.

.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

30 Mar 2012

Televizi - Aptal kutusu



Gaftici Fethi, zengin semtlerin birinden arakladığı aletle mahallede gözükünce, Kolera'da günün adamı ilan edildi. Bu alet; Televizi- Aptal kutusu-Beyaz camdı. Fethi, Kolera'nın en geniş çıkmaz sokağına koyduğu bu aleti para karşılığı millete seyrettiriyordu. Müşteriler çoğalınca Fethi ara sokağa bir perde çekip Televizi seyretmek isteyenleri biletle içeri almaya başladı. Softalar Gaftici'nin getirdiği bu alete "Şeytan Kutusu" dediler. "Günahtır kardeşim -Ayıptır Evladım, al şu Televizi'yi de götür bir yere fırlat," dedilerse de, Fethi'ye dinletemediler. Bunun üzerine, Şeytan Kutusu'na karşı imha planları hazırladılar. Bir gece yansı Fethi'nin müşterileri dağılınca softalar, taş ve sopalarla Şeytan Kutusu'na giriştiler. Suikast haberini iki dakika önce alan Fethi, üç kat battaniyeye sardığı portakal sandığını sehpanın üzerine koymuş, aleti çoktan kaçırmıştı. Fethi, softaların öfkeyle giriştiği kutuya ve yaptıkları aptallığa bakarak evinin camında kahkahalarla gülüyordu. Softalar başarısız olduklarını ertesi gün anlayınca deliye döndüler. Bir tanıdıkları vasıtasıyla Kolera'nın elektriğini kesip Şeytan Kutusu'ndan kurtulacaklarını zannettiler. Kolera zindan gibi olunca softalar derin bir iç çekip büyük bir beladan kurtulduklarına sevindiler. Ancak karşılarında Kolera Sokağı'nın en büyük vebası, en hünerli parlak dehası Fethi durduğundan sevinçleri çeyrek kaldı. Fethi, Fil Hamit'in atölyesinden arakladığı aküyle aleti çalıştırıp, "Hizmette sınır yoktur sevgili vatandaşlarım," diyerek softalara nispet haykırıyordu.

Elektronik çağı Kolera'da olanca şiddetiyle patladı. Köylü kadınlar ve softaların karılan, televizyondan 'şeytan aleti' diye bahsedildiğinden, televizyonu korkarak, başlarını bağlayıp evi tertemiz yaptıktan sonra seyrediyorlardı. Ekrana kadın spiker çıkınca rahat nefes alıp sakince seyrederken, erkekleri gördükleri zaman mutfağa veya yan odalara kaçıyorlardı. Kocaları evde yokken, erkek spikerleri kapı aralığından gizlice seyredip koltuk kenarlarına sürtünüyorlardı. Aya gidildiğine bile inanmayan softaların televizyonu kabullenmeleri yine Fethi'nin sayesinde oldu. Gaftici televizyondaki belgesel programların sesini kısıp Şeytan Kutusu'nun arkasına yerleştirdiği teypten ezan sesi çıkararak softaları aptal kutusuna esir etti. Kaptan Kusto'nun 'Denizler Altındaki Yaşam' belgeselini 'Huu' çekerek izleyen softalar görülmeye değerdi.

Ağır Roman / Metin Kaçan

Artık Tarih Atmıyorum..



Ne kadar acıyorum kendime; bu yüzden başkalarına acımaya fırsat bulamıyorum. Bütün acımamı kendime harcadım. Dilencilerden kaçıyorum. Biri yüzüme bakıp acıklı şeyler anlatacak diye titriyorum. İnsanlık dışı oldum. Yüzümü yerden kaldıramıyorum. İşim gücüm başkalarına haksızlık etmek. Bu yüzden tutunamayanların arasında hakkım olan yeri alamıyorum. Onlar için birşeyler yapmak arzusuyla kıvranıyorum bir yandan. Tutunamayanlar için şarkılar yazmıştım bir zamanlar. Süleyman Kargı’da kaldı hepsi. Ne garip: bende bir sureti bile yok yazdıklarımın. Kimse, kendine karşı bu kadar ihmalci değildir. Belki de iyi oldu. Bir süzgeçten geçirmek gerekirdi yazdıklarımı: bir sürü karalama. Yazdıklarıma bir baktım ki durmadan kendimi anlatmışım. Kimseye okumadığım isabet oldu. Süleyman Kargı işin içindeydi. Hep benim yanımdaydı. İnsanlar bir işin içinde olunca, sevgi duyarlar yapılanlara. Başkası okusaydı pişman olurdum yazdığım için. Kendimi de düşünmemişim ki yazarken, bir kenarda saklamayı akıl edemedim onları. Süleyman Kargı da kaybetmiştir inşallah. Fotoğraf albümüm de kaybolur inşallah. Ben de inşallah öldüğüm gün, babam gibi unutulurum. Buna hakkım olmalı hiç olmazsa. Hiç olmazsa, istediği gibi yaşayamadı ama istediği gibi öldü, istediği gibi unutuldu kabilinden soğuk bir söz ederler arkamdan. Tutunamayanların arasında bile yeri yoktu, derler. O kim, Tutunamamak kim derler.

Gerçek tutunamayanlara saygım büyüktür. Onları bir ansiklopedide toplamak isterdim. Türk Tutunamayanları Ansiklopedisi. On iki fasikül bir cilt. On iki ciltte tamamlanacaktır. Üç fasikül bir harf, üç harf bir kelime, üç korner bir penaltı...
Benden sonra bu işi yapacak çıkmaz. Gençlik şimdi somut sorunlarla ilgili. Hemen işe girişmeliyim.

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

29 Mar 2012

Zahir yok olmuştu... Zahir?



Hemen şimdi gitmeli miydim? Ya da dayanmalı ve 'hadi gidelim' ne anlama geliyor görmeli miydim? Eğleniyordum ve vampir kılıklı kızı baştan çıkarmayı denemek istediğimi anladım. İleri, o zaman.

İlk tehlike işaretinde her zaman gidebilirdim. İlerlerken nereye olduğunu bilmiyordum tüm bu yaşadıklarımı düşünüyordum. Bir kabile. Birbirlerini kollayan gruplar halinde yolculuk eden ve sağ kalma olasılıkları çok az olan insanların yaşadığı zamanlara simgesel bir dönüş. Toplum adı verilen saldırgan bir diğer kabilenin tam ortasında bir başka kabile, toplumun topraklarından geçiyorlar ve reddedilmeye karşı savunma olarak saldırganlığı kullanıyorlar. İdeal toplumu oluşturmak için bir araya gelen, vücutlarındaki takılar ve üzerlerindeki giysilerin ötesinde haklarında hiçbir şey bilmediğim bir grup insan. Değerleri neydi? Yaşam hakkında ne düşünüyorlardı? Nasıl para kazanıyorlardı? Hayalleri var mıydı ya da sadece dünyayı dolaşmak yeterli miydi? Bütün bunlar, neler olacağını tamamen bildiğim bir sonraki akşam gitmem gereken yemekten çok daha ilginçti. Bunun votka yüzünden olduğuna kendimi inandırmıştım, ama kendimi özgür hissediyordum, geçmişim giderek daha da uzaklaşıyordu, sadece şu an vardı, içgüdü; Zahir yok olmuştu... Zahir?

Evet, kayboldu, ama şimdi Zâhir'in, bir objeye takıntılı olmaktan çok daha öte bir şey olduğunu anlıyorum, Borges'in söylediği gibi, sadece Kurtuba'da bir caminin on iki bin sütunundan birinin mermerindeki bir damar ya da geçen iki yıl boyunca benim şu acıklı durumumda olduğu gibi, Orta Asya'daki bir kadın değil. Zahir her şeye aşırı bağlanmaktı ve kuşaktan kuşağa geçiyordu; ardında yanıtlanmamış hiçbir soru bırakmıyordu, bütün boşlukları dolduruyordu; bazı şeylerin değişebileceği olasılığını aklımızdan bile geçirmemize asla izin vermiyordu. Çok güçlü olan Zahir her insanla birlikte doğmuştu ve çocukluk döneminde, daha sonra hep saygı duyulacak olan kuralların ona zorla kabul ettirilmesiyle tüm gücünü kazanmış gibi görünüyordu: Farklı olan insanlar tehlikelidir; başka bir kabileye aittirler; topraklarımızı ve kadınlarımızı isterler.
Evlenmeliyiz, çocuk sahibi olmalıyız, türümüzü sürdürmeliyiz.
Aşk bir kişiye yetecek kadar ufak bir şeydir ve yüreğin bundan çok daha büyük olduğuna dair herhangi bir fikir öne sürmek sapıklık kabul edilir.
Evlendiğimizde diğer kişiye, onun bedenine ve ruhuna sahip olma yetkimiz vardır.
Nefret ettiğimiz işleri yapmak zorundayız, çünkü düzenli bir toplumun parçasıyız ve herkes istediğini yaparsa dünya durma noktasına gelecektir.
Mücevher almalıyız; bu kabile kimliğimizi belli eder, tıpkı vücutlarına takılar takanların farklı kabileden olmaları gibi.
Gerçek duygularını ifade edenleri küçümsemeli ve onlarla her zaman eğlenmeliyiz; üyelerinin duygularını göstermesine izin verilmesi bir kabile için tehlikelidir.
Ne pahasına olursa olsun 'Hayır' demekten kaçınmalıyız, çünkü insanlar daima 'Evet' diyenleri tercih ederler ve bu şekilde düşman topraklarında sağ kalabiliriz.
Başkalarının düşünceleri bizim hissettiklerimizden çok daha önemlidir.
Asla ufak sorunları büyütme, bu düşman bir kabilenin dikkatini çekebilir.
Eğer farklı davranırsan kabileden kovulacaksın, çünkü diğerlerine de bulaştırabilirsin ve yeni baştan düzenlenmesi çok zor olan bir şeyi mahvedebilirsin.
Yeni mağaramızın görünüşünü daima hesaba katmalıyız ve eğer kendi fikrimiz yoksa o zaman ne kadar zevkli olduğumuzu başkalarına göstermek için elinden geleni yapacak bir dekoratör çağırmalıyız.
Aç olmasak bile günde üç öğün yemek yemeliyiz ve açlıktan ölsek bile, güncel güzellik ölçülerine uymuyorsak oruç tutmalıyız.
Modanın bize söylediği gibi giyinmeliyiz, sevsek de sevmesek de sevişmeliyiz, ülkemizin sınırlan için öldürmeliyiz, emekliliğin bir an önce gelmesi için zamanın çabuk geçmesini istemeliyiz, politikacıları seçmeli, yaşamın ne kadar pahalı olduğundan şikâyet etmeli, saç biçimimizi değiştirmeli, farklı olan herkesi eleştirmeli, dinsel inancımıza bağlı olarak pazar, cumartesi ya da cuma günleri dinî görevlerimizi yerine getirmeli ve orada günahlarımızın bağışlanması için yalvarmalı ve gerçeği bildiğimiz için gurur duyarak kendimizi göklere çıkartıp yanlış tanrıya ibadet eden diğer kabileyi küçümsemeliyiz.
Çocuklarımız bizi izlemeli; ne de olsa biz daha yaşlıyız ve dünyayı tanıyoruz.
Bir üniversite diplomamız olmalı, hatta eğitimini almak için zorlandığımız bilim dalıyla ilgili bir işi asla yapmasak bile.
Asla kullanmayacağımız, ama birisinin mutlaka bilmemiz gerektiğini söylediği cebir, trigonometri, Hammurabi kanunları gibi şeyleri öğrenmeliyiz.
Anne ve babamızı asla üzmemeliyiz, bu bizi mutlu edecek her şeyden vazgeçmek anlamına gelse bile.
Sessiz müzik çalmalıyız, sessizce konuşmalıyız, gizli gizli ağlamalıyız; çünkü ben çok güçlüyüm, Zâhir'im, kurallara teslim olan ve tren rayları arasındaki uzaklığı belirleyen, başarının anlamı, sevmenin en iyi yolu,
ödenen bedellerin karşılığı.

