece Manresa yok
Brüksel’e yağmur yağıyor
Ve bütün kentlerde bir ve tek korku var.

Ne çok şey eskidi diyorsun
Değişen bir şey yok oysa
Korkunç akşamüstüler hatırlıyorum
Bitimsiz bir iç sıkıntısıyla
Küçük bir odada birlikteydik
Birileri Krilov’du
Birileri Nastasya Filipovna
Birileri ormanda keman çaldı tek başına
Herkes kendi Marienbad’ını yaşadı
Hortlak yaşamların gölgesine doğru
Ölmedi onlar
Başka bir biçimde aynı şeyleri yaşıyorlar.

Küçük bir odada birlikteydik
Odalar büyüdükçe birlikte olunamıyor...

26 Oca 2012

School of Seven Bells - "Half Asleep"




Ecco Homo



Bu yakında insanlığın karşısına, şimdiye dek ona yöneltilmiş en çetin istekle çıkacağımı göz önüne alarak, önce kim olduğumu söylemeyi gerekli buluyorum. Aslında bilinmeliydi bu: “Kimliğimi saklamış” değilim çünkü. Ama ödevimin büyüklüğü ile çağdaşlarımın küçüklüğü arasındaki oransızlık şuradan belli ki, beni işitmediler, görmediler bile. Ben kendime açtığım krediyle yaşıyorum; belki yaşadığım da bir önyargı yalnızca?

Akşamüstü gölgeler








Çektiğim acılar varlığımın inşasının irili ufaklı parçalarıdır. Sadece düşünmek var etmez insanı; duygularını, ruhunu ve hatta zekasının geliştiren asıl öğreticiler acılardır. O halde varım çünkü çekiyorum. Doğduğum günden beri anlatmak istediklerim var ve elbette asla anlatmayacaklarım ve anlatıyor gibi yapıp asla anlatmadıklarım. Önce akciğerlere değen oksijenin yakıcılığıyla başladı ilk acılar, sonra dünyanın anlamsızlığı düşünüp duran beynimin kıvrımlarındaki patlamaların elektrik çarpmalarıyla.



Doğduğumu anımsıyorum, ölümü ise düpedüz hatırlıyorum. Bir insan doğ gözyaşları dökülür sevinçten. Bir insan öldüğünde gözyaşları dökülür, üzüntüden. Yani hayat boyunca değişmeyen tek şey gözyaşlarıdır ve yeryüzünde gözyaşları sonsuzdur. Biri ağlamaya başka yerde de, bir başkasının gözyaşları diner. Biri doğarken başka birinin de öldüğü gibi. Geriye kalan sadece gözyaşları ve hiçtir. Ve arada ağzımızda bir ömür dolandırıp durduğumuz onca laf, kağıtlara döktüğümüz onca kelime sadece bir tür duygu kalabalığıdır. Tutsaklığımızdan kurtulmaya pratik beyhude uğraşlarıdır bunlar.

Asla gerçekten bir şey anlatılamaz, ancak bir şeyin hayali anlatılabilir, kendisi değil. O yüzden anlatmaya değil, anlatmamaya bakarım. Anlatma derdinden çok anlatmamanın zevkine kurulurum. Ama yine de hiç susmam, eğer bir gün susarsam, bu artık söylenecek hiçbir şey kalmadığı içindir, her şey söylenmiş, hiçbir şey söylenmemiş olsa bile.

İsa-Mesih

Neysem, ne olduysam daha iyisini dosyalarından çıkarıp burnuma dayıyorlar sanki.Az gelişmiş öfkeme de burun kıvırıyorlar,dudak büküyorlar.Daha beter olun! Daha beter olun! İnşallah yakında ölüme de çare bulursunuz ve bende binlerce yıl kulağınızın dibinde sızlanır dururum.

Ya beni anlarlarsa sonunda? Daha kötü.daha kötü..

Suratıma tarihi eser seyreder gibi bakıyorlar.Ülkemize de en bayağılarını gönderiyorlar.İsa mesih de söylüyor insanın kendi ülkesinde peygamber olamıyacağını.Bunlar da bize geliyorlar.Gelmeyenleri daha da beter.Ah ben az gelişmiş bir ülke de doğmamış olsaydım,bu yakıcı öfkemle yalnız kendimi yakıp bitirmemiş olsaydım,gösterirdim size! Sizinde sonunuz geldi: İsa mesih yakında hepinize gösterecek,İsa mesih bize geldi.İnanmayın gene siz.Geldi de adı polis dosyalarına geçti bile.

Adı : İsa
Soyadı : Mesih
Anasının adı : Meryem
Babasının adı : Tanrı
Doğum yeri : 1 ocak 0000
Medeni hali : Bekar
Tabiyeti : R.İ ( Roma İmparatorluğu)
Dini : Hıristiyan
İş bu nüfus cüzdanın kayıtlı olduğu nüfus idaresinin ili : İsrail
İlçesi : Betlehem
Mahalle ve köyü : Nazaret
Hane no : 34
Cilt no : 2
İş bu nüfus cüzdan,Betlehem nüfus dairesi tarafından Doğum suretiyle verilmiştir.
Son yoklama: Halen asker kaçağıdır.

Son sayfa da bir dip not : pamuklu karnesi verildi. Ayrıca noterlikten bir sureti çıkarılmış.Pasaportu ( imparatorluk tebası olduğu için) beynelminel.

Nedense, il sınırları dışına çıkmıyor.Yalnız peygamber olmak için genç yaşta köyünü terkedip gurbete çıkmış.Bu arada marangozluk,havra bekçiliği,tezgahtarlık gibi çeşitli işlerde çalışmış.Sabıkası yok.Son '' doğruluk kağıdı''nda 33 olarak görülüyor.Mahalle muhtarı,bir kötülüğünün görülmediğini belirtmiş.Havra önünde seyyar sarraflarla arasında küçük bir olay çıkmışsa da taraflar şikayetçi olmadıklarından mesele adliyeye intikal etmemiş.Belirli bir adresi yok.

Hırsızlar ve fahişelerle birlikte görülmüş.Ailesinden ayrı yaşıyor.Hıristiyanlık propagandası yaptığı ileri sürülerek bir kaç kere sürgün isteğiyle savcılığa verilmiş.Her seferinde de delil kifayetsizliğinden serbest bırakılmış.Sabahçı kahvelerinde müsterilere dini telkinlerde bulunduğu söyleniyor. Siyasi partiye kayıtlı değil.Emniyeti umumiye bakımından burada ikameti mahzurlu görülüyor.

....

Tutunamayanlar  / syf: 657 ; 658, 659

Tunç devri..Aşık oldu..Utanç devri.



Bir mısra takıldı aklına şarkıdan..

