.

.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

9 Kas 2021

mille piacer' non vagliono un tormento.

              

 "gerçekte bizim medeni dünyamız büyük bir maskaralıktan başka bir şey değildir. (...) bu insanlar asla kendilerini tanıttıkları gibi değildir ve sadece maske takmış para spekülatörleridir. (...) dünyanın bir maskaralıktan başka bir şey olmadığını oldukça genç yaşlarda öğrenmek çok önemlidir, çünkü aksi durumda bazı olaylar kişi için tamamen anlamsız kalır. (...) her zaman alçaklık ve ihmal olacaktır ve bunlar her zaman başarının önüne geçecektir. (...) öyleyse yeni yetişen nesil ancak küçük yaştan itibaren elmanın balmumundan, çiçeğin kumaştan, balıkların kağıttan yapıldığını öğrenirse her şeyin esasında maskaralıktan başka bir şey olmadığının idrakine varır. (...) biz insanı sadece medeniyet dediğimiz evcilleştirilmiş ve terbiye edilmiş haliyle tanırız. bu yüzden insan tabiatının zaman zaman gerçek yüzünü gördüğümüzde dehşete kapılırız."


doğuştan gelen tek bir yanılgı vardır. o da mutlu olmak için burada olduğumuzu sanmamızdır.

“Pandora”


 Mısra 12: Kucaklamak isterdi ölümü ve sonsuzu

İnsan yapısındaki çelişkiler, onun ne ölüme ne de sonsuzluğa bir türlü dayanamadığını gösteriyor. Sonsuzluk da ölüm kadar ürkütücü bir gerçektir. Sonsuzluk, yalnız Allahın dayanabileceği bir güçlüktür. Yeri gelmişken, sonsuzluğa mahkûm edilen Uçan Hollandalı’nın sözünü etmeden geçemeyeceğim.

Selim, küçükken, önceleri bu adamı Hollanda Hava Yolları sanıyormuş. Sonraları, Saffet Korkmaz’ın (Bak: mısra 315) etkisiyle müzik -elbette klasik müzik- kültürünü ilerletince, bu sefer de Yarasa Opereti ile karıştırmaya başlamış adamı. (Bak: Die Flaedermaus und Der Fliegende Hollander)

Allah’tan o sıralarda James Mason ve Ava Gardner’in başrollerini paylaştıkları “Pandora” filmini görmüş de aydınlanmış. Hem gemi hem de kaptanının adı Uçan Hollandalı olduğu için, filmin başında durum biraz karışık. Pandora, biliyorsunuz, kutuyu merakından açtı da ümit dışında bütün kuşları uçurdu: işte o kadın. Yalnız, bu filmde oldukça aklı başında görünüyor. Uçan Hollandalı’yı -gemiyi değil kaptanı- bu ebedi lanetten kurtarmak istiyor. Eski zamanlarda geçtiğinden olacak, film oldukça karanlık. James Mason,her zamanki gibi, alt dişlerini, ta diş etlerine kadar göstererek karaya çıkıyor. Derdi büyük: bir türlü ölemiyor. Bugün kü electronic remote control’a benzeyen bir sistemle kendi kendine idare edilen gemisinde, sonsuzluğa -ya da dinî sonsuzluk olan kıyamete- kadar dolaşmaya mahkûm. Ancak, kendisini, onunla ölmeye razı olacak kadar seven bir kadın bulursa ölebilecek. Pandora, insanlığın başına getirdiği felaketi tamir etmek için olacak, bu fedakârlığı yapıyor.

Tabii bu arada James Mason’a âşık oluyor. (Kadınlar bu adamda ne bulurlar anlamam.)

Sonunda, Hollywood filmlerinde pek rastlanmayan bir şey oluyor: ikisi de ölüyor. Konuyu bu duruma getirdikten sonra, oğlanla kızı öldürmeden işin içinden çıkabilecek bir senarist de göremiyorum doğrusu. Ölüm sahnesi akşam cereyan ediyor. Sabah, ağlarını çeken balıkçılar, Uçan Hollandalı ile Pandora’nın cesetlerini -balıklarla birlikte- buluyorlar. Böylece Uçan Hollandalı -adam- isteğine kavuşuyor.

Gemiye ne olduğu hakkında bir bilgi verilmiyor.

Galiba, filmin başlarında, Hollanda sarayları, eski kıyafetlerle James Mason’un Tanrıya nasıl karşı geldiği ve karısının nasıl korktuğu gösteriliyor ama asıl film Uçan Hollandalı, Ava Gardner’le tanıştıktan sonra başlıyor.