Zahir / Paulo Coelho

Nadja ( Bölüm 2 )




Hareket noktası olarak 1918'e doğru kaldığım, Panthéon alanındaki Hotel Des Grands Hommes'u, etap olarak da Ağustos 1927'de kaldığım, Varengeville-Sur Mer'deki Manoir d'Ango'yu alacağım; Manoir d'Ango hiç kuşkusuz aynı Manoir d'Ango'ydu; burada, rahatsız edilmek istemediğim zaman kalmamı teklif ettikleri, yapay olarak çalılıklarla gizlenmiş bir kulübede, bir ormanın kıyısında kendimi keyfimce puhu kuşu avına da verebilirdim üstelik. (Nadja'yı yazmak istediğim andan itibaren, başka türlü olması da mümkün müydü?) Şurada burada bir hata ya da küçük bir unutkanlığın, hatta herhangi bir bulanıklığın ya da içtenlikle yapılmış bir atlamanın anlattıklarım üzerine, bütünü içerisinde alındığında hiçbir şüphe götürür yanı olmayan şeyler üzerine gölge düşürmesi o kadar önemli değil. Böylesine düşünce kazalarının, haksız yere gündelik olaylar boyutuna indirgenmemesini de isterdim, sözgelimi Paris'te, Maubert alanındaki Etienne Dolet heykelinin beni tümüyle çektiğini ve dayanılmaz bir iç sıkıntısına neden olduğunu söylüyorsam, buradan, beni psikanalizin paklayacağı sonucunu çıkarmamalı hemen; saygı duyduğum bir yöntem bu ve hiç değilse insanı kendinden, kendi içinden çekip çıkarmayı hedeflediğini düşünüyorum ve ondan, tahrirat katibi başarılarından daha başka başarılar bekliyorum. Bu da beni rahatlatıyor, öte yandan, psikanaliz böylesine fenomenlerle uğraşacak halde değil; büyük başarılarına rağmen, rüya sorununu son kertesine kadar bitireceğini veya yarım kalmış edimler açıklamasından hareketle, kendisinin de birtakım yeni edim ihmallerinde bulunmamasını kabul etmek bile, onu gereğinden fazla onurlandırmaktır zaten. Burada kendi deneyimime, bana göre, meditasyonlar ve hayallerle oldukça bölünmüş kendi üzerimdeki bir konuya geliyorum.
Renée Maubel Konservatuarı'nda, Apollinaire'in Couleur du Temps'ının ilk temsil gününde perde arasında, balkonda Picasso'yla konuşurken, genç bir adam yanıma yaklaştı, birtakım sözcükler geveledi ve sonunda anladım ki savaşta öldüğü kabul edilen arkadaşlarından biri sanmıştı beni. Tabii daha ileri gidemedik. Bir zaman sonra, Jean Paulhan aracılığıyla Paul Eluard'la mektuplaşmaya başladım, ikimizin de birbirimizin dış görünüşümüz konusunda en ufak bir fikri yoktu. İzinli olduğu bir sırada beni görmeye geldi: Couleur du Temps'da bana doğru gelen oydu.
Champs Magnétiques'in son sayfasına yayılmış ODUN-KÖMÜR sözcükleri, Soupault'yla birlikte dolaştığımız bütün bir pazar boyunca, belirtmeye yaradıkları tüm dükkanlar konusunda, garip bir tahmin yeteneğimi ortaya koymama vesile oldu. Hangi sokağa girersek girelim bu dükkanların, sağımızda ve solumuzda ne kadar ilerde karşımıza çıkacağını söyleyebiliyordum gibi geliyor. Ve öyle sanıyorum ki bu her defasında doğrulanıyordu. Söz konusu sözcüklerin halüsinasyonlu imgesi değil de, basbayağı dükkanın cephesinde, girişin her iki yanında, tek renkli, bazı kısımları daha koyu olan kütüklerin şöylesine boyanmış kesitleri beni uyarıyor, yönlendiriyordu. Eve döndüğümde bu imge gene peşimi bırakmadı. Médicis kavşağından gelen bir tahta at havası, bende odun kütüklerinin etkisini yaptı. Bir de, penceremden, iki üç kat altımda, bana sırtı dönük, Jean-Jacques Rousseau heykelinin kafatası... Korku içinde alelacele, telaşla geriledim.
Gene Panthéon alanında, bir akşam, geç vakit... Kapıya vuruldu. Bugün, ne kaç yaşlarında olduğunu ne de hatlarını hatırlayabildiğim bir kadın girdi içeri. Yas giysileri içindeydi sanırım. Littérature dergisinin bir sayısının peşindeydi. Birisi bunu ertesi gün Nantes'a getirmesi için söz almıştı ondan. Bu sayı daha çıkmamıştı, ne var ki, onu inandırıncaya kadar akla karayı seçtim. Az sonra anlaşıldı ki, ziyaretinin nedeni kendisini yollayan ve kısa bir süre sonra gelip Paris'e yerleşecek olan kişiyi "tavsiye etmek"ti bana. (Şu deyim aklımda kaldı: "Edebiyata atılmak isteyen", o andan itibaren bütün uğraşıp didinmesinin nedenini anlayınca bir kez, onu olabildiğince mütecessis ve heyecan verici buldum). Benden, böyle hayali olmaktan da öte, buyur etmem, öğütler verme görevini üstlenmem istenen kişi de kimdi? Birkaç gün sonra Benjamin Péret karşımdaydı.
Nantes: Belki de Paris'le birlikte, başıma yaşanmaya değer bir şeyler gelebileceği izlenimi veren tek Fransa kenti, birtakım bakışların kendi kendilerine, alabildiğine ışıltılar saçtığı kent (daha geçen yıl Nantes'dan otomobille geçerken, bir adamla birlikte yürüyen, sanırım bir işçi kadın, gözlerini kaldırdığında saptadım bunu: Kala kaldım öylece), burada yaşamın temposu başka yerlerdekiyle aynı değil, burada tüm serüvenlerden de öte bir serüven düşüncesi birtakım kişilerin kafasında yer bulmaktadır hala, Nantes ki hala oradan bazı dostlar gelebilir bana, Nantes ki nasıl da sevdim bir bahçesini: Procé bahçesini.
Şimdi, kendisini tanıyan aramızdan bazılarının, uykular dönemi diye adlandırdıkları dönemdeki Robert Desnos'u tekrar gözümün önüne getiriyorum. Desnos "uyuyor" ama, uyurken de yazıyor, konuşuyor. Bir gece bende, Ciel barının üstündeki atölyede oluyor bu. Dışarıda bağırıp çağırıyorlar: "Giriyoruz, giriyoruz, Chat Noir'a giriyoruz!" Ve Desnos benim görmediğimi, bana ancak o gösterdikçe görebildiğimi görmeye devam ediyor. Bunun için de, çoğunlukla, yaşamakta olan en ender, en anlaşılmaz, düş kırıklığına uğratıcı adamın, Cimetiére des Uniformes et Livrées'nin yazan, gerçekte hiç görmediği Marcel Duchamp'ın kişiliğine bürünüyor. Duchamp'daki birtakım esrarengiz "kelime oyunları" (Rrose Sélavy) içinde en taklit edilmez olarak görülen şey, Desnos'ta, tüm saflığı, arılığıyla karşımıza çıkıyor ve ansızın olağanüstü bir genişlik ve yaygınlık kazanıyor. Kaleminin, en ufak bir duraksama olmadan kağıdın üzerine konuşunu ve olağanüstü bir hızla, bu şiirsel denklemleri görmeyen ve benim gibi, bunların uzun bir hazırlık döneminden geçmiş olabilecekleri konusunda ikna olmayan mı kaldı; teknik yetkinliklerini değerlendirme yeteneğine sahip olsalar ve de o olağanüstü kanat çırpışı değerlendirseler bile, bütün bunların getirdikleri konusunda, bunun kazandığı mutlak kehanetin değeri hakkında bir fikir sahibi olamazdılar. Bu sayısız seanslara katılanlardan birinin zahmete katlanıp da bunları kesinlikle betimlemesi, gerçek havalarına oturtması gerekir. Ne var ki tutkuya kapılmadan bunlardan söz etmenin zamanı henüz gelmedi. Desnos'un gözleri kapalı, ilerisi için, kendisiyle, başka birisiyle ya da kendi kendimle verdiği o kadar buluşma saatinden, gitmeme cesaretini gösterebildiğim tek bir tanesi bile yok, en akıl almaz yer ve saatlerde olsalar bile, söylediği kimseyi orada bulacağımdan emin olmasam bile.

Nadja / Andre Breton

15 Mayıs 1905



Zamanın olmadığı bir dünyayı düsünün. Yalnızca görüntüler olsun.

 Deniz kıyısındaki çocuk, ilk kez gördüğü okyanus karsısında büyülenmis. Günes batarken bir kadın balkonda oturmus, uzun saçları, geceliği, çıplak ayakları, dudaklarıyla. Kramgasse'deki Zehringen Çesmesi'nin kemeri mermer ve demirden. Sessizce oturan bir adamın elinde bir kadın fotoğrafı, yüzünde acılı bir ifade. Gökyüzünde bir kartal, kanatları açık, tüylerinin arasından günes ısınları geçiyor. Genç bir çocuk bos bir salonda oturmus, yüreği sanki sahnedeymis gibi atıyor. Kısın adada ayak izleri. Geceleyin suda bir tekne, ısıkları uzakta belli belirsiz, karanlık gökyüzünde küçük solgun kırmızı bir yıldız gibi. Kilitli bir ilaç dolabı. Sonbaharda bir yaprak. Kırmızı, altın rengi, kahverengi, nefis. Çalılıklarda çömelmis bir kadın, konusması gereken ayrı yasadığı kocasının evinin yanında bekliyor. Bahar gününde hafif bir yağmur. Genç bir adamın sevdiği yerlerde çıktığı son gezinti. Pencere pervazında tozlar. Marktgasse'de asılı biberler, sarı, yesil ve kırmızı.

Matterhorn, beyaz doruk masmavi gökyüzüne, yesil vadiye ve ahsap kulübelere saplanıyor. îğne gözü. Yapraklar üzerinde çiğ, kristal ve seffaf. Bir anne yatağında ağlıyor. Havada fesleğen kokusu. Kleine Schanze'de bisiklete binmis bir çocuk ömür boyu sürecek bir gülüsle gülümsüyor. Bir dua kulesi, yüksek, sekizgen, açık bir balkon, kollarla çevrelenmis. Sabahın erken saatinde gölden buhar yükseliyor. Açık bir çekmece. Kafe-de oturan iki arkadas. Birinin yüzünü lamba aydınlatıyor, diğerine gölge vurmus. Bir kedi pencerenin dısındaki böceğe bakıyor. Park sırasına oturmus genç bir kadın yesil gözlerinden akan mutluluk gözyaslarıyla mektup okuyor. Büyük bir alanda sıra sıra sedir ve ladin ağaçları dikili. İkindi vakti, günes ısınları pencereden genis bir açıyla giriyor. Yere düsmüs koca bir ağaç, kökler havaya çıkmıs, yapraklar hâlâ yesil. Rüzgârı arkasına almıs beyaz bir teknenin yelkenleri dev beyaz bir kursun kanatları gibi açılmıs. Lokantada yalnız oturan baba ile oğul. Baba hüzünlü, gözlerini masa örtüsüne dikmis. Yuvarlak bir pencere. Dı-sarda kuru otlar, tahta bir araba, inekler, etraf aksam günesinde yesil ve mor görünüyor. Yerde kırılan bir sise. Çatlaklarda kahverengi bir sıvı. Gözleri kızarmıs bir kadın. Mutfakta yaslı bir adam torununa kahvaltı hazırlıyor. Oğlan pencereden dısardaki beyaz sıraya bakıyor. Masanın üstünde solgun bir ısık veren lambanın yanında eski bir kitap. Suyun üzerindeki beyazlık dalga dalga kırılıyor, rüzgâr tarafından sürükleniyor. Kanapede ıslak saçlarıyla uzanmıs bir kadın bir daha göremeyeceği adamın ellerini tutuyor. Kırmızı vagonlu tren, altından ırmak akan çok güzel kemerli tas köprüden geçiyor. Uzakta küçük noktalar halinde evler. Pencerenin önünden günes ısığında yüzen toz bulutlan geçiyor. Boynun ortasında deri incelmis, altındaki damar görünecek kadar. Çırılçıplak bir kadın ile bir erkek birbirlerine sarılmıs. Dolunayda ağaçların mavi gölgeleri. Üzerinde devamlı sert bir rüzgâr esen dağın doruğu. Her iki yana devrilen vadi, peynir ve jambonlu sandviç. Bir çocuk babasının tokadından kaçıyor, babanın dudakları öfkeyle büzülmüs, çocuk anlamıyor. Aynada garip bir yüz, tapınaktaki grilik. Elinde telefon alıcısı olan genç adam duyduklarıyla irkiliyor. Bir aile fotoğrafı. Genç, rahat bir anne, baba. Kravatlar takmıs iyi giyimli, gülen çocuklar. Ağaçlar arasından, uzaktan süzülen ısık. Günbatımının kızıllığı. Bir yumurta kabuğu, beyaz kırılgan, kırılmamıs. Kıyıda ıslanmıs mavi bir sapka. Irmakta, köprünün altında kesilmis, sürüklenen güller. Yanda bir sato. Sevgilinin kızıl saçı. Vahsi, haylaz, davetkâr. Genç bir kadının tuttuğu mor süsen yaprakları. Dört duvarlı, iki pencereli, iki yataklı, bir masa, bir lamba, kızarmıs yüzlü iki kisi olan bir oda. İlk öpüs. Uzayda yakalanan gezegenler, okyanuslar, sessizlik. Pencerede su damlası. Bükülmüs ip. Sarı bir fırça.