Tunç devri..Aşık oldu..Utanç devri.

Şarkıda daha fazla yazmaya eli varmadı.Bu olayı bana anlatmıştı;aşkından bahsetmeden..Üstü kapalı.Ne Zeliha'ya..Ne de başka birine..Yalnız Metin'e.Bir insana içini açması ne kadar zordu;ne ince hesapları vardı.Selim'e yapılan bir haksızlığı daha ortaya çıkarmış bulunuyorum..Sayın yargıçlar.Evet,Metin görevini kötüye kullandığı için mahkemeye verildi.Suçluyorum sayın yargıçlar!Ortada açık bir haksızlık var.Yanlışlıkla sahneye çıkarılan masum bir vatandaşa,oyunun bütün sorumluluğu yüklenmek isteniyor.Şarkılarda,bu suçtan üstü kapalı bahsedilmiş olması,bu güne kadar asıl delilerin ortaya çıkmasını önlemiştir.Suçlu sandalyesinde oturan Metin Kutbay'ı dördüncü şarkının açıklamasında yargılamak imkanıda böylelikle ortadan kalkmıştı.Fakat uzun ve sabırlı bir araştırma sonunda,utanç devrinin açıklanmasının,bir dalgınlık eseri şarkılara konulmadığını tespit etmiş bulunuyorum.

Biraz önce Metin Kutbay'ın savunmasını dinlediniz.

Suçlu kendini temize çıkarmak çabasıyla olayları tarif etmiş ve meseleyi bir başka yöne sürükleyerek bizleri yanıltmaya çalışmıştır.Ayrıca,Tutunamayanlar kanunun on dördüncü maddesine göre,''onlar''a savunma hakkı verilmediği gerekçesine dayanarak sanığın savunmasının nazarı itibara alınmamasını talep ediyorum.Biraz sonra yüksek huzurlarınıza getireceğim açıklamayla gerçek bütün çıplaklığıyla gözlerinizin önüne serilecek ve zavallı müvekkilimin ''onlar'' tarafından nasıl adım adım ölüme götürüldüğü bir kere daha anlaşılacaktır.

Masanın çekmecelerini karıştırdı;sonra ''Rüstem'' diye bağırdı.Yandaki odadan hemen,zeki bakışlı,on beş yaşlarındabir çocuk fırladı ve yıldırım gibi odaya daldı.Türgut'un karşısına dikildi:''Buyur kumandan'' Turgut,gülümsemesini tutarak:''Aferin Rüstem'' dedi.''Askerde seni muhakkak on başı yaparlar.''sizin gibi teğmen yapmazlar mı kumandan?'' ''Çok çalışırsan onu da yaparlar.Düşmana karşı uyanık olanları her şey yaparlar.Yalnız,emre itaat şart!Şimdi bir düşmanı tepelemek için biraz beyaz kağıda ihtiyaç var:dosya kağıdına.Bakkala git,temizlerinden on beş yirmi tane al'' Rüstem,topuklarının çevresinde döndü:''başüstüne kumandan!'' koşarak çıktı.

Rüstem kağıtları getirince,Turgut,önce itinayla paketi açtı,sayfaları masanın üstünde düzeltti.''Suratıma bakacağına git bana kahve yap''Rüstem bir çırpıda kahveyi getirdi.''Şimdi içeriye kimseyi bırakma.Savaş hazırlığı yapacağım,çok gizli.''

Bu tehlikeli silahı senin için elime alıyorum Selim kardeşim.Tanrı,onu doğru yolda kullanmama yardımcı olsun.

İşte sana nesir;

    Tunç devri...Aşık oldu..Utanç devri

Tutunamayanlar / Syf;429,430

25 Oca 2012

Açlık Türküsü




Aşk gelmiyordu.
ve kızgınlık kokuları coşkunluk bağırması gençliğin
Söyleyelim bir kere daha halk suçsuz!
Öfkenin sessizliğe yürümesi kendiliğinden
Mansurun halkı öfkeye kendini çarka tutması
Eşyanın bebekler gibi avutulduğu da olmuştur
Sütten kesildiği yürümeye alıştırıldığı.
(Ey veli dağları eğit yine,mağralardan em yine)
Kedilerin cübbe eteklerinde
İnsanlığın en berrak denizine uzanıp
İstiharat buyurduğu
Söyleyelim bir kez daha
Olmuştur
Aşk olmuştur.

Çıkıp gelmesini beklediğim
Geniş çığlıklar atarak
Yüreğime zırh takarak
Çekip gelirse
Morarmış yanağında zehir tutarak
Yıkarsa duvarlarımı
Etimi aralar aşkı kurcalarsa
Önünüze açtığım sofralar adına
Beni tutun kaldırın ortadan
Çünkü hesap benden sorulacak
Sorulacaksa.

Saçlarımın dibinde kıpkırmızı bir leke
etine kan değdirilmiş kadın lekesi
Alnımdan kollarını çıkarmış bir dişi örümcek
Köpeğin ağzına düşen kelime ne kelimesi
Et kelimesi.

Yırtınır anlamını öksürerek
Yer ayırtıp girince bilmecenin içine
Kaburgam derin ip ince ipliklerim
Elmacık kemiğimde güm güm vuran
Var olma hevesimin
Vahşet dolu sur kervan baloları
Hesabı benden sorulacak.

Şimdi uyan kurbanım kaldır başını
Hizmetlim kendim ağlıyayım.

Bir köpeğin ağzından
düştü kelime
Başladı at yemeye
Aylar yıllarla anlaştı tokluk kaşını çattı
Bahar geldi ağaçlar açıklandı
Çiçekler açıklandı.
İnsanlar dürüyen mermiler uzadılar
Birde çatladı düğün
Fakir kadın düğüne katlandı
Bir köşede oturdu.Soktu ellerini karnına çocuk kırdı,çocuk ayıkladı.
Birden bire çatladı düğün
Tabanca çatladı.
Gelin savruldu harmana rüzgar girdi,
Kirli elleri yılan dokunmuş gibi göbeği
İnsanın öz be öz anasına kıyması ne demektir?
Karanlığı getiren bir insan sıcağı temmuz sıcağı gibi.

Bir köpek yiyorsun halk birikiyor
Fırlak kanlıgözlerin kırmızı ve şiş ellerin.
Bakıyorlar.Sancıyı iletiyor belleri
Sürtünüyorlar..

Buğday havada durdurur kurşunu
Onlar başkası değil,bir çift cami güvercini
Güvercin buğdayın ağzında sırayla,
Göğü soluyan bir ejderha gelecek şehirlere.
Bir zaman bıldırcın ve kırlangıçlar.
Nasıl alınırsa ağıza ve ağırlanırsa.