Sanıyorum, Selim, film başladıktan sonra girmiş salona; hatta bir iki kişi de, oturun, göremiyoruz, demişler. O telaşla, filmin başlarını pek iyi anlayamamış. Kısacası, insan, bu tarihî olayla da bir kere daha anlıyor ki bazen sonsuzluk bile Amerikan filmleri kadar sıkıcı bir şey.


Mısra 13: Dokuz yüz otuz altı.

Bilindiği gibi, Türk takviminde başlangıç tarihleri farklı iki ana sistem vardır. Bunlardan birincisi, İsa’nın doğumunu esas alan ve Selim’in doğduğu sırada 1936 yaşına basan bir takvim sistemidir. İkincisiyse bundan tam bin yıl sonra başlayan ve Cumhuriyetin ilanı sırasında, Osman Vekayi Efendi (o yıl yetmiş altı yaşındaydı) tarafından, yerinde bir düşünceye dayanarak, “Türk Terakki Takvimi” adı verilen sistemdir. Her iki takvim de Bakanlar Kurulu kararıyla yürürlükte olduğu için, nüfus kâğıtlarına, bazen birinci bazen de ikinci sisteme göre tarih düşürülmüş olması, tarihi bile şaşırtacak karışıklıklar doğurmaktadır. Selim’in babası, hemen her babanın yaptığı gibi, oğlunu kütüğe, doğumundan yedi yıl sonra kaydettirdiği için, yukarıda bahsedilen ikilik bir yana, bir de nüfus memurunun yanında doğum tarihini tam olarak hatırlayamaması (günler, aylar, hatta yıllar ne kadar birbirine benziyordu) Selim’in başlangıcını daha da karışık bir duruma sokuyor.

Mısra 14 ve sonrası: Doğumu önemlidir...

İsa’dan tam 1936 yıl sonra dünyaya gelen Selim’in doğumu yalnız kendisi için mi önemlidir? O tarihte orta yaşlı bir adam olan Numan Beyin “erkek evlat” istemesi, bunak dedenin bir torun özlemi içinde olması -henüz oğlunu torunundan ayıracak kadar aklı başındaydı- ufak tefek annesinin bu ağır yükü dokuz aydan beri karnında taşımasının sabırsızlığı ve tutunanların yeni bir av bekleme heyecanı da bu doğumun önemini artırıyordu.

Annesi, yapılan hesaplara göre, karnında Selim’i, taşıma süresinden biraz fazla tutmuş. Selim’in sonradan bütün çıplaklığıyla ortaya çıkan sabırsızlığında bu beklenmedik olayın da payı olmalı. Müzeyyen Hanımın karnındaki şişkinliğin çok sivri bir biçim aldığını gören komşu kadınlar, “Muhakkak kız olacak,” sözleriyle Numan Beyi ümitsizliğe sevketmişler. Bu kocaman şişkinlik, bir de kız olsaydı, Numan Bey ve kısa boylu erkekler için büyük bir ümitsizlik kaynağı haline gelecekti. Söylentilere göre, Selim; doğduğu zaman beş kilo sekiz yüz gram geliyormuş. Bir taşra kasabasında, ebe eliyle doğan bir çocuğun ağırlığının gramına kadar tespit edilmiş olduğuna inanamıyorum. Zaten Selim de, bu miktarı ona kimin söylediğini ve bu sayının nereden aklında kaldığını bilmiyor. Tartı  işleminin, bir kasaba götürülerek yapılmış olabileceğini ileri sürüyor. Ben pek ihtimal vermiyorum. Kasaba götürmüşlerse, herhalde çıplak olarak sokağa çıkarmamışlardır. Bu durumda da, ya kundağıyla tartmışlardır ki, o zaman verilen sayının net değil brüt olduğunu kabul etmek gerekiyor; ya da Selim’i kasapta soymuş olabilirler. Temizliğiyle bilinen Müzeyyen Hanımın buna razı olması ve açıkta çengellere asılı etlerin çevresinde sineklerin uçuştuğu bir kasap dükkânında, soğuk bir sonbahar günü Selim’in çıplak bırakılıp pis teraziye konulması, bana uzak bir ihtimal olarak görünüyor.