  Einstein'in Düsleri / Alan Lightman

27 Mar 2012

Yedi Kapılı Kırk Oda



Aşk , anası , babası , yari gibi sevmekti.
Onu sevmiş olan herkesin gözleriyle birden  sevmekti.
Kör olana kadar onu herşeyiyle görmekti.

Onu , çocukluğunu , hatıralarını , alışkanlıklarını , sevgisizliğini , hoyratlığını , bencilliğini , kendine dönüklüğünü , zalimliğini , acımasızlığını , açık şiddetini , saklı şefkatini , ilgisizliğini , kayıtsızlığını , çresizliğini , küçüklüğünü sevmekti.

Aşk , belki de hiç bir zaman sizi sevmeyeceğini bildiğiniz birini , hiç bir zaman geriye dönmeyeceğini bildiğiniz büyük fedakarlıklarla , öldüresiye bir umutla sevmekti...

Azrail'e kadar kavuşamadıklarımla ölüp gidecektim.
Hikaye bitmeden , size bunu söylemek istedim.
Aşkın bir sonra ki kapısında yine beklerim..

Yedi Kapılı Kırk Oda / Murathan Mungan

Kısa Süren Bir Mutluluk




Bir daha ne zaman buluşacağız?

Kısa süren bir mutluluk

Ka ile İpek seviştikten sonra birbirlerine sarılarak bir süre hiç kıpırdamadan yattılar. Bütün dünya öylesine sessiz ve Ka da öylesine mutluydu ki bu çok uzun bir süreymiş gibi geldi ona. Sırf bu yüzden bir sabırsızlığa kapıldı ve yataktan fırlayıp pencereden dışarıya baktı. Daha sonra o uzun sessizliğin hayatının en mutlu ânı olduğunu düşünecek ve İpek'in kollarından çıkıp bu eşsiz mutluluk ânını neden bitirdiğini soracaktı kendine. Bir telaş yüzünden diye cevaplayacaktı bu soruyu, sanki pencerenin öte yanında, kar içindeki sokakta bir şey olacaktı da ona yetişmesi gerekiyordu.
Oysa pencerenin öte yanında yağan kardan başka hiçbir şey yoktu. Elektrikler hâlâ kesikti ama, alt katla, mutfakta yanan bir mumun ışığı buzlu pencereden dışarıya sızıyor, ağır ağır inen kar tanelerini hafif turuncumsu bir ışıkla aydınlatıyordu. Ka hayatının en mutlu ânını fazla mutluluğa dayanamadığı için kısa kestiğini de düşünecekti sonraları. Ama ilk anda, İpek'in kolları arasında yatarken o kadar mutlu olduğunu da bilmiyordu; bir huzur vardı içinde, bu da o kadar doğal bir şeydi ki, daha önceleri niye hayatını kahır ve telaş arası bir duyguyla geçirdiğini unutmuştu sanki. Bu huzur bir şiir öncesi sessizliğe de benziyordu ama şiir gelmeden önce dünyanın bütün anlamı çırılçıplak gözükür, bir coşku duyardı. Bu mutluluk ânında içinde böyle bir aydınlanma yoktu; daha basit ve çocuksu bir saflık vardı: Dünyanın anlamını kelimeleri yeni öğrenen bir çocuk gibi söyleyiverecekti sanki.
Öğleden sonra kütüphanede kar tanelerinin yapısı hakkında okudukları tek tek aklına geldi. Kütüphaneye kar hakkında bir başka şiir gelirse hazırlıklı olmak için gitmişti. Ama şimdi şiir yoktu aklında. Kar tanelerinin ansiklopediden okuduğu çocuksu altıgen yapısını kendisine kar taneleri gibi teker teker gelen şiirlerin ahengine benzetti. Şiirlerin hepsinin daha derindeki bir anlama işaret etmesi gerektiğini o an düşünmüştü.
"Ne yapıyorsun orada?" dedi tam aynı anda İpek.
"Kara bakıyorum, canım."
Kar tanelerinin geometrik yapısında güzellikten öte bir anlam bulduğunu İpek'in sezdiğini hissediyor, ama bunun olamayacağını da aklının bir yanıyla biliyordu. Bir yandan İpek Ka'nın kendisinden başka bir şeyle ilgilenmesinden huzursuz oluyordu. İpek'e karşı kendini çok istekli ve bu yüzden fazlasıyla silahsız hissettiği için Ka bundan memnun oldu ve sevişmenin kendisine biraz olsun güç kazandırdığını anladı.
"Ne düşünüyorsun?" diye sordu İpek.
"Annemi," dedi Ka ve birden neden böyle dediğini anlayamadı, çünkü yeni ölmesine rağmen aklında annesi yoktu. Ama daha sonra o ânı yeniden hatırlarken, Kars yolculuğumda aklımda hep annem vardı diye ekleyecekti.
"Annenin nesini?"
"Bir kış gecesi pencereden yağan kara bakarken saçlarımı okşayışını."
"Çocukken mutlu muydun?"
"İnsan mutluyken mutlu olduğunu bilmez. Yıllar sonra, çocukken mutlu olduğuma karar verdim: Aslında değildim. Ama sonraki yıllardaki gibi mutsuz da değildim. Mutlu olmakla ilgilenmezdim çocukluğumda."
"Ne zaman ilgilenmeye başladın?"
"Hiçbir zaman," diyebilmek isterdi Ka ama hem doğru değildi bu, hem de fazla iddialıydı. Gene de böyle söyleyerek İpek'i etkilemek geçti bir an içinden, ama şimdi İpek'ten beklediği etkilenmekten daha derin bir şeydi.
"Mutsuzluktan hiçbir şey yapamaz olunca, mutluluğu düşünmeye başladım," dedi Ka. iyi mi etmişti bunu söylemekle? Sessizlikle endişelendi. Frankfurt'taki yalnızlığını ve yoksulluğunu anlatırsa İpek'i oraya gelmeye nasıl ikna edebilirdi? Kar tanelerini dağıtıveren telaşlı bir rüzgâr esti dışarıda, Ka yataktan çıkarken kapıldığı telaşa kapıldı, karnını ağrıtan aşk ve bekleyiş acısını şimdi daha da şiddetle hissetti. Az önce o kadar mutlu olmuştu ki, şimdi, bu mutluluğu kaybedebileceğini düşünmek aklını başından alıyordu. Bu da mutluluktan şüpheye düşürüyordu onu. "Benimle Frankfurt'a gelecek misin?" diye sormak istiyordu İpek'e, ama istediği cevabı vermez diye korkuyordu da.
Yatağa döndü, arkadan bütün gücüyle İpek'e sarıldı, "Bir dükkân var çarşıda," dedi. "Peppino di Capri'nin 'Roberta' adlı çok eski bir parçasını çalıyordu. Nereden bulmuşlar onu?"
"Kars'ta hâlâ şehri terk edememiş eski aileler vardır," dedi İpek. "En sonunda anneyle baba da ölünce, çocuklar eşyaları satıp giderler ve şehrin bugünkü fakirliğiyle hiç uyuşmayan tuhaf şeyler çıkar piyasaya. Sonbaharda İstanbul'dan gelip bu eski eşyaları ucuza kapatıp giden bir eskici vardı bir zamanlar. Artık o bile gelmiyor."
Ka az önceki eşsiz mutluluğu bir an yeniden bulduğunu sandı, ama aynı duygu değildi bu artık. O ânı bir daha bulamama korkusu içinde birden hızla büyüdü, her şeyi önüne katıp sürükleyen bir telaşa dönüştü: Frankfurt'a gelmeye İpek'i asla ikna edemeyeceğini korkuyla sezdi.
"Hadi canım, kalkayım artık ben," dedi İpek.
"Canım" demesi, kalkarken dönüp onu tatlılıkla öpmesi bile Ka'yı yatıştırmadı.
"Bir daha ne zaman buluşacağız?"
"Babamı merak ediyorum. Polis onları izlemiş olabilir."
"Ben de merak ediyorum onları..." dedi Ka. "Ama bundan sonra ne zaman buluşacağımızı şimdi bilmek istiyorum."
"Babam oteldeyken bu odaya gelemem."
"Ama artık hiçbir şey aynı değil," dedi Ka. Karanlıkta hünerle ve sessizce giyinen İpek için her şeyin aynı olabileceğini bir an korkuyla düşündü. "Başka bir otele geçeyim ben, hemen oraya gelirsin," dedi. Kahredici bir sessizlik oldu. Kıskançlık ve çaresizlikten beslenen bir telaş. Ka'yı çekip içine aldı. İpek'in başka bir sevgilisi daha olduğunu düşündü. Aklının bir yanı bunun tecrübesiz bir âşığın sıradan bir kıskançlığı olduğunu hatırlatıyordu, ama içindeki daha güçlü bir duygu da İpek'e bütün gücüyle sarılması, onunla arasındaki olası engellere hemen saldırması gerektiğini söylüyordu. İpek'e daha fazla ve hızla yaklaşmak için alelacele yapacağı, söyleyeceği şeylerin kendini zor duruma düşüreceğini sezdiği için kararsızlıkla sessiz kaldı.


Kar / Orhan Pamuk

Derda ve Derdâ



 Uyandılar.Aynı anda. Başlarını çevirip birbirlerine baktılar. Derda , bir boyun mesafesinde ki dudaklara ulaşmak için kendini uzattı ve öptüğü yerde kaldı.

O günü Edinburgh sokaklarında geçirdiler. Akşam erken geldi ve eve döndüler.

Derda salona , Derda banyoya doğru yürüdü.

Elinde ki sprey boye kutusunu salladı ve geniş banyonun geniş duvarına , büyük , kırmızı bir O harfi çizdi. Birkaç dakika boyunca , Derda gülümseyerek izledi. Bembeyaz duvardaki kıpkırmızı harfi. Sonra , O'nun içine bir A ekledi. İlk kez görüyormuş gibi onu da izledi. Ya da bütün hayatı boyunca izlemiş gibi.

Yatak odasına geçip üzerindeki giysileri yavaş yavaş çözmeye başladı ve Derda , çıplak kalana kadar soyundu. Salondan gelen bir müzik sesi duyuldu. Kapanmış olan dudakları dalgalandı. Evde ki en sevdiği albümdü : Altre Follie , 1500 - 1750.

Derda , yatak odasındaki boy aynasının karşısına geçip yumruklarını kaldırdı ve bir boksör gibi gardını aldı. Kendine , OĞUZ ve Atay ' ın üzerlerinden baktı. Ta ki Derda içeri girene kadar. O da çıplaktı. Ve o da gülümsüyordu.

Derda , Derda'nın elinden tutup geçmiş zamanların bir soylusu gibi banyoya giden yolu gösterdi. Eğilerek. Derda yürüdü ve küvetin yanında durdu. İçinde ki suyun sıcaklığını ölçmek için dizlerini büküp iki parmağını ıslattı. Sonra doğruldu ve tek hamlede tokasını çekip topuzunu çözdü. Saçları , omuzuna bir nehir gibi döküldü. Önce bir ayağını sonra diğerini soktu sıcak suya. Kayboldu küvetin içinde çıplak bedeni.

Derda , iki elinde ki iki şampanya kadehini küvetin yanına getirip damalı zemine bıraktı. Sonra da sıcak suyun içine kendini yavaşça batırdı.

Buhar bulutunun arasından bakıp karşılıklı gülümsediler ve gözlerini kapatıp bir süre müziği dinlediler.

Notalar yavaşladı ve gözkapakları birbirlerine kalktı. İkisi de uzanıp kadehlerini aldı ve gözlerini aşklarından ayırmadan yudumlarını çektiler. Bir nefes gibi. Bir nefes zehir...

'' Seni az seviyorum '' dedi. Derdâ.
'' Ben daha az '' dedi. Derda.
Bir daha konuşmadılar...

Bir ara , duvardaki işareti izleyip düşündüler : Oğuz Atay'la başlayanın Oğuz Atay'la bitişini.

Follia adında ki sonsuz melodinin eşliğinde
Birbirlerine son kez bakıp uyudular.
Ölümüne.
Seksen yaşındaydı.
İkisi de.
Birlikte olabilmek için kırk yıl ,
Birlikte ölebilmek için de
Bir kırk yıl daha yaşamışlardı.

       '' Follia '' , XVI. yüzyıl ve daima....


Az / Hakan Günday

26 Mar 2012

Yasa


Ey istemim benim, sen her zorluğun mucizesi zorunluğum benim! Koru beni bütün küçük yengilerden!

Sen yazısı ruhumun, yazgı dediğim! Sen içimdeki! Üstümdeki! Koru ve esirge beni bir büyük yazgı için!