Çocuklar havadan anlar.
Sorulan suale çarparlar,kadın geç kalınca dolabında,
Kadınlar dimdik dururlar dolaplarda.
Cam göz ağaçların aralarında gece yırtılarak sokulur.
Oda soğuyunca erkekte bir yıldırım uykusu,
Önce bir han
Odaları dolup boşalan ve alnının altı
Tahta merdiven bir Han.
Yolcu soyununca cami deki kubbe
Dçşeğinde rahatça uyumalı,
Minarenin biri çabucak alçalır diğerinin önünce.

Sakallarından köşkler sarkan bir dede
Yukarıdan damlamış bir mezar taşının üstüne
Mezarla ihtiyar ahpapça genç kız süzülür önlerinden,
Üç adım atar dizleri çözülür,
Erkek erkekçe dövünür genç kız kırgın
Evet ve hayır kelimeleri,
Bir evet/açlık
Eyüp Sultan
Mezarlar sürahi suları
Sebil uyuşmazlıkları
İki sebil biri daha sebil
-İçilip içilip genç kız içilip
 İçilip içilip genç kuş içilip
 Eyüp genç içilip içilip
- Dur sen ey,Sen içilip  Ben içilip
 Sebil olduk öldü sebil.

Kemik alınlar gelir dayanır güneşin ateş secdesine,
Işık en keskin yontulur bir kelam.Bir kelam
Zaman ölenin alnından rüya mızarağını çıkarır.
Boşluğuna sebil açılır.
Güneş kendi adamını yollar
Kanayan kafayı ayıklar.
Sorular soran,sorular soran
Denizin kanında günlerin çarka tutulan izleri
Tespih çeken bekçilere gece sualleri
Su tutmuş testiler
İçilip içilip.

- İçilip içilip genç kız içilip
  genç kuş eyüp içilip.

- Dur Sen içilip Ben içilip.

Aşkımla boyun boyuna bir ejderhayım,
Şehirde sen benim en çok sakladığım
İçine girip korktuğum,
Çamlarını yıkamadığım,karalığını bozamadığım,
Sen benim durup durup saplandığım,
Mutlu an biraz uzun olmasın
Yoksulluk gibi gideceğim bir yer var.
Efkarın aşılmaz,yalnızlığın kaçınılmaz olduğu..

Bas üstüne sevgilim.
Dağlarım,
Toprak yayılınca bulur anasını yavru ceylan.

Yalnızlık ateşle birleşiyor,
İki geyik dumanla çiziliyor,şişiyor.
Delinmeler
Uyku genişliyor,
İç organ genişliyor.
Hazırlanması sinir uçlarının
Ve kalburdan sırayla dikişli makinadan,
Yivli burgudan et kıyımından
Beş uykusuzluğun en çabuk ve çabuklukla
Planlanması
Aşk
Orada uzakta anlaşılmadan.Nefes

Saçlarımı tut.Titreşiyorlar..
Bir şey oluşmuş ,kovalamaya başlamış gibi.
Saklan evlere,sarıl kanlı bağlarınla
Avucunda kına yerine horoz devriyesi.
Dilimin tehliklerini azarla
Bu limeler ortaya çıkmaz,
Ki taş olsun.
Açılmasın diye insan torbası
Aşk ne korkunç ne kadar korkunç,oluklar uzun..

Çölleri dolanıyoruz
Yuttuk kum yığınlarını
Düşmediğimiz kum kalmadı.
Kötü özümüzün mevsimlik yıkımları
Yıkılsın.
Etin serin yosunları,
Cezbe suyun akışına varmadan
Daha oturmadan kayalarda ayrılan yerine
Ve başını dik tutup açıklamadan,
Kadını bir hançerle dolanmadan,
Yolmadan karpuzun kabuklarını,
Muzu çakalca aralamadan
Çarpılsın.

Ve biz uyandıracağız
Suya çağrılan akışınızı...


Cahit Zarifoğlu şiirler / syf: 85,86,87,88,89

(kitaptan alıntı )

Yann Tiersen - Sur le fil piano




ne
re
den
iz
imiz

yak
mak

nasıl da dingin ve aydınlık günler getirdiğine....

bak.

defterimin üstünde bir begonya çiçeği var
incecik ay gökte bir ak izin peşinden koşar
soğuk pencerem karanlık ama buğusuz, temiz
sanki yüreğimin içinde akan sıcaklık, kar.

Fotoğraf



kırık bir panjur çağırınca rüzgara...


ben çok eski bir fotoğrafta duruyorum.

yüzüm o fotoğrafta bile eski bir fotoğrafa benziyor.

karmaşık bir mitoloji, sarmaşık bir tempo

tam o anda durmuş fotoğrafa;

hâlâ duruyor.


bir büyük yangında donakalan bir an:

köprüsü yok bir köprü ayağı,

kederle yerinde duran.

suyu çekilmiş bir çukur çeşme

bir vakit sebil, ve

bir devrinde gülmüş sonra yıkık eski bir şehir

beş kadın bir de yeşile yakın bir sepya:

biri yanındakine ömrünü veriyor,

üçüncüde boynunu sola çeken bir keder

öylece duruyor.dördüncü ha var ha yok bir hayal.

beşinciye çok eski bir yağmur vuruyor

siyah beyaz bir günmüş,

fotoğrafın derininde bir gümüş nehir,

donan andan dışarı, bir tek o, yürüyor.

Kedi



tavan arasına kaçan çocuk

erik doğumdan görünen göğü düşünür

akşamın acısı icine çökünce

uyur



benim küçük bir kedim vardı

ahmak bir ayak ezdi

benim en güzel çocukluğumu

ahmak bir ayak ezdi



ağaçların arasında unutulan çocuk

yapraklarıda güneşi görür

ve hareli denizlerde gezdiği düşünür



küçük kedim bana sürün

kediler ağlamaz

çöp tenekelerinde ölür sıska

kediler

damlardan çok mezberlerde görünen



küçük kedim

molozlu sokakların ağır uykusundan gerin

bilirim ki sen

bu çöplükten değilsin

benim gibi garipsin

ikimizin de unuttuğumuz

kuşları bol

Bol bahçelerdensin

koca duvarlı sokaklarda sıkılmışsın

ve canından bıkmışsın

Dans Adımları Atarak Dans Yuvarlağının Dışına Çıkmak



 


sonsuza dek daha küçük kadrajlara bölünerek

ilerleyen bir aynanın kendi

kalıcı ilerisinde iç zamanda bıraktığı

tek şey

bir jet uçağının sesi

cihar-ı yek

çocukken çizilen renkli patates mühürleri gibi

ah evet şimdi o çocukluğun ay-ışık gecelerinde

olduğu dantel yapraklı selvi ağaçlarının

serin Nefti yapraklarına gözümüz takıldığında

zeytin ağaçlarının sesini duyar gibi oldugumuz

yani ONLAR cırcır böceklerinin eşliğinde

serin akşam şarkılarına başladığında

akşam sefaları gecenin getireceği

binbir kötülükten ürkerek arife yani

kendilerine doğru Bir yolculuğa çıktıklarında

arazöz geçtikten Sonra



Bir evvel karabilmek için

büyük bir ciddiyet ve sabırsızlıkla

ev ödevlerine oturulabilir

bir taşra gelini duvağı ile birlikte

motosikletin arkasına oturtul hakkında

sevgilim dış kapı önlerine su döküldüğünde

benimle dışarı çıkar mısın?