Başparmağını emmesinin de yalnız Freud açısından yorumlanmasını eksik buluyorum. Selim bile, bu hareketinde beslenme içgüdüsünün önemli bir payı olduğunu düşünerek, bu stanzanın ilk taslağında, şu mısralara yer vermiş: Başparmağını emdi, evde koptu kıyamet Ona göre oburluk, Freud’a göre şehvet

Bu mısralarda da görüleceği gibi, Freud ile tam uzlaşamıyordu. Daha çok Jung’a yakınlık duyuyordu. “Beni rahatsız eden ve adlandıramadığım duygularımın, yalnız libidoya bağlanmasına gönlüm razı olmuyor,” derdi.

Mısra 21: İlk resminde beyazdı...

Selim’in ilk resmi pek iyi çıkmamış. Elden düşme bir fotoğraf makinesiyle resim çekmeye merak saran babasının acemiliğine kurban olmuş.


Tutunamayanlar / Oğuz Atay

2 Eki 2021

Çaba sarf etmek bir suçtur, çünkü her eylemle bir düş ölür.




"ne yapacağımı bilemediğimde, göbeğimde bir fermuar olduğunu hayal ederim, boynumdan kasıklarıma inen ve onu yukarıdan aşağıya açtığımı. sonra kollarımı kollarımdan, bacaklarımı bacaklarımdan ve başımı da başımdan çekerim. kendimi kendi vücudumdan çıkardığımda, eski giysiler gibi aşağı düşer. onların altında, daha ufak, yumuşak ve neredeyse şeffaf olurum. bir denizanası gibi olur vücudum, beyaz, sütlü, fosforlu.

beni rahatlatan tek fantezi bu işte. ah evet, ancak ondan sonra özgürüm."

sür pulluğunu ölülerin kemikleri üzerinde  , olga tokarczuk

"rüyasız geçen uzun, sıkıcı bir zamandan sonra, nihayet gece bir düş gördüm. bu, hemen anlamlı bulduğum, pek anlamadığım, ama unutmadığım düşlerdendi. tek başıma, tanımadığım bir kentte yürüyordum, troya değildi bu, ama önceden görmüş olduğum tek kent troya'ydı. düşümdeki kent çok daha büyük ve genişti. gece olduğunu biliyordum; ancak ay ve güneş aynı anda gökyüzündeydiler ve üstünlük mücadelesi içindeydiler. kim tarafından bilmiyorum, hakem olarak çağrılmıştım oraya: iki gök cisminden hangisinin daha aydınlık parlayabileceği konusunda. bu yarışta ters olan bir şey vardı, ama ne kadar kendimi zorlasam da bunun ne olduğunu bulamıyordum. ta ki sonunda cesaretim kırılmış, sıkıntılı bir sesle, herkes en aydınlık parlayanın güneş olduğunu bilir ve görür deyinceye dek, 'phobios apollon!' diye haykırdı muzaffer bir ses ve aynı anda sevgili ay kadın selene'nin yakınarak ufukta aşağı kaydığını gördüm korkuyla. beni aşan bir yargıydı bu, ama sadece olanı söylediğim için nasıl suçlu olabilirdim.

bu soruyla uyandım. zorlama bir gülüşle, üstünkörü marpessa'ya anlattım düşümü. o sustu. kaç gün sürdü benden uzaklaşması. sonra geldi, daha koyulaşmış, derinleşmiş gibi görünen gözlerini çevirdi bana ve şöyle konuştu: düşünde en önemli olan, kassandra, senin tamamen yanlış bir soruya yine de bir yanıt bulmak için gösterdiğin çabaydı. yeri geldiğinde bunu anımsamalısın."

kassandra, christa wolf.

"bilgi diyorum ama aslında bir sır. hayvanlarla bizim aramızdaki fark nedir? konuşmak mı? bütün hayvanlar bir şekilde konuşurlar, gel, derler, dikkat, derler, daha bir sürü şey söylerler; ama hikayeler anlatamazlar, yalan söyleyemezler. biz bunu yapabiliriz..."

the other wind / ursula k. le guin

"... onlar saygıyı, inancı, güveni unutmuş, belki de hiç duymamış, hiç öğrenmemiş kişiler. insan, öylelerine kişi derken, dilin yetersizliği karşısında iğrenti duyar. kişi bile değiller ki! olsa olsa tanrının yanlışları, taslaklarıdır onlar."

gece, bilge karasu

sınamalı insan kendisini, bağımsızlığa mı yazgılı, boyun eğmeye mi; bunu da tam zamanında yapmalı.
sınamalarını saptırmamalı yolundan,
oynanabilecek en tehlikeli bir oyun sonunda,
başka bir yargılayıcının değil de
yalnız kendinizin tanık olduğu sınamalar bile olsa,
hiçbir kişiye bağlı olmadan:
en sevilene bile.