Ve son büyüklüğümü, istemim, esirge en sonuncun için, — ki amansız olasın yengin içinde, Ah; kimler yenilmedi ki kendi yengilerine!

Ah, kimlerin gözü kararmadı ki o esrik alacakaranlıkta! Ah, kimlerin ayağı kaymadı ki ve unutmadı ki yengisinde —ayakta durmayı! —

—Ki ben bir kez dolu ve olgun olayım büyük öğlede: dolu ve olgun, tıpkı eriyik maden gibi, şimşek yüklü bulut gibi, şişmiş meme gibi:

—dolu ve olgun kendimle ve en gizli istemim için, okunu özleyen bir yay, yıldızını özleyen bir ok :

—bir yıldız, dolu ve olgun öğlesinde, eriyik, delik deşik kutsanmış yokedici güneşoklarıyla: —kendisi bir güneş ve amansız bir güneşsistemi, yengisinde yoketmeye hazır!

Ey istem, her zorluğun dönüm noktası, sen benim zorunluğum! Esirge beni bir büyük yengi için!


25 Mar 2012

Notes of a Dirty Old Man



telefon çaldı.
halının üstünde oturuyordu, kablosundan tuttuğu gibi halının üstüne çekti telefonu, sonra ahizeyi kaldırdı, ses yok. "alo?" dedi."McCuller!"
"evet ?"
"üç gün oldu." "ne üç gün oldu?" "üç gündür işe gelmiyorsunuz." "bir Leyden Kavanozu yapmaya çalışıyorum." "ne o?"
"statik elektrik depolayan bir aygıt, 1746 yılında Leyden'li Cuneus tarafından icat edilmiş."
ahizeyi beşiğe yerleştirdi ve telefonu odanın karşısına fırlattı, ahize beşikten fırladı, birasını bitirdi, sıçmak için helaya girdi, sıçtı, silindi, pantolonunu kaldırdı ve öbür odaya girdi.
"DUDU! "diye şarkı söyledi,
DUDU
DUDU
DU DU DU DU!"
seviyordu Herb Alice'ın Tijuana Brass'ini. tanrım, ne ekşi melankoli.
"DA DU
DA DU
DA DU DU DU!"
yine halının ortasına oturduğunda üç buçuk yaşındaki kızı da oradaydı, osurdu.
"hey! sen OSURDUN!" dedi kız.
"ÖŞÜRDÜM! "dedi.
ikisi de güldü.
"Fred," dedi kız.
"ne?"
"sana bişi söylemek istiyorum."
"söyle."
"annenin kıçından bok çektiler."
"öyle mi?"
"evet, adamlar parmaklarını annenin kıçına sokup bokunu çektiler."
"nerden uyduruyorsun bunları? böyle bir şey olmadığını biliyor-
sun.
"evet, oldu, oldu! gözlerimle gördüm!" "git bana bir bira getir." "olur."
kızı öbür odaya koştu. "DA DU," diye şarkı söyledi, DA DU DA DU
DA DU DUDU!"
kızı bira ile döndü.
"canımın içi," dedi kızına, "ben sana bişi söylemek istiyorum."
"söyle."
"acı şimdi nerdeyse total, tamamlandığında daha fazla dayanamayacağım."
"neden benim gibi lacivert olmuyorsun?" diye sordu kız.
"ben lacivertim zaten."
"neden ben ve çiçekler gibi lacivert olmuyorsun?
"denerim," dedi.
"La Mancha'lı Adam'ın dansını yapalım," dedi kız.
La Mancha'lı Adam'ı koydu pikaba, dans ettiler, o bir seksen boyunda, kız onun dörtte biri. ayrı ayrı ve farklı dans ediyorlardı ve çok ciddiydiler, yine gülüyorlardı arada sırada.
plak bitti.
"Marty bana tokat attı," dedi kız.
"ne?"
"evet, Marty ile anne mutfakta sarılmış öpüşüyorlardı, ben susamıştım, mutfağa girdim ve Marty'den bir bardak su istedim, Marty bana su vermeyince ağlamaya başladım ve Marty bana tokat attı."
"git bana bir bira getir!"
"bir bira! bira!"
kalktı ve telefonu yerden kaldırdı, kaldırması ile çalması bir oldu."Bay McCuller?"
"evet?"
"otomobilinizin kaskosu bitmiş, yeni yıllık ücretiniz 248 dolar ve peşin ödenmesi gerekiyor, üç trafik cezası yemişsiniz, her ceza bizim için trafik kazası ile eşdeğerdir..."
"s.ktir!"
"ne?"
"trafik kazası sizin cebinizden para çıkması demektir, trafik cezası ise benim, üstelik bizi kendimizden korumakla görevli motosikletli çocuklar kendilerine yeni ev, araba ve orta sınıf altı karılarına giysi ve biblo alabilmek için her ay belli bir kota doldurmak zorundalar, bırakın bu aptal hikayeleri, araba kullanmıyorum artık, dün gece arabamı iskeleden aşağı ittim, tek bir şeye pişmanım."
"neye?"
"lanet şey aşağı yuvarlanırken içinde olmadığıma."
McCuller telefonu kapattı, kızının getirdiği birayı aldı.
"küçük kız," dedi, "umarım benimkinden daha kolay bir hayatın olur."
"seni seviyorum, Freddie," dedi kız.
uzanıp kollarını beline doladı, ama onu tamamen sarmaya yetmiyordu kolları.
"seni mıncıklıyorum! seni seviyorum! seni seviyorum!"
"ben de seni seviyorum, küçük kız!"
bu kez o uzanıp kızını mıncıkladı, pırıl pırıl parlıyordu kız, kedi olsaydı mırlardı.
"tanrım, tanrım, çok tuhaf bir dünyada yaşıyoruz," dedi. "her şeyimiz var ama hiçbir şeyimiz yok."
halıya oturup "BİR KENT İNŞA EDELİM" oyunu oynadılar, tren raylarının nereden geçeceği ve denetimin kimin elinde olacağı konusunda tartıştılar biraz.
sonra kapının zili çaldı, kalkıp kapıyı açtı. kızı onları gördü.
"Anne! Marty!"
"eşyalarını topla tatlım, gidiyoruz!"
"ben Freddie ile kalmak istiyorum!"
"sana 'eşyalarını topla' dedim!"
"ama Freddie ile kalmak istiyorum!"
"son kez söylüyorum! eşyalarını topla yoksa dayağı yiyeceksin!"
"Freddie, seninle kalmak istiyorum, söyle onlara!"
"kalmak istiyor."
"yine sarhoşsun, Freddie, çocuğun yanında içmemeni kaç kere söyledim sana!"
"sen de sarhoşsun!"
"ona sarhoş diyemezsin, Freddie," dedi Marty, sigarasını yakarak, "zaten hoşlanmıyorum senden, sen de biraz i.nelik olduğunu düşünmüşümdür hep."
"hakkımdaki düşüncelerini bana söylediğin için teşekkür ederim."
"ona sarhoş deme, Freddie, yoksa sopayı yersin..."
"bir dakika, sana bir şey göstermek istiyorum."
Freddie mutfağa girdi, çıktığında şarkı söylüyordu yine.
"DA DU
DA DU
DA DU DU DU!"
Marty kasap bıçağını gördü, "onunla ne yapmayı düşünüyorsun? kıçına sokarım lan o bıçağı!"
"şüphesiz, ama bilmeni istiyorum, telefon şirketinden bir memure aradı, eski borcumu ödemediğim için telefonumu kesiyorlarmış."
"bana ne bundan?"
"demek istediğim, ben de arada sırada kesintiye uğrayabilirim."
çok çabuk hareket etti Freddie, çabukluğu sihir gibiydi, kasap bıçağı Marty'nin gırtlağını dört beş kez kesti. Marty yere yığılıp basamaklardan aşağı yuvarlandı...
"tanrım... beni öldürme, lütfen, beni öldürme."
Freddie oturma odasına döndü, bıçağı şömineye fırlattı ve halının üstüne oturdu, kızı yanındaydı yine:
"şimdi oyunumuzu bitirebiliriz.""tabii."
"tren raylarından araba geçmeyecek."
"mümkün değil, polis bizi tutuklar sonra."
"polisin bizi tutuklamasını istemeyiz, değil mi?"
"hı hım."
"Marty kan içinde, değil mi?"
"hem de nasıl."
"bizi yapan kan mıdır?"
"birkaç şey daha."
"ne?"
"kan, kemik ve acı."
halının üstünde oturup "Kent İnşa Et" oynadılar, sirenin sesini duyabiliyordunuz, bir ambulans, çok geç. üç ekip arabası, beyaz bir kedi girdi odaya, Marty'ye baktı, burnunu kaldırdı ve koşarak dışarı kaçtı, sol ayakkabısının tabanında bir karınca yürüyordu.
"Freddie?"
"ne?"
"adamlar ellerini annenin kıçına sokup parmakları ile bokunu çıkardılar..."
"peki, sana inanıyorum."
"anne nerde şimdi?"
"bilmiyorum."
anne sokaklarda koşup bütün gazete satıcılarına ve bakkal çıraklarına ve barmenlere ve geri zekalılara ve sadistlere ve motosiklet binicilerine ve eski denizcilere ve torbacılara ve Matt Weinstock okurlarına olup bitenleri anlatıyordu ve gök maviydi ve jelatine sa¬rılıydı ekmek ve yıllardan beri ilk kez canlı ve harikuladeydi gözleri, ama can sıkıntısıydı aslında ölüm, can sıkıntısıydı aslında, kaplanlar ve karıncalar bile asla bilemeyecek, şeftali bir gün feryat edecekti.

24 Mar 2012

Mesela Bir Değişim


''Kendimi toparlamam gerek'', diyordum durmadan içimden.''Kendini toparlaman gerek'' diyordu durmadan bir ses yankısı kulaklarımda.

—Evet diyordum.

Kendimi toparlamam gerek oysa sesim kırık idi. Sesim bana uzaktı. Uzak başka bir ses bana kararlı bir biçimde ''kendini toparlaman gerek heyy''diyordu. O uzak ses kendi sesim, kendi kararlılığım oldu birden. Kararlılığım daha sonra karanlığıma karıştı ''ne toparlanması bee' diye hayıflanmaya başladım kendime. Toparlanmanın kendisi nedir ki? Dağılan bir paket duygu, bir kaç fincan düşünce, masa da eski mektuplar üzerine damlamış şarap izleriyse elbet toparlanır ve kolaydır. Bir yağmur yağar, bir güneş açar, temizlenen sokaklar misali temizlenip toparlanırdım eczaneden bir kaç ilaç alıp çöpçülere verirdim onlar temizlerdi aşkımı; ilk aşkımı, son aşkımı, esrik aşkımı doktorların reçetelerine ne gerek vardı ki?
Daha önce denemiş yenilmiş, tekrar denemiş tekrar yenilmiş her yenilgide biraz şiir okuyup, tavandaki boyaları döküp, kırık plak çetesiyle dönülmez akşamın ufkunda çok şeyler yitirip yine gelmiştin o mabedime.
Toparlanmak, toplanmak, dağılmamak, dik durmak mabedine... Bütün umutlu melankoliklerime rağmen çözüm olmayacaktı toparlanmak bu sefer dedim kendi kendime kalınca kendi kendime.
Benim değişmem lazımdı. Edit Piaf’ı unutmam gerekti. Yeni yeni düşler bulup mavi gömleğimin yerine giyip üstüne saçlarımı üç numara daha uzatmam gerekti. Şarabı beş vakit içip, dört mevsimlik sığınaklar bulmam gerekti… Kafamda hayal ettiğim en iyi yeri, zamanı, karakterleri, iç sesimin gezginliğinde öyle bir cadde, öyle bir sokak, öyle bir evde bulmam gerekti ki. O evin ilk sahibi Aristofanes, Aristofanes’den sonra ilk kiracısı William Shakspeare sonra da ''Boş Ev'' olması gerekti. Çılgın ve nefes nefese kalmış haber spikerlerinden, üçüncü sayfa haberlerinden devşirilen dizilerden, gökkuşağı yerine gökdelenlere bakanlardan bahsetmeyecek bir telgraf olup gidip gelmem gerekti A şehrinden b şehrine. Bahsetmemem gerekti şuan ki halimin aynaya yansıyan ve yansımayan taraflarından kimseye kimseciklere yokluğumu bir arş olarak dikmem gerekti manifestosu yazılmamış bir diyara. Ezginin Günlüğünü mütemadiyen karşılaştığım barlar sokağında; bu grup hangi dilde ve hangi zaman da söylüyor diye sormam gerekti: yanı başımda dinleyen bir ses teşrifatçısına…

—ki böyle bir meslek de olması gerekti değiştiğim yerler de.