23 Oca 2012

Ruj Lekesi



"Saçmalık bu!" Bilgi dediğiniz, yükseklerden bakan düzenbaz miyopların "sorumsuzca çöplenelim, yedikçi şişinelim ve sonuçta karşımıza çıkan bilgi heveslisi gençler üzerinden ego'larımızı tatmin edelim" diye önümüze sürdükelri leziz tatlarla dolu bir mönüden başka nedir ki? Dadacılar avangart sanat tarihinde, Sec Pistols rock tarihinden, Paris Komünü ise sosyalist mücadeler tarihinden izler taşıyan birer akım; Sitüasyonist Enternasyonal hareket de kolej mezunu radikallerimizin kendi imglerini düşererek avundukları yalın bir ayna değil midir? Karl Marx'ın Kaharistlerle, Hasan Sabbah'ın Slits'de kendini işçi sınıfının davasına adayan sevgili Rosa Luxenburg'un aşkla, Adorno'nun Lettrist Enternasyonal'le ne gibi bir alakası olabilir? Çağlar "gerisinde, üstünde, altında, yanında kalmak için" değil midir?" "Zamansız bir alemde devinip duran çaları önüne ve içine almanın " ne gereği var? Bilgi diye sunulagelmiş çöplüğün içinde ziyafete dalan domuzcuklar gibi haz duyarak gevşemek varken bu zevklik yoksa Slits'in bir konser esnasında kanlı adet bezlerini hayranlarının suratına fırltamasıyla mı? 12. yüzyılda Balkanlar'da doğan bir sapkınlığın Alman İşçi Konseylerini kucaklayıp Strasbourg'u dolaştıktan sonra Das Kapital'den aldığı feyzle Johny Rotten'ın gırtladığında patlaması nasıl bir tarih ola ki? Nasıl olur da Kronstadt direniçilerinin nefesi Lora Logic'in dudaklarında ahenkle çınlamaya başlar? Efendim, sütunları kaldırtacağınız söylentileri çalkalanıyor şehirde. Acımalısınız bize, bize acımalısınız. Çünkü biz, sizin tebanız, o sütunlar üzre var oluyoruz''. Greil Marcus hiç acımıyor. Sahih bir efendiye yaraşanı yapıyor! Yüzlerce yıldır en katıksız umutlarımızı istismar eden işaret levhalarının bulunduğu sütunları yerle bir ettiği gibi, bu levhaları da eriten alevler püskürterek kendi bildiği tarihi yazıyor. Bu tarih, efendininköleleştirdiği tebasına döktüğü timsah gözyaşlarını hiç kaale almıyor. Bu tarih, ne aşağıdan yazılıyor ne yukarıdan. Yalnızca içten, yalnızca gönülden. Ne aşağı kalıyor ne yukarı. Ne teba ne efendi! Bize düşense, hiç değilse Sex Pistols ile Slits' in birer kasetini ele geçirdikten sonra kitabı açmak; ama açmadan önce, kitabı şarap şişesinden çekilen okkalı bir yudum eşliğinde ve mutlaka bir tutam Hayyam ile çalkalamak oluyor. Evvelki gün içinizde bir midyenin barındırdığı kadar olsun can olmadığını hissetmiş olsanız bile ertesi gün uyandığınızda bir türkü mırıldanmaya başlayacağınıza emin olabilirsiniz.

şehvet acı verir yokluğunda



Yeni yetiştirilmeye başlayan bir çocuk gibi silüetim. Her yanım, bir diğer yanımdan kuşku duyuyor. Daha hiçbir şey öğrenemeden, düşünemeden, düşleyemeden, kayıp gidiyorum buralardan.. Herkes gibi bizde, şöhrete ulaşmış insanlar gibi olmak isterdik...
Gerçi, ufukta batan güneşin hesabı doğana kadar derlerdi ya, o da bir diğer konu..
Buralardan kaçıp gideceğim. Senden çok uzaklara. Kova meleği olmadan, sigaralar arasında ölmeden. Tertemiz bir dünyaya yelken açacağım. Sensiz, günlerin anını yaşarken, bizim için çalan şarkıları alıp gideceğim gölgenden. Aslında buralar biraz nostalji kokuyor. Biraz eskimiş insanlar, paçaları upuzun pantolonlar. Düşünüyorum bir yandan, oralardan gittiğim zaman, buralar gibi sende mi nostaljileşeceksin..
Tamam..
Hiç değilse, yine biraz anılarımız kaldı seninle.. Kol kola gezip, 'siktirol' diye dolaşmalarımız.. Bağırışmalarımız. Zihnimde bayağı bir yer edindi..
Bu arada, yep yeni bir albümle karşılaşıyorum..
İçiyorum durmadan. Öyle dalıyorum ki, bir daha hiç uyanmayacak gibi düşlüyorum her şeyi..
Yaşlı bir adama rastlıyorum. Bastonu kıçına dayamış bir şekilde duruyor öylece. Sadece bakınıyor etrafına, birilerini arıyormuş gibi öylece bekliyor.. Suratında yaşlandığını kabul etmediği gibi, izler var sadece. Sorma, otuzundadır yine onlar..
Kapkara bir gündüz,
kapmış bütün insanları..