friedrich nietzsche, iyinin ve kötünün ötesinde

yıllar yılı hemen her gün görmeye alıştığımız yarı-anonim kişileri (bizi işe götüren otobüs şoförü, her zamanki benzin istasyonunda parayı alan adam, ofisimizdeki asansörcü, postanede pul satan adam vb.) artık görmemeye başladık mı, hemen unutuyoruz. "gösteri devam etmeli" kuralı, yalnız tiyatro için değil, bizim için de geçerli. hepimiz gösterinin bir parçası haline geldik. sahnede olmayan, artık ölmüş demektir; yoktur. yaşamla ilgilenişimiz, onu sahnede gördüğümüz gibi. bizim sahnemizde. bizim tasarladığımız sahnede.

gündüz vassaf - cehenneme övgü

"... yani iletişim kuran ile alıcı arasında paylaşılan şey ne kadar çoksa, açık biçimde ifade edilmesi gerekenlerin sayısı o kadar azdır diyebiliriz..."
ne var bunda biliyoruz zaten, tabu oynarken de öyle değil mi, diyebilirsiniz.
ama insanlarla yeni tanıştığınızda kafanızdan geçen, şöyle biri demek ki, böyle demek istedi diye en az veriye dayalı oluşturduğunuz o önyargılar hep bunu özümsememekten işte.
belki bunu derinden anlayabilsek, bu kadar iletişim kazası yaşamazdık.

insan iletişiminin kökenleri - michael tomasello

insana benzer bir tarafımız var mı?
dıştan bakınca kan, sefalet, şehvet, hırs, cinayet.
içten bakınca can sıkıntısından boğuluyoruz.

 oğuz atay - günlük

"bu dünyada zaten çok sayıda kötü şey varken, toplum bunların en kötüsü olarak kalmaktadır. bu yüzden, arkadaş canlısı bir fransız olan voltaire bile, 'yeryüzü , kendileriyle konuşmaya değmeyen insanlarla kaynıyor' demiştir."
-arthur schopenhauer

“doğru yolu bulmak için kaybolmak gerekir. labirent, içine giren kaybolsun ve dolaşsın diye yapılır. fakat labirent, o aynı kişiye; yeni bir plan çizmesi ve labirentin gücünü yok etmesi için bir başkaldırıyı da düşündürür.
işte o insan bunu başardığı takdirde labirenti yıkacaktır, çünkü; onu boydan boya geçen biri için labirent yoktur.”

italo calvino

''nereye giderdim, gidebilseydim eğer, kim olurdum, varolabilseydim eğer, ne derdim, bir sesim olsaydı eğer, kim konuşuyor böyle, ben olduğumu söyleyerek.
...
onun için benim olmadığımı görmek, yeterli olmalı, ama değil, orada olmamı istiyor, bir biçime ve bir dünyaya sahip, onun gibi, ona karşın, her şey olan benim, hiçbir şey olan o.
...
görünen o ki sözün olduğu yerde bir yaşam kesinlenebilir, bir öyküye gerek yok hiç, bir öykü zorunlu değil, yaşam yeterli yalnız başına, yaptığım bir yanlıştı bu, birçok yanlıştan biriydi, yani yaşam kendi başına yeterliyken kendime bir öykü aramam yanlıştı diyorum.
...
önemli olan dünyada olması insanın, yeryüzündeki varlığının yanında duruş nedir ki? soluk alıp vermek zorunlu yalnızca, avarelik edilmese de olur, arkadaşlık edilmese de, açıkça itiraf etmek koşuluyla kendinizi ölmüş bile sayabilirsiniz, daha özgürlüklere açık bir düzen düşleyebilir misiniz, bilmiyorum, ben düşleyemiyorum.

samuel beckett

"ne kadar az yer, içer, kitap okursan, tiyatroya, dansa, meyhaneye ne kadar az gidersen, ne kadar az düşünür, sever, kuram yaratır, şarkı söyler, resim ve eskrim yaparsan, o kadar fazla sermaye biriktirirsin; mezar böceklerinin ve toprağın yok edemeyeceği hazinen o kadar büyür. kendin ne kadar azalırsan o kadar çoğa sahip olursun; kendi öz hayatını dile getirmenle dışsallaşmış hayatını dile getirmenle ters orantılıdır; yabancılaşmış varlığın gitgide büyür."

karl marx (1844 elyazmaları)


"bir insanın bir başkası için ifade edebileceği şey öyle çok büyük değildir: neticede herkes yalnız kalır ve önemli olan şey yalnız kalanın kim olduğudur."