Üç kız kardeşimi, yedi tepeli şehrimi, Bitlis tütünümü, Galata Kulesinden kız kulesine şiir nağmelerimi, Güldünya’yı, Üsküdar’a giderken elimdeki sıcaklığa okuduğum Turgut Uyarın Göğe Bakma Durağını, yanaklarımdan daha sonra öpüp mendilimde kan seslerine karıştığım o günleri. Haftanın herhangi bir günü uğradığım sahafları ve biletçileri, ‘’unutma, unutturma, o gün ne olmuştu, yaşasın halkların kardeşliği, Kahrolsun bizi bu saatte bu soğukta bu duraklara bu caddelere diken o vahşi zenginlik siyasetinize’’ diyen o toplu sesleri unutmam gerekti diyordum işte. Kutsal sinema günlerini, rejisinde kaybolduğum tiyatro oyunlarını, martılarla kendimi bir tutuğum o uzun vapur yolculuklarını, bir daha ne zaman gelir dediğim kuşları, müdavimi olduğum Kafeleri işte hepsini unutmam gerekti. Bir kahve daha içip ilk camiden sağa sapıp soldaki duraktan binip de inemeyeceğim bir yolculukta unutmam unutup da büyümeden değişmem gerek ti...
Değişimin adını koy artık dedim kendi kendime. Değişim rüzgârların ne tarafa çabuk söyle dedim kendi kendime. Bu değişimde değişmeyecek olacaksın değil mi dedim kendi kendime. Kendi kendime değişim sorularımın nerden geldiğini araştırmaya başladım sonunda.
Vazgeçilecek o kadar şey vardı ki lakin artık vazgeçmeyeceğim o kadar da çok şey hem vardı hem yoktu. Öyle bir şey olmam gerekti ki kesinlikle ‘’insan’’
Dışında bir şey olmam gerekti. Kafkamsı bir zorunlu değişimden ziyade şartların için de şartsız bir değişim değil. Kendi isteğimle üstüne şevkimle, çabamla heyecanımla ama insanların için de var olan bir değişim içinde olan bir başka değişim olmam gerekti.

‘’mesela bir kedi’’
Mesela bir güvercin’’
‘’Mesela bir martı’’
‘’Mesela bir kedi’’

Kendi kendime değişim sorularımın nerden geldiğini buldum nihayetinde ve o yöne doğru koştum.

Mesela bir değişim.
IŞIK olmam gerekti hem de ışık hızında değişerek ışık olmam gerekti. Sorularımın cevabı aklımın ışığındaydı ışık olmam gerekti ışık ışık…
Tüm karanlıklara, tüm karanlıklarıma ışık olmam gerekti.
Mesela bir değişimde…

08.01.2012
İstanbul/Sarıyer
Yağmurlu bir Pazar akşamı.

23 Mar 2012

Yani deliler, bizden akıllı mı Vatson?



Fıkra anlatmaktan da sıkıldık.

Zeytin çekirdeklerini önlerindeki kâğıda tüküren ya da helvalarının üstüne limon sıkan çocukları mı seyredeceğiz karşı masalardaki? Senin miden bulanır, bakamazsın zaten. Ciddi meseleler konuşacağız: Amerikan savaş filmlerindeki Alman tank birlikleri neden hep yenilgiye uğruyor? Newton mu daha büyük, Gauss mu? Böyle önemli bir meseleden bahsedeceğiz: bu Selim’in durumu ne olacak Kenan? Kendi bilir. Ben ona söyledim o gün: sen de dokuz numaradaki kıza gel, diye. Dinlemedi. Her hafta aynı kıza gidersen, diğerlerinden farklı muamele eder sana, dedim. Mutluluk hapı alacağına, bunu al, dedim. Yeter Kenan. Kentin şakalarının vahşeti, Ortaçağ mezalimini de geçti. Susun!

Garson koştu: “Bir şey mi istediniz?” Kendine geldi. Beğenmedim bu Kenan’ı. Alın götürün. Bir dondurma daha ısmarladı. Bu çocuğun bütün hayatını bilmiyoruz Kenan. Bizimle yaşamadığı bir yönü var hayatının: kimseyle yaşamadığı bir yönü. Yalnız, bilemiyoruz neyi yaşayamadığını. Kimlerle yaşayamadıysa onları bulmalı. Yanılıyorsunuz aziz dostum Doktor Vatson. Kendisi, içine dönük bir insandı: hiç parmak izi bırakmış olduğunu sanmıyorum. Mister Holmes yanılıyorlar. İz bırakmayan bir suçlu kriminoloji tarihinde görülmemiştir. Deniliyor ki birçok insanın kanına girmiş olan Kafka bile bütün evrakını yakamamış. Biliyorsunuz sayın üstad: acele etmemek gerekir. Zamana bırakın. Ne korkunç söz! Bir daha söylediğini işitmeyeyim Vatson. Fakat, haklı olabilirsin azizim. (Bütün meseleleri bu uşak ruhlu herifin çözmesine, hiç olmazsa çözmeye kalkışmasına da içerlemiyor değilim.) Yalnız kediler, ölecekleri zaman bir iz bırakmadan kaybolurlar. Dostumuz da hiçbir şekilde evcil bir hayvan olarak düşünülemeyeceğine göre... Gerçekten, bu bir hareket noktası olabilir. Onunla
yaşayanları kimden öğrenebilirim? Önce, bütün şüpheli kişileri baştan gözden geçirmeliyim. Evinde bir arama yapın.

Derler ki ruh bozuklukları insanı son derece kurnaz yaparmış. Yani deliler, bizden akıllı mı Vatson? Adımı, çamaşır suyu markası gibi telaffuz etmemenizi rica edeceğim Mister Holmes. İntihar bir akıl hastalığıdır ve ancak bir akıl hastasının körleşmiş duyularının sağladığı soğukkanlılıkla başarılabilir. Muhakkak bir iz bırakmıştır; aksine ihtimal veremiyorum. Yalnız bunu, çok akıllıca, kurnazca yapmıştır. Manyakça bir zevk almıştır bunu yaparken de. Saçma. Selim’in böyle bir aptallık yapacağını sanmıyorum. Kimseye zararı dokunmayan soyut bir kötülüğü ben, büyük ve mustarip bir ruhun iç çekmesi olarak kabul ediyorum. Psikolojiyle kriminolojiyi birbirine karıştırıyorsun Vatson. İlmin sonu yoktur. Ukalalık etme Kenan. Garson, bu ne biçim Kenan?

Gerçekten, evinde birşeyler bulabilir miyim? Sıkı bir arama yaptığım söylenemez ilk gidişimde. Birden, orada olmak istedi. Bir an önce dönmeliyim. Daha öleli bir ay bile olmadı. Belki de ölmedi. Onu göremiyorum; o kadar. Diyelim ki Afrika’ya gitti. Uzak bir ülkeye. Ülkede bir iç savaş var; bütün haber alma imkânları ortadan kalkmış. Yollar kapanmış. Bütün bunları hayatın cilvesi diye kabul edeceğimi sananlar aldanıyorlar. Ben, giydiğim karaları bir daha çıkarmayacağım. Metin’in yanında hissettiğim aşağılık duygulara bir daha kapılmayacağım. En önemsiz belirtilerden yararlanacağım. Sonunda ceheneme bile gitmek olsa, durmayacağım. Sağlığında erkek olan biri. İhtiyatlı davranacağım. Esrarını kapatmış, beni dışarda bırakmış. Yurdumuzun semalarında ağır bir hava esiyor. Olric. Bu lanet hepimize bulaşacak. Bunu hissediyorum. Elini alnına götürdü: biriken terler eline bulaştı. Başı ağrımaya başladı: “Hayallerle boğuşuyorum,” diye söylendi. “Gün ışığına çıkarıp toz edeceğim onları''

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

Esersizliğe Doğru; Giderken ve Susarken...



Söz, söz değil artık: gürültü, dedikodu, itiraf, ifşaat; iftira, ispiyon, ironi, parodi... her türlü sahici ilişki ihtimalini ortadan kaldıracak kadar aşırı-gerçek, bu nedenle de sahte bir söylem manzumesi. Hemen hemen her söz basitleştirilmiş ya da kabalaştırılmış; dolaşımın ve pazarın çoktan parçası; iktidarların, kitlenin işgali altında...

Kendi sözlerini söylemleştirmiş olanlara ancak söylemleşmiş, dolayımlanmış (medyalaşmış) başka sözler ulaşabilir; gürültüyü ve görüntüyü kullanan başka sözler...
(Ortak dil ve anlatılar, söylemin hangi tarafında durulduğuna bakılmaksızın, birbirlerine hiyerarşik olarak eklemlenir. Bu nedenle her karşı-söylem bile, iktidarın yapabilirliklerinin –dışlama, kapatma, imha etme, bağışlama...– göstergesi olarak güce ve merhamete çağrıdır. Marjinal, ezilmiş, bastırılmış, uzak tutulmuş, susturulmuş diller... bu diller de artık yan söylemler olarak pazara ve tüketime sunulmuşken, susmanın, işitilmediği için söylemleştirilemeyecek dilinden başka ne kalmaktadır yasadışılığa? Aynı şeyi susuyor olmaktan başka ortaklıkları olmayanların ortak eylemi...)
Görüntüyü ve gürültüyü, dışı, “onlar”a –kurumsallıklarının ve yığınsallıklarnın gücüyle hareket edenlere– bırakabilir kişi ve bu tavırda zımni bir şiddet vardır: Konuşarak, tartışarak, sistemin söylem deposunu çeşitlendirmek yerine, susmak, gerilim yaratır, kışkırtıcıdır; mahrem –karanlık, gölgede, niyeti belirsiz, anlaşılmaz– kalan şey, yasadışılığa adaydır.

Sessizliğin yasadışı olma ihtimali, ardında gizlediği şeyin tanımlanamaz, yansısız, dolayısıyla ürkütücü olmasında yatar. Yıkıcılık –iktidarlara ve kitlelere dönük şiddet– ve yaratıcılık kaynağını, sessizlik saatlerinden ve esersizlik imkânlarından alabilir. Yazı: İsteyenin ve seçenin okuyacağı metin, sessizliğe çağrıdır; kimseye ulaşamayacağını, ulaşsa bile birleştirici, harekete geçirici olamayacağını bilen, birleştirici, harekete geçirici olma isteklerinin tehlikelerinden beslenen bir yazı; başka bir hayat olarak hayatla örtüşen, örtüşemediği yerde yazma arzusuna dönüşen sessizlik; zihindeki çağrışımları, imgeleri gizli kalacak, yazarın ve okurun suskunluğuna denk düşecek bir metin; tereddüt ve feragat; lanet tasarısı ve bir küfür olarak ütopya...

Sessizliğin Anarşisi / Işık Ergüden

Katatonia - Unfurl



üretilmiş her şey bir fosildir şimdi
düşünüyorum da bazen
ne kaldı diye geriye senden
yıpranmış sinir uçları
genişlemiş damarlar
ve belki prensesin tahta bacağı
ölen bir kuğuydu bir imgeydi bellekte
içimde bir şehir daha bütün yıldızlarıyla söndü.

Bazı sesler canavardır. Bazı sessizliklikler gibi..



Biraz geride, hıçkırıklarımın canlı tuttuğu plastik bir adam gülümsüyor. Oraya doğru gidiyorum. Onun yalancı rüyasına... Tek evim olan onun zalim kalbine..

Kadın: Pis yalancı.. Senin için bir şarkı tuttum.. Şarkı ''En büyük aşkımı öldürdüm'' diye ağlıyordu.
Erkek: Bütün yalan zamanlarda çarpan senin kalbin değil miydi?
K: Bütün yalan zamanlarda çarpan "ya yarın yanımda olmazsa" diye sayıklayan sütyenimdi..
E: Sadece emin olmak istedim.. Bir kez daha uyanmak istemedim. Sen sözcük cambazısın, bunu anladım. Beni hep sözcüklerle sevdin. Sözcüklerin dokunmuyor hiçbir yerime, duymak istemiyorum. Sevmiyorum onları.

Erkek başını yumuşak yastığa gömüyor. Sırtında inip çıkan bir gürültü odaya yayılıyor. Orada kürek kemiklerinin üstünde boğulan bir gül tutuyorum. Erimiş mumlarla kaplıyorum sırtını. İyi kapanmamış musluk tıslıyor. Bazı sesler canavardır. Bazı sessizliklikler gibi.. Parmaklarımı kaşlarının arasında gezdiriyorum. Isırdığım elmanın ıslak sesi yapışıyor alnına. Aldırmıyor. Nasılsa hasta, yalancı ve unutkan olduğumu biliyor. Yine saçlarım memelerime yığılıp kalıyor. Çünkü hasta, yalancı ve unutkan olmadığımı biliyorum. Çünkü hatırlıyorum; düşmek için dudaklarımın aşktan utanmasını gerektiğini.