Derinlerde bir şarkı duyuyorum, damağım kuruyor ve sana doğru ilerliyorum..
''Buralar, nostaljinin yenilenmiş halidir..''



durağanyalnızlık

Sizden Nefret Ediyorum



Rezil olma hakkımı kullanıyorum, beyaz çorap giyme ve halk otobüslerinde yolculuk etme hakkımı. 'yoz' diye bir köşeye attığınız ne kadar müzik varsa dinleyeceğim hepsini ve Müslüm Gürses konserlerine cebimde jiletle gireceğim.

simit yiyeceğim ve lahmacun ve kebap ve isot biberi yiyeceğim ve ayran içeceğim bunların üstüne.

korktuğunuz partilere oy vereceğim ve sonra o partileri pat diye bırakıp başka partileri deneyecek keyfimin kahyası. günün en civcivli saatlerinde uzanıp uyuyacağım parklarda ve topuğunu ezdiğim ayakkabı cesetleri yattığım bankların ucuna düşecek. terleyeceğim ve hayatının en uzun koşusuna çıkmış bir at gibi kokacak vücudum.
cicili bicili sözleri, ince iltifatları tutmayacak aklım ve ilk kez gördüğüm birşey gibi bakacağım bana 'beyefendi' diyenlerin suratına.

adımla çağırın beni, sadece babamın kulağıma okuduğu isimle.

saçmalama hakkımı kullanıyorum kaldırımlarda bir meczup gibi dolaşma ve otobüslerde arkaya doğru gitmeme hakkımı.

vitrinlerinizin önünden, cicilerinizin, modalarınızın, ve kokulu sabunlarınızın önünden en kayıtsız halimle geçeceğim. bana hiçbir şey satamayacaksınız ve ben size hiçbir şey satmayacağım.

sigortasız, pasaportsuz, ehliyetsiz dolaşacağım ve korkacaksınız gözlerime bakmaya. (bu yazıyı okurken bile ürperdiniz!) gözlerim üzerinize toprak atmaya hazırlanan bir mezarcının kıllı elleridir çünkü. korkacaksınız ve ben fütursuz yürürken yollarınızda siz kenara çekileceksiniz hep. sizin göreviniz, sizin gibi olmayanlardan korkmaktır.

korkun bizden; biz öcüyüz

beyzade ve beyaz semtlere kıstırdığımız her seçkin beyaz kafaya 'pöhhh! ' deme hakkımızı kullanıyoruz. pöhhh! acaip korkuyorsunuz ve fakat bitirdiğiniz okullar tutamıyor elinizden, çalıştığınız temiz işler saçlarınızı okşayamıyor, sakinleştiremiyor sizi yaşadığınız o 'bal dök yala' evleriniz. ne aciz kadınlarınız var sizin, ne kadar çıtkırıldım ve ne kadar kompleksli. (zayıflama seanslarından, güzellik salonlarında bulursunuz hep onları) avutamıyorlar sizi ve ağlayamıyorsunuz yanlarında. oysa erkekler ağlar beyzade, erkekler ağladıkça yiğitleşir ve daha iyi savaşır gözünde yaş olanlar.

serserilik hakkımı kullanıyorum, çatalla kaşığı birbirine karıştırma ve yemeğe parmaklarımla uzanma hakkımı. tanımadığım ve kapısından içeri alınmadığım ve gidip bir bardak çayını içemediğim yerlerden gelen faturaları ödemeyeceğim. ayakkabılarımı boyatmayacağım ve tükürerek bakacağım afişlere, lüks lokantalara, ve insansız otellere. neon ışıkları kaldırımlardaki su birikintilerine vuracak ve bıçaklanan bir kadının kanı karışacak aynı anda aynı suya.ve işte beyazların medeniyeti ve ben asla girmeyeceğim bu oyuna ve ben asla cafcaflı görüntülerine aldanmayacağım bu uygarlığın.

bizi kandıramayacaksınız, bizi pazarınıza indirip suyu çekilmiş ıspanaklar gibi satamayacaksınız.

adam olmayacağız, hizaya gelmeyeceğiz, ve uzatmayacağız boyunlarımızı uysal koyunlar gibi sizin imansız bıçaklarınıza. gidin burdan, cellatlarınızı ve katillerinizi de alıp gidin, kapılarınızda bekleyen köpekleri ve boynuna kurdele bağladığınız sümsük kedilerinizi de alarak gidin.

adam olmama hakkımı kullanıyorum, harfleri eciş bücüş yazma ve meclisin tavanına çiğ köfte atma hakkımı. dilime doğru iteklediğiniz bütün yabancı sözcükleri yanlış ve yersiz kullanacağım. karşınızda bacak bacak üstüne atarak konuşacak ve manasız şeylerden bahsedeceğim. cahil kalacağım ve ısrarla eğitmeyeceğim kendimi, inceltmeyeceğim ve ısrarla yanlış yapacağım bana ezberletmeye çalıştığınız herşeyi. ısrarla başka şekilde giyinip, başka şekilde büyüteceğim çocuklarımı. başka bir müzik dinleyip, başka düğünlerle evleneceğim. kulağınızın dibinde naralar atıp, evinizin önünde şarjör boşaltarak göndereceğim oğlumu askere. demokrasiyi yanlış anlayacağım ve ısrarla ve dilinize plesenk ettiğiniz her açıklama benim kapılarımdan içeri yanlış içeriklerle girecek.

plastik çiçekleri ve kabe resimli duvar halılarını seveceğim ısrarla.

ben adam olmayacağım ve unutacağım rakamlarınızı. her yanından kan damlayan kavramlarınız için, demeçleriniz ve istatistikleriniz için kılımı bile kıpırdatmayacağım.
ben öcüyüm, ben tehditim ve sizden nefret ediyorum.

ısrarla ve her gün yeniden ve usanmadan ve gülümseyerek ve içimdeki bıçakları okşayarak nefret ediyorum sizden.'



Kayıp Çocuk Parkı



“Yaşar gibi yaptığımızı anlayamadan yok olup gideceğiz. Ama bir bilebilseydik, tam o an işte, ah bir bilebilseydik!”

*Adalet Ağaoğlu


Bir tek sözcük neydi aslında? Anlatmaya tek bir sözcük... Sessizlik, düş ve özlem... Hep bir eksik...



Çocuk koşmasına devam etti. Yüzünde, minicik ayaklarında acemi bir telaş. Sanki aradığı bir şey vardı. Asırlar önce kaybedilmiş bir imgenin arayışı belki de. Ve soluk soluğa, biraz da yorgun koşuyordu çocuk. Minicik, çıplak ayaklarında acemi bir telaş. Korku... Sanki eve dönüp de bulamadığını söylediğinde annesinden azar işitecekmiş gibi bir de korku yüreğinde. Kırgınlık, bir parça da ümitsizlik belki. Bir yorgun düşüş... Düş...



Onu izliyordu adam. Bir an, ah, nasıl bir bakıştı o, gözgöze geldiler. Korktu adam, kaçırdı gözlerini. Çocuk arayışına devam etti.



Bir balıkçı, oltasını yosun kokan bilinmezliklerin derinliğine sarkıtmış bekliyordu. Ona doğru koştu çocuk. Kovası bomboştu balıkçının. Hafif bir poyraz vuruyordu yüzüne. Aniden battı mantarı, gerildi ipi oltanın. Sevinçle, umutla karışık bir heyecanla sardı oltasını balıkçı. Bilinmeyen mavilerdeki özleme kavuşmuşçasına gülümsüyordu yüzü. Suyun dışında son buldu bekleyiş; balıkçının yüzündeki gülümseme ile birlikte sönükleşti düş. İğnenin ucundaki küçücük balığı yaşamın duvarını yumruklamış ama yıkamamış o kocaman ellerine karşın incitmeden -anaç bir sevgi ya da hüzün mü vardı bu dokunuşta?- çıkardı ve tekrar bıraktı suya. Çocuk onu izliyordu. Balıkçı olta takımını toparladı ve kurşuni gökyüzüne bakıp derin bir iç çekti. Sigarasını çıkardı sonra cebinden, bir de kibritini. İkinci çakışında kibrit alev aldı ve sigarasıyla birlikte aydınlandı soluk gözleri. Yağmur mu yağacaktı ne? Derken hâlâ kendisine bakmakta olan küçük kız çocuğunu gördü. Ayakları çıplak, yeşil gözlü kız çocuğunu... Çocuksa –belki de ufak bir balığın az önce serbest bırakılışından gelen bir sevinçle- gülümsedi balıkçıya. Nasıl bir gülümseyişti o? Geçmişten gelen, unutulmuş, sanki bir puslu İstanbul akşamüstü için yaratılmış, çocukluğumuzun sokaklarında bırakılmış bir gülümseyiş...



- Ne oldu ufaklık, neden öyle bakıyorsun?... diye sordu balıkçı. Bu sırada denize doğru eğilmiş, ellerini suya daldırmıştı bile. Bir sorunun, üstelik de kendi sorusunun cevabını beklemeden, neden eğilmişti balıkçı denize? Korku... Kayıp bir gülümseyiş mi aramıştı sudaki yansımasında? Yoksa bir denizkızını mı bekliyordu? Bir denizkızı çekip alacak, kurtaracak mıydı onu kimsesizliğinden? Bekleyiş ve özlem... Arayış neydi gerçekte? Özlem neydi?...



Tekrar doğruldu balıkçı. Islak ellerini nereye koyacağını bilememenin acemi arayışındayken, bu süre boyunca çocuğun onu öylece izlemiş olmasına ve henüz cevap vermemesine şaşırdı. Durdu. Ve gözgöze geldiler yine. Yine o bakış... Varoluşumuzun unutulmuş, soluk fotoğraflarının tekrar ele geçip de anımsanması gibi, o anki gibi hüzünle sevinç karışık bir gülümseyiş. Geçmişten gelen, yokluğu hissedilen bir şey... Düş... Balıkçı hiç konuşmadan bekledi.



- Bir çocuk parkı... diyebildi çocuk. Sözcüklerin dudaklarından çıkışındaki titreyiş ona o kadar yakışmıştı ki... Derin bir nefes aldı ve devam etti:



- Bir çocuk parkı gördünüz mü buralarda? Bir çocuk parkı yakalayabildiniz mi?



Ürperdi balıkçı. Sigarasından derin bir nefes çekti. Önce bir ışık canlandı sigaranın ucunda, sanki bir cevap gibi; sonra yitiverdi her şey. Arayışı neye dairdi balıkçının? Saatler boyunca beklenilen, geldiğinde serbest bırakılan bir arayış neyi amaçlar ve neyi kanıtlardı? Sürekli devinen bir özlem. Özlem neye dairdi bir iğnenin bilinmezlere sarkıtılışında? Her şey sadece belirsiz bir umutlanışa ya da gelmeyeceği bilinip de beklenmiş ve her bekleyişin ardından gelmemiş olanların hatırasına mı adanmıştı? Düş, bir denizkızı ve özlem... Asırlar önce kaybedilmiş, unutulmuş bir his, bir imge. Oltayla bir çocuk parkı yakalamak... Çocuk parksız bir çocuk; çocukluksuz bir yaşam, düşsüz bir çocukluk mu demekti? “Bir çocuk parkı yakalayabildiniz mi bugün?” Hüzünle özlemle iç içe bir umutsuzluk halinde baktı balıkçı çocuğa. Omuzları iyice çökmüştü. Bir nefes daha çekemedi sigarasından. Gözleri buğulandı, yaşlarla doldu. Denize baktı tekrar. Hiçbir şey kıpırdamadı. Gözlerini kaldırdığında çoktan yitmişti küçük kız çocuğu.



İstanbul’da yeşille mavinin barışık olduğu son kıyıydı burası. Renkler, düşler gibi hızla kirleniyordu. –Öyle ya; asıl kirlenen düşlerimizdi içimizde, renkler birer yansımasıydı düşlerin.- Adam, deniz kıyısındaki banka oturmuş, küçük kızı takip ediyordu gözleriyle. Ne konuşmuş olabilirdi balıkçıyla? Balıkçı ağzını açamadan daha, hep o aynı telaşla ve yüzündeki korku ifadesi daha da büyüyerek neden çekip gitmişti küçük kız?... Yalnızca izlenimleriyle yetinerek çocuğu izlemeye devam etti. Bu çıplak ayaklı, uzun etekli küçük sokak kızını. Anlatmaya tek bir sözcük... Sessizlik, düş ve özlem... Hep bir eksik... Yağmur mu yağacaktı ne?



Martıların haykırışları eşlik ediyordu Eylül’ün hüznüne. Koşuyordu çocuk. Ötede bir ressam, fırçasındaki soluk renkleri yorgun darbelerle yerleştiriyordu tuvale. Yine de bir şeyler eksik... Bir düş, bir renk, bir mavi anı, çoktan yitirilen... Fırçasını suya daldırıp temizledi. Bir renk aradı kendine, bir renk daha. Karışımsız, taptaze, incinmemiş bir renk. Bulamadı. Tuval üzerinde hayat vermek istediği çağrışımın izlerine baktı sonra. Bir şey eksik ama ne? Hangi renk, hangi anı, hangi düş? Çocuk, arayışın tam da bu en fırtınalı anında dikilip durdu ressamın yanı başında. Yağmur mu yağacaktı ne? Serince bir rüzgâr esti birden. Ürpererek uyandı ressam düşüncelerinden. Çocuğa baktı. Dokunsan kırılacak değerli bir taşı anımsatan yeşil gözlerinde çocuğun, bir sorgulayışı okudu. Bir arayışı... Korku... Tuvale ilk çizgilerini, ilk çağrışım izlerini atarkenki gibi titredi elleri... Ne kadar güzeldi gözleri! Ne kadar incinmemiş ve kırılgan! Minicik ayakları, çıplak... Gülümseyerek, aslında korkuyla, gülümseyişinden bile korkarak baktı çocuğa:



- Beğendiysen içlerinden birini verebilirim sana... dedi. Sesindeki bu bir şeylerden kaçıyor havası ve doğalsızlık onu bile şaşırttı. “Demek bunca yitirmişim hayatı!” diye düşündü. Sessizlik... Çocuk cevap vermedi, hep o aynı bakışla sustu.