K: Yüzünü duvarlara sürterek gideceksin. Eskiyen yeşil bir ceket gibi. Film izleyip, sakız çiğneyeceğim. Kendini göremediğin rüyalar göreceksin. Elimi göz yaşlarıma daldırıp daldırıp bekleyeceğim. Aynı yatakta, aynı fanilayla bana gelmeni. Perdeleri kapatmanı, "üşümeyelim" demeni.
E: Öyleyse sana bir veda hediyesi vermeliyim. Belki bu cesaretini kırar. Senden tiksiniyorum.
K: O kadar cesaret biriktirdim ki. Yüzüklerim bile parmaklarımdan sarkıyor. Tek korkum birilerine benzememekti. Şİmdiyse tam tersi. Tiksinmenden utanmıyorum. Gurur da duymuyorum. Fark etmeden hayata birşey yapıyoruz. İyi mi kötü mü bilinmez. Ama bak, yine de bizi ayakta tutan en güçlü şey nefret.
E: Bazı sesler canavar mı? Sırtımda ölen gül-mül yok. TAnrıyım ben. Erkeğim ben!! Belki ölürsün, ben görmeden.
K: Bir zamanlar ölmek istediğim şarkıyı sana gelmesi için hayata hediye etmiştim. Bir daha asla sevmemek pahasına. Her aşkın borcu vardır onu dudaklarında taşı. Özür dilerim, seni tabutumu okşayacak kaşmir el sanmıştım. Bilmezdim sadece tanrılığa düşkün bir tanrı olduğunu.
E: Dudakların bana içindeki acıyı verdi. Acını sevmiyorum, seni sevmiyorum.
K: İçimde hala otel odaları duruyor. Upuzun ve canlı bir vücudun saçlarımdaki dilekleri koparıp atışını görüyorum. Yeni bir nisan ayı arıyor. HAklı kılacak en acıklı vedayı.
E: Gitmiyormuş gibi yap ama git. Bu katlanılmaz bir kabus, yastığıma yapışım kalan bir karabasan. Başım hala kestaneleri toplayıp doldurduğun eteğinin üstünde. Hiç söylemediğim sözler bunlar. Hiç konuşmadık.
K: Sahipsiz kalacak aşkım için birazTUZ istiyorum. Nasılsa acının silahını kullanacağımı biliyorum. Katlanır sırtın, katlanır gömleğin, dikiş tutmaz ceketin. Canım, saçlarımın kül renkli tokası.
E: Pisliksin... Seni tanıdığım güne lanet olsun.
K: Ne işe yarar kırman zamanı. Rüzgar sadık bir saattir, gitmek zamanı geldiğinde dalgalandırır perdeleri. Benim eteklerim siyah tülden ve bacak arama at kestaneleri doluştu. Senin için tüm kapıları tekmeleyerek kıracaktım. Senin pahalı çelik kapılarını üfleyerek açacaktım. İkimiz de inanıyorduk o kestanelere, ikimiz de inanıyorduk aşk'a.. Belki de tek sırrımız buydu; eteklerimi saçlarıma havalandıran kestaneler!!!
E: Sadece bir rüzgar. Hepsi bu..!
K: Peki.. Bak yeni saçlarım. Yine mor. Vazgeçtiğimi sanıyorsun; Vazgeçmedim sevgilim, sadece boynumu güzel eydim. Mor buzdan yüzüğümü şiirimle temizledim. İçime batan tüm buzları erittim.
E: Devam etme yeter, delisin sen. Gitmeliyim, geç kalmıştım, denizin suyu çekildi, bırak beni.
K: Vazgeçmedim, vazgeçemem. Sen kestane ağaçlarını yandı mı sanıyorsun?
E: Ağlama artık, seni istemiyorum.
K: orda mısın? orda mısın?

Güle güle sevgilim. Kırık camları birleştirerek yaptığım yatağımın çarşafına yara bantları yapıştırıyorum. Tuzdan bıçaklar yontuyorum. Bir gün gelecekmiş gibi yap ama sakın gelme. Belki yaşarım, sen duymazsın.


Orospu Kırmızı / Umay Gedikoğlu

22 Mar 2012

Zelha



"Nüfusunda adın hâlâ Zeliha mı?" diye sordum.

"Hâlâ öyle. Alıştım artık. Nüfus kâğıtları değişirken de itiraz etmedim. Şehirde Zeliha'yım köyde Zelha. İki ruhlu insanlar gibiyim. Belki de öyleyim Nevo, iç içe yaşayan iki kişiyim ben. Esas Zelha içimde, derinlerde bir yerde duruyor. Mahpusta yatan, Zeliha'dır. Işıklar kapanıp da karanlıkta kaldığımda, bazen soranm kendime burada ne aradığımı? Sonra içimden bir ses, burada yatan Zelha değil, Zeliha'dır, der. Adıma i harfini ekleyenler, mahpusa da düşürmüş Zeliha'yı. Böyle düşününce, rahatlarım. Bilirim ki bir gün gelecek, yine Zelha olacağım. Köyüme, evime döneceğim. Üstümdeki giysileri çıkartıp, alacalı entarimi giyeceğim, başıma yazmamı örteceğim, bacağımı kırıp sedirime oturacağım.Yine Zelha olacağım, ama bu kez de Zelha olmanın acılarını çekeceğim. Sanma ki adıma İ harfini ekleyen o kayıt memuru, tek dayatmacıdır hayatımda. Ben, yanlış zamanda, yanlış yerde doğmuşum. Bu dünyaya hep başkalarının istediğini yapmak için gelmişim. Ben diye biri yok da hep başkalarının dediğini yapmaya çalışan biri var, sadece... "