- İstersen senin bir portreni de yapabilirim küçük kız, ha, ister misin? Niye sustun, niye bakıyorsun bana öyle?



- Bir çocuk parkı... dedi çocuk. Ürperdi ressam.



- Bir çocuk parkı gördünüz mü buralarda? Bir çocuk parkı çizebildiniz mi?



Sessizliğe gömüldü ressam. Neydi bu soruyu cevapsız bırakan, neydi eksik olan? Bir renk, bir imge... Anılarından sıyrılmak istedi aniden. Yaşam mıydı bunca düşsüzleştiren insanları? Bir an sıyrılmak istedi tüm geçmişinden. Bir Pazar sabahı, annesinin önünde ilk adımlarını –beceriksizce de olsa ilk adımlarını- atan bir çocuk gibi yepyeni beklentiler ve düşlerle başlanabilir miydi hayata? Yeniden? Bir fırçanın kirini suya daldırıp atar gibi... Bugüne kadar özlenilen, beklenen ama gelmeyen, tuvali yarım bırakan o tek imge, tek renk neydi? Bir çocuk parkını çizebilmek... Ve bu çocuk parkının içinde çıplak ayaklarının acımasına aldırmadan uçurtma uçururken bembeyaz kelebeklerin hayalini kuran bir kız çocuğu... Öbür elinde kıpkırmızı bir elma şekeri...



Aranılan neydi aslında? Tek bir renk hayata; tek bir renk, hep eksik. -Masmavi bir düş.- Özlenen neydi yalnızlıkta, bir fırça darbesinde, bir tuvalin üzerinde? Ta tanrılar zamanının ölümsüzlüğünde unutulmuş, o zamandan beri sonsuz bir sancıyla taşınan, beklenen, özlenen... Özlem... Evren kurulalıberi gizlenmiş bir renk. Tek bir renk, hep eksik... Sessizlik... Sustu ressam, konuşamadı. Zihni binlerce düşünce ve çağrışımla yorgun düştü. Kıstı yeşil gözlerini çocuk. Savurarak saçlarını güçsüz rüzgârda, sessizce uzaklaştı. Sustu ressam. Kaldıramadı başını, seslenemedi çocuğun ardından. Tek bir renk, hayata. Tek bir sözcük... Bulamadı. Rüzgârın tenini sıyırışıyla ürperdi. Bir soluk Eylül akşamüstünde özlem ve çelişkiler... Yağmur mu yağacaktı ne?...



Bir tek sözcük neydi aslında? Anlatmaya, yaşamaya... Sessizlik, düş ve özlem... Hep bir eksik... Gözlemine devam ediyordu adam. Suskun kalan bir balıkçı ve ressamın ardından ona doğru koşuyordu minik, çıplak ayaklı kız çocuğu. Arayış dolu bir sokak çocuğu. Uçurtmaların yitirildiği bir kentte... Bir an, ah, nasıl bir bakıştı o ? Korkmuş muydu adam? Kaçırmış mıydı bakışlarını? Hemen toparlanıp kaçabilir miydi o sahneden? Bir sorunun, balıkçı ve ressamın yüzünden okuduğu ve onları suskun bırakan bir sorgulayışın merakı, tutkusu ve bilinmezliği ile, bilinmeyenin gizi, gizemi, büyüsü ve bu büyünün düşselliği ile bekledi adam. Ona doğru koşmaktaydı çocuk. Soluksuz kalmış gibiydi yüzü. Yaklaştı çocuk soluk soluğa. Boncuk boncuk ter birikmişti alnına. Paçavraya dönmüş, bütün olanaksızlıklar –belki de düşsüzlükler- ile kirlenmiş, eskiden beyaz olduğu izlenimini uyandıran bir elbise vardı üzerinde. Çocuk da adamın taranmamış saçları, birkaç günlük sakalı ve özensiz giyiminden doğan perişan görüntüsüne takıldı. Hiç kaçırmadan gözlerini birbirlerinden ve konuşmadan hiç, öylece beklediler bir an. Yanaştı çocuk. Adamın oturduğu banka, hemen yanıbaşına oturdu. Daha ayakları yere yetişmiyordu bile. Minicik, çıplak ayakları... Bir süre martıları, vapur düdüklerini, rüzgârın ve dalgaların sesini, koşuşturan –ama hep o aynı telaş, bir yere geç kalmışçasına, artık zaman yokmuşçasına acele ile koşuşturan- insanların adımlarını, çığırtkan satıcıları, kısacası kahkahası ve hıçkırığı ile İstanbul’u dinlediler. Belki de her şeyden arınmış bir sessizliği duyumsadılar birlikte. Gök mü gürledi az önce? Yağmur mu yağacaktı ne?



- Üşümüşsündür küçük kız, al şu montu sırtına bakalım... dedi adam. Bu beklenmedik yakınlık karşısında ürktü kız, ne yapacağını bilemedi ama reddetmedi bu teklifi. Montun tüm bedenini saracak büyüklükte oluşunu garipsemiş olsa bile, sıcak bir güven verdi bu ona. Sevgi ihtiyacını bir montun sıcaklığında giderir gibi sarındı iyice monta. Adamın hiçbir şey söylemeden uzattığı simidi, yine hiçbir şey söylemeden, ama yemyeşil gözlerinde minnet ifadesi ile aldı. Yemyeşil gözleri sımsıcak. Ve, ah, nasıl bir bakıştı o? Asırlar önce toprağın altına gömülmüş bir düş sanki. Bir özlem... Kaybedilmiş, unutulmuş, ama hep eksik, hep eksikliği taşınmış, susulmuş bir düş. Rüzgârın tenine değişiyle ürperdi adam:



- Niye koşuyordun durmadan küçüğüm? Neyi arıyordun?... diye sordu. Cevabın bir sızıyı iyiden iyiye sancı yapacağını, acıtacağını biliyor muydu? Daha cevabı beklemeden tekrar sordu:



- Sahi adın ne senin küçüğüm? Bir adın var mı?



- Elif!... dedi sokak çocuğu. Donuklaşmıştı gözleri. Annesiyle babasını hiç tanımamıştı. İsmini kimin koyduğunu, neden “Elif” koyduğunu bilmiyordu. Tek bildiği herkesin onu “Elif” diye çağırdığıydı. Annesi ile babası ne zaman, nasıl yitmişlerdi? Düşleri? Halasının iki göz barakasında yaşarlarken nasıl, ne zaman, neden takılmıştı bu soru aklına? Nereden? Bir şey eksik... Bir düş...



- Bir çocuk parkı... dedi ümitsizce. Bir çocuk parkı gördünüz mü buralarda?