"Ah Zelo," dedim içtenlikle "adına bir harf eklemekle mi başladık seni, sen olmaktan çıkartmaya, acaba." "Hayır," dedi Zelha, "yazgım, nüfusumdaki i harfinden çok önce alnıma yazılmıştı Nevo. Dünyaya Sarıcadam'da bir aşiret kızı olarak gelmenin bir vebali vardır. Babamın ben daha çok küçükken ölmesi, Alişan'a kaçmam, aşiretime geri dönmem, şimdiki kocama varmam, hatta seni, sizleri tanımam... bunlar benim alın yazımdı."
"Bizim alın yazında yer alacak kadar önemli olduğumuzu sanmıyorum."
"Yapma Nevo! Sizleri tanımasaydım, evinizde kalmasaydım, ilçedeki okula gitmeseydim aynı Zelha olabilir miydim? Aşirette yetişen her kız gibi, harfleri okuyup yazamadan, on üçümde kocaya gidecektim. Amcama sevdiğime varacağım diye, Alişan'ın dayısına da diploma alacağım diye tutturur muydum, kuma yüzünden çeker gider miydim, hayatıma girmemiş olsaydınız?..."
"Alişan'ın dayısına mı tutturdundu ilkokul diploması için? Sahi nerede bitirdin ilki sen?"
"Dayının evinde kaldımdı ya, askerliği bitene kadar. İşte o sırada evde çalıştım, ilkokulu dışardan bitirdim sınavlara girerek. Allahtan baban ısrar etmiş de, amcamgiller bana kafa kâğıdı çıkartmışlar zamanında."
"Aferin sana. Akıllı Zelo'm benim."
"Akıl, şans olmayınca işe yaramıyor."
"Şansını kendin kapatmışsın. Bekçinin oğluna kaçılır nu hiç? Ya öldürselerdi sizi!"
"İnsan gençken ölümden korkmuyor pek. Sevmediğim herifin koynuna gireceğime, oluveririm diye düşünmüştüm, ölmek kolaymış gibi. Şansımız varmış ki sıyırttık kurşunlanmaktan, Nevo. Alişan, askerde olmasının yüzünden, ben de dedemin sayesinde kurtulduk."
"Yaa?"
"Alişan'ın söylediği gibi kışlaya gitmişler aşiretin adamları. Komutanlarla konuşmuşlar. Asker herif kızınızı getirdi de, erlerin arasında mı saklıyor, demiş komutanlar. Başka birine kaçmıştır kızınız, demişler, onu başka yerde arayın. Böylece kelleyi kurtarmış Alişan. Benim için de dedem mani olmuş töre karan çıkmasına."
"Sahi mi?"
"Torunuma bir şey yaptığınızı duyarsam, bu tarlaları, bağları, bahçeleri vallahi billahi devlete bağışlarım, kalırsınız açıkta, diye gözdağı vermiş."
"Yok yahu! Seni çok sevdiğini bilirdim, ama bu kadarını beklemiyordum."
"Bir nedeni varmış meğer. Benim bir büyük amcam varmış, Nevo. İlk göz ağnsıymış dedemin. Üzerine titrermiş dedem. Amcam aramızın bozuk olduğu, aşağı aşiretten bir kıza âşık olmuş. Ailesi vermemiş, o da kaçırmış kızı. Kızın akrabaları bulmuş bunları, kurşunlan boşaltmışlar göğsüne, kafasına amcamın. Yüzü tanınmaz hale gelmiş. Çok yanmış ilk göz ağnsına dedem, yıllarca yasını tutmuş. Babam da kan davasında öldü ya zaten. Bu yüzden mani olmuş bizi öldürmelerine. Sonradan duydum, Cevahir Ana'dan."
"Zelha, madem tehlike içindeydin kaçtığında, yerin yurdun yoktu, beni, bizleri aramak aklına gelmedi mi hiç?"
"Gelmez olur mu! Ama siz kim bilir nerelerdeydiniz. Adresiniz yoktu bende. Önceleri okumak isterim diye, Alişan meselesi çıktıktan sonra da, sizi bulur, babanın kanatlan altına girerim diye, senin mektuplannı hep yok ettilerdi analanm. Alişan'la sevdamız başladıktan sonra çok baskı altına aldılardı beni. Az mı dayak yedim
ben, o sıralar!"
"Sonra ne oldu?"
"Askerliği bitince, dayısının yanından aldı beni Alişan, Antalya'ya göçtük, o inşaatlarda çalışmaya başladı. Bir yolunu bulup, boya işlerine girdi. Oralarda çok inşaat vardı o yıllar. İyi para kazanıyordu. Yaz aylannda hiç işsiz kalmıyordu. Yağmur mevsiminde azalıyordu iş ama, o zaman da bekçilik yapıyordu inşaatlarda. Zaten bekçilik ettiği bir inşaatın şantiyesinde kalıyorduk. Ev kirası ödemiyorduk bu yüzden. Sonra ben hamile kaldım. Sevindik. Doğurunca ailemle banşınm diye düşündüm, dedem araya girer, bebenin haünna bağışlatır bizi. Analanmı da özlemiştim. En çok da Kader anamı tabii. Kokusu burnumda tütüyordu. Ama tek umudum, dedemdi. Yaparsa o yapardı bu işi. Ona ne düşkündüm, bilirsin."
"Bilmez olur muyum! O da seni çok severdi. Nur içinde yatsın. Bağışlandın mı, doğum yapınca?"
"Doğuramadım ki Nevo, altı aylık hamileyken erken doğum yaptım. Ölü doğdu bebe."
"Ne diyorsun Zelo! Vah canım..."
"O kadar erken doğan bebe zaten yaşamazmış. Ben de ölüyordum az daha. Çok kan kaybettim. Yataklara düştüm, toparlanamadım uzun zaman. Bir zamanlar senin annene olduğu gibi, doktorlar yatak istirahati verdiler, en az dört hafta yataktan çıkmayacaksın dediler. Ben ne yaptım? O halimle evin işine koştum, yemek pişirdim, yer sildim, avlu suladım. Alişan'ın üstünü başını yuvup, ütüledim. Dinlenemeyince, ağnlanm, kanamala-nm hep sürdü. İyileşir gibi oluyorum, on gün sürmüyor iyilik hali, haydi yine kan boşalıyor benden, zamanlı zamansız. Tekrar doktorlara taşındım. İçinde parça kalmış dediler. Kürtaj yaptılar. Uzun süre bana el süremedi Alişan. Biliyor musun Nevo, meğerse Alişan'ın gönlünde aşirete damat olmak yatıyormuş. Çocuğu doğurabilseydim, bizi affederler, yanlanna çağnrlar diye düşünmüş olmalı. Ama ben bebemi ölü doğurunca bundan umudunu kesti. Ona ağır gelmeye başladım. "
"Olur mu hiç! O da seni sevmiş, belli."
"Başlarda evet. Ama bir nikâh bile kıymadı bana yaşım erince."
"Nikahlanmadınız mı siz?"
"Nasıl nikâhlanalım ki? Benim yaşım tutmuyordu. On sekizime bastığımda ise... o başkasına âşık olmuştu."
"İnanmıyorum," dedim kızgınlıkla, "bu kadan da olmaz ama!"
"Bizim şantiyenin orada bir bakkal vardı, bakkala gidip gelen genç bir kıza gönül düşürmüş Alişan. Onunla da yetinmemiş, işi pişirmiş. Benim bundan aylarca haberim olmadı. Kendi kendime eseflenip dururdum, kanlık vazifelerimi yapamıyorum, ama bir gün olsun beni zorlamıyor diye. Meğer yolunu tutmuş o yılan."
Masanın üzerinden uzanıp elini sıkıyorum Zelha'nın. Gözleri buğulu ama ağlamıyor.
"Nasıl öğrendin?"
"Kendi söyledi. 'Sen hastasın,' dedi. 'Bir kız var,' dedi, 'hem sana bakacak, hem evin işini görecek. Sen de dinlenir, çabucak iyileşirsin,' dedi. Önce inandım söylediklerine. 'Kaç para vereceğiz bu kıza,' diye sordum. 'Para stemiyor,' dedi, 'boğaz tokluğuna kalacak burada.' 'Ne demek burada kalacak Alişan,' dedim. 'Yani geceleri de bizde yatacak, çünkü yatacak yeri yokmuş,' dedi."
Bir an susuyor Zelha, yutkunuyor.
"'Alişan sen kendine avrat mı buldun, bunu mu söylemek istiyorsun bana,' dedim.
'Hastasın sen,' dedi. 'Sen iyileşene kadar kalsın, her ikimizin de işini görür, sonra yollarız, gider,' dedi. Çocuk kandırıyordu sanki."
"Bu yüzden mi ayrıldın ondan?"
Yine uzun bir sessizlik oluyor. Zelha gözlerini dikmiş karşı duvara bakıyor, duvarda sanki ilginç bir film oynarmış gibi. Nihayet konuştuğunda, tarazlı sesi.
"Sonra bir gün eve getirdi onu. Çektim Alişan'ı bir köşeye, 'kıza söyle, bohçasını alsın gitsin,' dedim, 'yoksa ben giderim, analarıma bana yaptığını anlatırım, aşiret senin peşine düşer. Dedem bu kez durdurmaz onları, bilesin,' dedim."
"Yolladı mı kızı?"
"Yollamadı. Karnında bebesi varmış meğer kızın!"
Yine bir süre hiç konuşmadan oturduk karşılıklı. Gözlerime bakmadan konuşuyor Zelha, suç Alişan'da değil de ondaymış gibi.
"Ben gitmeye kalkışınca, yalvardı bana kalayım, diye. Nasılsa alıştığımız şeymiş kumayla yaşamak. 'Alişan, senin için ölümü göze aldım ben, aşiretime karşı çıktım. Bana yapacağın bu muydu?' diye sordum. Hüngür hüngür ağladı. Ayaklanma kapandı, yalvardı, yakardı. Eve dönersem, akrabalanm onu vurur diye korktuğundan herhalde, gitmemi de istemiyordu."
"Hiç utanmadan?"
"Hiç utanmadan! O, minareye kılıfını hazırlamıştı Nevo. Yine gebe kaldığımda, ya yine düşürürseymişim bebemi, ya düşürürken ben de ölüverirseymişim. Zor kurtulmuşum zati. Bana bir şey olur diye, benim doğurmamı istemiyormuş. İşte bu yüzden getirmiş kumayı eve, çocuklarımızı kuma doğururmuş, evin işini kuma görürmüş, ben de baş köşede otururmuşum kocamın baştacı olarak."
Zelha sigarasını yere atıp üstüne bastı. Benimkinin uzayan külü, eteğime dökülmüş çoktan. Silkeledim eteğimi.
"Bir tane daha içer misin?"
"Ver."
Bir sigara daha uzattım masanın üzerindeki paketten. Ona verdiğim çakmağı cebinden çıkanp yakü sigarasını, derin bir nefes çekip ciğerlerinin tüm gücüyle üfledi.
"Ne yapacağımı, nereye gideceğimi bilemediğim için dayanmaya çalıştım bu duruma. Alişan'la yattığımız döşeğe kuruldular mı bir güzel!
Ben oturma odası diye kullandığımız holde, çekyatın üzerinde yatmaya başladım. Hiçbir işe elimi sürmüyorum. Tek bir kelime olsun konuşmuyorum ikisiyle de. Gündüzleri, pencereden dışarısını gözlüyorum, minderlere sırtımı dayayıp yün örüyorum, surat sarkıtıp oturuyorum. Geceleri ellerimi yumruk edip ağzıma bastırıyor, başımı yastıkların altına sokuyorum, ağladığımı duymasınlar diye... Başlarda dikkatliydiler. Benim önümde cilveleşmiyorlardı. Zaman geçtikçe saygıları azaldı. Sonra bir gece, yatak odasından gelen iniltilerini dinledim, sevişirlerken. Bebeği düşürürken içim nasıl aktıysa kan olup, bu kez alev olup akü, Nevo. Karnımda büyüyen bir alev topu usul usul kaşıklanma indi, oradan bacaklarıma yürüdü. Belimden aşağısı ateş sanki. Yüreğimse kıpkızıl kor. Kendimi dar attım evin dışına. Bedenim ve ruhum ayrılmış gibi birbirinden, sanki iki parçaya bölünmüşüm. Oturdum ayazda, sabaha kadar. Sabah her yanım uyuşmuş. Üçbeş gün ateşler içinde yattım. Kuma kız baktı bana. Hiç konuşmadım. Ne onunla ne de Alişan'la. Tek bir kelime çıkmadı ağzımdan. Biraz güçlenince, bir sabah Alişan işe gittiğinde çıktım evden, yürüdüm durdum sokaklarda, sonra bir eczaneye girdim. Bir kutu aspirin alıp eve döndüm. Bir kupa suyu da koydum başucuma. Başladım teker teker yutmaya aspirinleri. Kaç tanesini yuttum, bilemiyorum ama, birden koca ninenin cesedi geldi gözümün önüne. Bumburuşuk yüzü, kirli sarıya çalmıştı, ağzını bağlamışlar, göğsünün üstüne bir bıçak koymuşlardı. Cevahir Ana, yatağının başına götürüp, damarlı elini öptürmüştü bana. Ödüm patlamıştı. Günlerce uyku uyuyamamıştım. Öylesine tiksinmişim ölüden. Alişan eve dönünce benim cesedimi bulacak diye düşündüm. Aklında hep o ölü halimle kalacağım. Belki ağzımdan salyalar akmış olacak. Altıma yapmış da olabilirim. O halimi görünce, memnun bile olur benden kurtulduğuna. Bunları düşününce, sürüne sürüne helaya gittim. Parmaklarımı boğazıma sokup öğürdüm. Başladım kusmaya. Kız geldi peşimden, yerdeki takunyayı alıp nrlattım kafasına. 'Geber', diye bağırıp içeri kaçtı. Yine sürüne sürüne yatağıma gidip yattım. Akşam oldu, hâlâ yaşıyorum ama, midem deliniyor sanki. Sabaha da ölmemişsem, ölmem artık diye düşündüm. O kadar halsizdim ki, uyuyakalmışım. Ertesi sabah uyandım. Evde ne Alişan var ne de kız. Başım dönüyor, ayağa kalkamıyorum. Eyvah, dedim, dün ölemedim, şimdi öleceğim. Başladım dua etmeye yattığım yerde, Allah'ım beni affet, canımı köyüme varana kadar bana bağışla. Öleceksem, evimde, anamın kucağında öleyim, canımı Alişan uğruna yuttuğum haplar değil, amcalanm, yeğenlerim alsın, namuslarını temizlesinler. Beni vurduktan sonra Alişan'ı da sağ koymazlar, nasılsa. İyi ederler. Ben nasıl ödüyorsam suçumu, o da ödesin...

Bir Gün / Ayşe Kulin

21 Mar 2012

Paris Şiirleri - 4



Arıyordum özgürlüğe giden yolu
İnsan yüzlerinde değil gökyüzünde
Arıyordum küçük beyaz bir bulutu
Boğularak uyandığım o saatte
Beni avutan o küçük bulut muydu

Bir aşk bile yoktu yıkan ve onaran
Bir aşk pırıl pırıl yağmur sularından
Paylaştığım bir şey yoktu bu şehirde
Şiirin bittiği yerde başlayan ne
Çocukluğum muydu içimde sızlayan

Ve hayatın artık geçip gittiğini
Anlıyordum derin akan sular gibi
Kopmuş köklerimden çarparken rüzgarda
Gece bir uçurum gibi başlayınca
Boğuntulardan çıkardım bu şiiride

Kimse yok Akdeniz ağlıyor sadece
Garip ve yitik bir sonbahar gününde
Anlamların hızı biçimi aşarken
Ağlamaz kendi uçurumuna düşen
Boğulan kendinin labirentlerinde

Bu Ne Biçim Hayat



Bu ne biçim Postacı
Üç defa çalıyor kapıyı
Bu ne biçim kel
Hem merhemi var
Hem sürmüyor başına
Bu ne biçim biçimler
İstediğiniz kadar çoğaltılabilir
Memleket çok müsait buna
Örneğin yeni bir komşu taşındı karşıya
Bir baktım Fahriye Abla!
Kırk yıllık bir rötar yapmış
Erzincan Treni
Ben gelmişim şu yaşıma
O ise şiirdeki yaşından gün almamış daha
Benimki ne biçim hayat
Uymuyor ne gördüklerime
ne duyduklarıma
ne okuduklarıma
Ben ne biçim benim
Ne kendime benziyorum
Ne başkalarına

Edip'e Yanıtı Bilinen Sorular


Yıldızların ülkesi var mıdır Edip
Dicle aktığı toprakları seçer mi?

Kasrik boğazı'ndan esen kanlı zemheri
Yalnız Kasrik'te mi üşütür insanı?

Herkes türküsünü elbet kendi sesiyle söyler
İnsanın dili boynuna kement olur mu?

Öldürmeğe ekinlerden başlayan adamlar
Eşiklere nasıl bir zulümle gelirler?

Kimsenin kalmadığı darmadağın köylerde
'Önce Vatan' yazısı bir hüzün değil midir?

İç Nefes



o bir çay istemişti, trenin içinde
biz tren yolcusuyduk, çölün içinde
ben yalnız kalmıştım, senin içinde
oysa kaç kişinin yerine sevmiştim seni!

aşkı geçtik, gözlerini açabilirsin

o bir dile sığınmıştı, sözü içinde
yolu yoluma çıkmıştı, çölü içinde
ben eski kalmıştım, senin içinde
oysa kaç çocuğun yerine övmüştüm seni!

düşü geçtik, kendine bakabilirsin

o bir bende kırılmıştı, hayli içimde
ıssız otağ kurulmuştu, canım içinde
oysa kaç bahçe yerine açmıştım seni!

kimi geçtik, kimseye sorabilirsin

20 Mar 2012

Lara


Lara
kim dedi sana
sökülmüş yüreğimi dik diye
iğne deliğinden geçirmek gerek aşkı
ya batarsa etime
paramparça elinde gökyüzü
ayyy
ay parçası gözlerin

Lara
kaç şiire
kaç şişe şarap sığdırdık
say ki sarhoşluğumun ertesi günü
günlerden pazartesi
ben hâlâ senin izinli kollarında
gidişlerin
kaç dizenin sürgün akşamı
bir kere daha git (me)
ardından şiir yetiştiremiyorum

hazırlanmışsın
kimliğinin seri yalnızlığını
bırakarak cüzdanımda

sen kapıdan çıkar çıkmaz
yaralarıma şiir basıyorum...

Lara
bir bilsen
bir kere dilime sürül(sen)
bahar serilecek toprağa

düğmelerini koparabilirsin gömleğimin
bir başka kadının rujunda kimliğim

ah Lara ah
uyanır uyanmaz
denize uzanır güvercinler
yaktığın yandığım son sigara
kirletilmiş şehir
ikimiz…

hiç kimse ölmedi
güvercinler dışında

AYDIN UYSAL /İZİNLİ PAZARTESİ
 

19 Mar 2012

16 Nisan



Yatağa uzanıp yattığım ve bu satırları yazdığım anların dışında ne yaptığımın pek farkında değilim. Sokaklarda yürüyorum, bir masanın başına ulaşıp oturuyorum; parçalanmamak için çok yavaş yapıyorum bu hareketleri. Çocukluğumda geçirdiğim çok ağır bir hastalıktan sonra yürümeyi unutmuşum. Hatırlıyorum: duvarlara tutunarak yürümeye çalışırdım. Bugün de yollarda, duvarlara çarpmamak için büyük bir çaba gösteriyorum. Küçük adımlarla yürümek isterdim kimsenin bana bakmayacağını bilsem.

Görünüşümü korumam gerekiyor: öyle öğretildi bana. Küçük adımlarla, ellerimi ileriye uzatarak yürüsem; çocukluğumda yaptığım gibi. Herkes görünüşünü koruyor. İsteklerini dışa vurmuyor. Öyle alışmışlar. Kendilerini öyle alıştıranlara da kimse karşı çıkmıyor: bir bildikleri vardır elbette. Ben ellerimi uzatarak yürüsem sokakta bana karşı çıkarlardı.