Vurgun yemiş gibi soluksuz kaldı adam bir anda. Suskunlaştı. Derin bir iç çekiş... Sessizlik... Bir çocuk parkının arayışındaki çocuk gibi ümitsizleşti birden. Hiçbir şey söyleyemedi. Ne söyleyebilirdi ki? Bir çocuk parkı, düşlerde özlenip de el uzatılamayanı mı simgelerdi yoksa? Ulaşılamayanı, tuvaldeki renksiz bölgeyi, suya atılan oltadaki bekleyişi, yitirilen bir düşü... Bir çocuk parkının arayışında herkese sancı veren neydi? Sessizlik... Hep bir eksik... Acı dolu bir sessizliği bozmak için, buğulu gözlerini ve dokunsan hıçkırıklarla yitirilenleri taşıracak yüreğini saklamaya çalışarak, sordu adam:



- Kimsen yok mu senin küçüğüm?



Yaşamsızlıklarla dolu düşsüz yüreği bir kalkıp indi. Derin bir iç çekiş...



- Bir çocuk parkım yok benim... diye cevap verdi çocuk.



Rüzgâr dokundu yüzüne, ürperdi adam. Gökyüzüne kaldırdı başını. Kurşunî yaşamsızlığa martıların çığlıkları eşlik ediyordu. Düşündü... Tek bir sözcük. Bulamadı. Hep bir eksik... Derin bir iç çekiş... Yağmur yağacaktı.



Uyandı düşünden adam, düşsüz kaldığı düşünden, aslında düşsüzlüğünden. Terlemişti. Bir çocuk parkını arayan yeşil gözlü, minik, çıplak ayaklı kız çocuğu gibiydi sanki, soluk soluğa ve terlemişti. Hızla inip kalkıyordu yüreği. Ürperdi birden. İyice sarındı yorganına. Dizlerini içine çekti ve o anda bir sancıyı duyumsadı. Midesinden yüreğine doğru yürüyen, düşüncesini ve düşünü de esir alan, acıtan bir sancı. Bir boşluğun acıması belki de. Bir karanlığın... Ürperdi yine ve sımsıkı sarındı yorganına, kimsesizliğine. Sigarasına uzandı. Kibritini çaktı ve kibrit alev aldı. Bir süre alevi izledi donuk gözleriyle. Kibrit tükenmeden ve alev elini yakmadan az önce, sessizlikle ve aynı donuk bakışla sigarasını yaktı. Söndürdü kibriti. Kül tablasını aradı gözleri. İşte orada, pencerenin hemen önündeydi. Uzandı ve aldı. Derin bir nefes çekti sigarasından. –Balıkçının sigarasından çektiği nefes de bu muydu, böyle miydi?- Bir an, küçücük bir umut, bir başkaldırı gibi sigaranın ucundaki ışık. Sonra hemen soluklaşıyor, yitiyor. Ve dumanında beklenip de gelmeyenlerin, özlemlerin, kayıp düşlerin, belki de çocuk parklarının –kayıp çocuk parklarının- izi. Bir nefes daha alamadı sigarasından adam. Dumanın, sakladıklarıyla birlikte yitip gitmesini izledi. Söndürdü sigarasını. Derin bir iç çekiş... Sessizlik, düş ve özlem... Tek bir sözcük... Hep eksik... Çocuk parksız bir çocuğunki gibiydi yüreği. Kendi çelişkisini kendi içinde taşıyan bir çocuk gibi. Yaşanmamış, yarım kalmış bir şeyler hep, hep bir eksik. Henüz aydınlanmamıştı hava. Az sonra, gün ağardığında yavaşça, insanlar yine aynı telaşla, bir yere yetişme düşüncesiyle yalnız, sanki artık zaman yokmuşçasına ve yine düşsüz, yine aldırmadan birbirlerine, yine çocuk parksız devam edeceklerdi yaşamalarına, yaşam olduğunu sandıkları o sürece. Gözlerini kaldırdı adam –yatağın yanıbaşındaki bu pencereden, güzel görünürdü şehir- ve hüzünle baktı şehrine, özleminin anılarını barındıran limana. Özlem neydi aslında? Bir kent, bir sözcük, bekleyiş... Özlem, kaçılamayan bir kentti belki de. Gitmenin aslında ölmek olduğu biline biline terkedilen, sonra, onlarca savruluştan sonra, daha eksik, yarım, düşsüz, ama yine de sığınma, barınma umuduyla, yenik de olsa geri dönülen bir kent... Özlem, bir kentti belki de. Peki, özlemi kaçılamayan kentlerin sessizliğinde saklı adamların yaşamı nasıldı? Tek bir sözcük... Yaşam olduğu sanılan bir zaman aralığında unutulmuş, yaşamamış, yaşanmamış, yaşlanmış bir sözcük. Bir düş... Bir çocuk parkı belki de... Özlem neydi? Özlem bir çelişkiydi bağrımızın ortasında, acıtan. Özlem; bekleyiş, hüzün demekti. Özlem bir sözcüktü, bir denizkızıydı, bir renkti. Bir düş, bir çocuk parkıydı özlem.



Şehrine tekrar göz gezdirdi adam. Balıkçılar son onarımlarını yapıp ağlarının, güne hazırlanıyorlardı. Yeni bir bekleyişe, ama eksik olan bir tek sözcüğün farkında olmadan. Çığırtkan satıcılar da tezgahlarında yerlerini almışlardı. İşte ilk seferini yapıyordu Paşabahçe, Eminönü’nden Kadıköy’e. Martılar vapurun peşi sıra... Bir tek martı hep en yüksekte uçup durdu. Haykırdı durmadan. Kimse kaldırıp başını bir kez olsun dinlemedi. Kurşunî bir düşsüzlük kaplamıştı kentin üstünü. Bir martı, tek başına haykırdı durmadan. Tek bir sözcük...



Bir tek sözcük neydi aslında? Anlatmaya tek bir sözcük... Sessizlik, düş ve özlem... Hep bir eksik. Bir kız çocuğu koşuyordu sahil boyunca. Beyazı kirlenmiş bir elbise içinde, minicik ayakları çırılçıplak bir sokak çocuğu. Çocuk parksız devam ediyordu herkes yaşamasına, yaşam olduğunu sandıkları o sürece. Bir martı, tek başına haykırıyordu durmadan. Tek bir sözcük... Başını göğe kaldırdı adam, martıyı dinledi... Yağmur yağıyordu.



Susanılıp da susulan bir özlemdi hayat. Yaşar gibi yaptığımızı anlayamadığımız... İnsanlar kimsesizliklerinin farkına varmadan yürümeye devam ediyorlardı...



Varlık Dergisi – Eylül 2001