Herkesin istediği gibi yaşadığı o uzak ülkenin özlemini duyuyorum. Belki de bu ülke çok yakın. Uzak olduğunu nereden çıkardım? Belediye otobüsüyle filan gidilebilir oraya. Gene kapılarını çalıyorum. Soruyorum: burada da eskiden nasıl tanınmışsam öyle davranmak zorunda mıyım? Çok iyi bildiğim şeylerde bile şaşırma hakkı verilecek mi bana? Hangi gün doğduğumu bir an için unutsam, yüzüme garip garip bakılmayacak mı? Bakılmasa da, bir gün olur hatırlar, bir gün olur düzelir, bir gün olur eskisi gibi normal duruma gelir gibi yorumlar yapılacak mı arkamdan? Eline tabancayı alıp da ateş eden adam orada da var mı? Hamamböcekleri de var mı? “O” da var mı? Sorularımın karşılıkları gittikçe duyulmaz oluyor. Bana öyle geliyor ki, kimse beni dinlemiyor. Durup dinlenmesini bilmediğim için, bu ülkede de iyi bir karşılama göreceğimden kuşkuluyum.


Bugün öğleden sonra saat ikiden itibaren eşyayı suçlamaya başladım. Önce üzerinden kalkmadığım divan-yatak suçlandı. Sonra tavan ve en sonunda banyo-tuvalet. Bütün düşüncelerimi emip bitirmekle suçluyorum sizleri. Bütün hayallerimi sömürdünüz, gene de doymadınız. Büyük ve güzel şeyler yaratmama yardımcı olmadınız. Büyük bir sağırlıkla, kahredici bir dilsizlikle sustunuz güzelliklere. Geri istiyorum hapsettiğiniz duygularımı, düşüncelerimi. Hepinizi mahkemeye veriyorum: tahliye davası açıyorum. Ne diyorsunuz? Bize bir şey vermedin mi diyorsunuz? Ne yapmışım? Duyulmuyor, hızlı söyleyin. Gülerim saçmalarınıza. Hiçbir güzellik vermemişim onlara. Tavan diyor ki gözler ile benim köşelerimi birleştirdin sadece. Köşegenlerimin kesim noktasının elektrik kordonuna uzaklığını hesapladın. Banyodaki fayansları da, saymışım sadece. Yarım fayansları çıkarmışım, ikiye bölmüşüm... hepiniz yalan söylüyorsunuz. Ben... ben Kant gibi düşünmek istiyordum. Kelimelerle uğraşıyordum ayrıca. Evet, diyorlar hep bir olup: kelimelerle uğraştın. Kelimeleri bölüp durdun: eisen-stein, demir-taş; ein-stein, tek-taş; victor-mature, muzaffer-kâmil. Bunlarla geçirdin vaktini. Önsözler okudun hayalinde: bize yeni bir şey öğretmedin. Kaybettin. Mahkemeyi de mi kaybettim? Mahkemeyi de kaybettin. Mahkeme masrafları, ücreti vekâlet filan da bana mı yıkıldı? Hepsi sana yıkıldı. Ben mahkemede sevimli görüneceğimi sanıyordum, benim bu kadar kayıp içinde olmamdan utanırlar da beni daha çok severler sanıyordum. Aldanıyorsun. Burası mahkeme: düşkünler yurdu değil. Sakın kıyameti koparmaya kalkma: mahkemenin manevi şahsiyetine hakaretten de mahkum olursun.

Bir insan eşyayı da suçlayamazsa, divana istediği gibi bir tekme atamazsa insanlığı nerede kalır? Eşya da isyan eder mi insana? İnsan mahkemelerinde eşyalar davayı kazanır mı?

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

18 Mar 2012

Yalnız Gezerin Düşleri...



Her şey olup bittiğine göre, onlardan korkacak neyim kaldı?.. Durumumu daha kötüleştirmeyeceklerine göre daha fazla da korku veremezler... Sonunda beni endişe ve korkunun kötülüklerinden sonsuza kadar kurtardılar, hiç değilse bununla teselli buluyorum. Gerçek dertlerin üzerimde çok az etkisi var; uğradığım dertleri korktuğum dertlere rahatlıkla yeğlerim... Ürküye kapılan düş gücüm onları bir araya getiriyor, üst üste yığıyor, işliyor, büyütüyor. Onların beklentisi varlıklarından yüz kere daha çok işkence yapıyor bana. Tehdit benim için darbenin kendisinden daha korkunç...


- Mülkiyet yalnızca yarara dayandığına göre, hiçbir yararın söz konusu olmadığı yerde mülkiyette olamaz...

- Gerçeğin önemsenmediği yerde, aksi olan yanlış da önemsenmez...

- Çoğu kez birinin yararına olan diğerinin zararınadır ve hemen hemen her zaman özel çıkarlar, kamu çıkarına terstir...

- İnsanların sözlerini yarattıkları etkiyle değerlendirmek çoğu kez onları eksik değerlendirmek olur. Bu etkiler, her zaman açık ve kolay tanınır olmak bir yana, söyledikleri koşullar gibi sonsuz değişiklikler gösterir. Sadece ve sadece onların söyleniş amacıyla, bu sözlerin kötülük veya iyilik dereceleri ölçülebilir ve değerlendirilebilir...

- Çıkar gözetmeden, ne kendisine ne de başkalarına zarar vermeksizin yalan söylemek yalan söylemek değil, kurmacadır...

- Başkalarına karşı adil olmak gerekiyorsa, insanın kendisine karşı da doğru olması gerekir...

- Zayıf bir ruhla kişi en fazla kendini kötülüklerden korur ama büyük erdemleri dile getirmeye cüret etmek küstahlık ve gözü pekliktir...

- Zayıfın varlığı güçlünün yararına kullanılmaktadır...

- Yeryüzünde her şey sürekli bir akış halindedir... Hiçbir şey aynı biçimde kalmaz ve dışımızdaki şeylere bağlanan duyularımız ister istemez onlar gibi değişikliğe uğrar... Her zaman ardımızda veya önümüzdedirler...

- Şu dünyada hiçbir zevk yoktur ki geçici olmasın, sürekli mutluluğun var olduğundan kuşkuluyum...

- Mutlak sessizlik hüzne yol açar. Ölümün imgesidir...

- Ruh bendenden ayrılmaya başlarken, onu en silik şekilde görürüz...

 -Düşünmeden yapıp da, nedenini içimizde aradığımızda, aramasını iyi bilirsek, bulamayacağımız hemen hiçbir hareket yoktur...

- Zayıflık ve tutsaklık yalnızca kötülük doğurur...

- Elde ettiği güç ile insanlığın üzerine çıkan biri, insanlığa özgü zayıflıkların üzerinde olmalıdır, yoksa bu güç fazlalığı onu diğer insanların, hatta bu güce sahip olmadan önceki kendisinin bile altına indirirdi...

- Özgürlüğün,insanın canının istediğini yapması demek oluğuna hiçbir zaman inanmadım... Özgürlük daha çok, yapmak istemediğini yapmamaktır...

Alt-İnsanlar Geçidi...



Yolların dışına, içgüdülerinin dışına çıktığından, insan sonunda bir açmaza düşmüştür. Merhaleleri aşıp geçmiştir… Sonunu yakalamak için; geleceksiz hayvandır, idealine batmıştır, kendi oyununda kaybolmuştur… Durmadan kendini aşmak istediğinden, donup kalmıştır; elinde de kaynak olarak sadece çılgınlıklarını özetlemek, onların kefaretini ödemek ve onlardan hala başka çılgınlıklar çıkarmak kalmaktadır…

Bununla birlikte, kendine bu kaynak bile yasak olanlar vardır: “İnsan olma alışkanlığını kaybettiğimizden” derler, “hala bir kabileye, bir ırka, herhangi bir soya ait miyiz?... Hayat ön yargımız olduğu müddetçe, bizi ötekilerle aynı düzeye koyan bir hatayı benimsiyorduk… Fakat türden firar ettik… Zihin açıklığımız, kemik yapımızı kırarak bizi pörsük bir varoluşa indirgedi. Maddenin üzerinde gerinerek onu salyasıyla kirleten omurgasız ayak takımı. Uyuşuklar arasına geldik işte; meleklerimizi ve düşlerimizi fena aşındırmamızın bedelini ödediğimiz o gülünç sona vardık işte… Hayat bize hiç nasip olmadı: Onun sarhoşluğu olduğumuz anlarda bile bütün sevinçlerimiz onun üzerinden taşmalarımızdan geliyordu; intikam alarak bizi alt tabakalarına doğru sürüklüyor: Bir alt-yaşama doğru giden, alt-insanların geçit törenine…

Çatal / Troya'da Ölüm Vardı...



I...

 ‘Geceler boyu onu bekledim, biliyor musun?.. Geceler boyu. Seni sevdiği, seninle gezdiği için kıskançlıktan parmaklarımı dişledim durdum. Geceler boyu, uykusunun içinde bile olsa, bana seslenmesini, beni yanına çağırmasını bekledim. Başı ağrıdığı, üşüttüğü, hastalandığı günler, kulağım kirişte, çocukluğunda çağırdığı gibi çağırsın diye bekledim. Bana ihtiyacı olsun diye hastalanmasını istediğim zamanlar bile oldu. Bu aradaki kapının önüne çocuk yatağını o çekti. Bu kapıdan girmeyeyim diye odasına. Üzerinden de atlardım ben. Tek çağırsın o. Ama olmadı. Hiçbir zaman çağırmadı. Geceler içinde yalnız, bekleyip durdum. Yalnızlığım her geçen günle biraz daha artıyordu... Sonra içmeğe başladım.’Acınma. Sesi dileniyordu şimdi. Ama eli hala koluma kenetli. ‘Sürü evden uzaklaştığı zamanlar, serbestim. Bugün gibi...

II

 ‘Bak’ dedi çok sonra. ‘Odamın penceresi karanlık, bütün öteki pencereler aydınlıkken.’ Saçmaladığını düşündüğümü sanmasın diye baktım. Evlerin bütün odalarında ışık vardı; üçüncü katın bir tek penceresi kapkaraydı. Camını ay parlatıyordu. ‘Görsen odamı şu anlarda, nasıl kocaman, nasıl küçücük görünür... Ay başucuna vurur yatağın. Her şey büyür, irileşir, her şey uzaklara kaçar...’ ‘Odanı görmedim bu zamanlarda’ dedim. ‘doğru, ay ışığında hiç görmedim odanı’ ‘Görmeyeceksin de bundan sonra. Bu geceden sonra ayın düşüşü, yıkımı başlıyor...

 Ölüm içinde ‘gelirim’ dedim. ‘Gelmezsin’ dedi, unutursun beni. Çocukluk arkadaşı bile değiliz. Yan yana büyüdük ama ikimizde yalnız, ikimiz de ayrı. Birlikte oynadık. Birbirimizin içini de biliyoruz... Dışını da belki...

 ‘Geleceğim’ dedim. ‘... gene de ama, gene de gelmeyeceksin, unutacaksın çünkü bunları, bunlar önemli değil, oynadık şimdiye dek. Oyunlarsa unutulur. Geriye ne kalacak ki?.. ‘Suçluydum, her şeyde suçluydum, Suat konuştukça suçluluğum artıyordu. Bağırmak istedim, suçluluğumu herkese duyurmak istedim, istedim, istedim, istedim...

 ‘Göstermelik bir iki balık çekiyor, karanlıkta birbirimizle oynuyorduk, biliyorum...’ ‘Oynamak mı diyorsun’ diyebildim. ‘Tabii oynamaktı o yaptıklarımız. Ben senden, sen benden daha yakın bir kimse bulamadık da ondan birbirimizle oynuyorduk. Bir başkası da olabilirdi, hiçbir şey değişmiş olmazdı gene. Oynadık. Oynamaktan başka bir şey yapamadığımız için. Neden kabul etmek istemiyorsun?..’ Kötülük ediyordu, kötüleşiyordu...

 Büyük bir kaya vardır fenerin dibinde, dibi oyuk gibidir, üstü bir saçak gibi denize uzanır; kayanın dibine yuvarlanarak sokuldum. O da yuvarlandı yanıma geldi. Başlarımız saçağın altındaydı. ‘Söylediklerin...’ dedim. ‘Yersiz lakırdılardı biliyorsun...’

 Ölümsüz olunamayacağını anlamağa başladım. Geride büyük, unutulmayacak bir şey kalıyordu ama... Dün yoktu, yarını bilemezdim, bugün bile yoktu. Katılık vardı yalnız. ‘Ölüm’ dedim, ‘ölüm...’

Bilge Karasu / Troya'da Ölüm Vardı