.

.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

15 Oca 2016

Gece Ormanı



Hava erken kararıyor, yağmur tipiye dönüşüyor. Doğudan esen sert step rüzgarı, dağları çoktan kaplamış karı vadiye, kente taşıyor. Uzun, çetin, aman bilmez Doğu Avrupa kışı… Ani sıcaklık düşüşleri, fırtınalar, dayanılmaz soğuk, karanlık… Yekpare bir kristale dönüşen gecede saatlerle yıllar donakalmış. Uzak, sisli, yarı kurgusal görünümlerden ibaret dünya, durgun, donuk, komami andıran kış uykusunda… Hayat çekilebildiğince çekilmiş gerilere, içerilere, kendi derinlerine doğru batmış. Tek bir yıldız seçilmiyor ağır, korkutucu bulutlar arasında, morumsu bir yara izi gibi beliriyor ay,bir avuç kan sargı bezlerinden sızıp pıhtılaşıyor. Damarları patlamış, göz bebeği dağılmış bir göz, güçlükle sıyırıyor kendini karanlıktan, ama onun içe dönmüş, acıyla yüklü bakışı da görmeyi reddediyor. Hiç bir şey söylemiyor, yanıtlamıyor.

Issız ve korkunç soğuk gecede, buz kesmiş sessizlikte yürüyorum. Bir başıma, hayaletli ormandayım. Koca dünyada sağ kalmış son kişi gibi, sargıların arasında beliren ufacık bir yara izi gibi… Ağaçlar çıplak ve kuru, yapraklarıyla birlikte belleklerini de yitirmiş, çaresizce vazgeçmişler kendileri olmaktan, hatırlamaktan, ışığa uzanmaktan… Upuzun, pençemsi parmaklarıyla, günleri, mevsimleri olmayan çıplak bir zamana, salt bekleyiş anlamına gelen zamana işaret ediyorlar.Salt bekleyiş, salt yitiriş… Bir sesin, geceyi çıkaracak bir sözcüğün peşinde yürüdükçe yürüyorum. Gece ormanının derinliklerine… Tek bir yıldız belirmiyor, sözcükler sanki soluğumla saldığım buz parçacıkları gibi dağılıyor sessizlikte, anılar, yaşantılar, duygular, kalınlaşan kar tabakasının altında kıpırtısız, cansız yatıyor. Sadece üşüdüğümü hissediyorum, parmaklarımın artık hiç bir şeyi tutamayacak denli buz kestiğini, ben yürüdükçe gece derinleşiyor, ölülerim mezarlarına çekiliyor ve üşüyorlar…

Bir Pazartesi gecesi, bir Doğu Avrupa kentinin sınırlarında yürüyorum. Aniden bir kuş, sanki uykusunda dengesini yitirmiş gibi, dalların arasından düşüyor, çıt çıkarmadan ölüyor.

Yürümeye devam ediyorum, belki bir sözcüğün peşinde hayatımın sonuna varmayı başaracak, ya da çaresizce hatırlamaya çalışacağım son düşümde ansızın uyanıp çıt çıkarmadan düşüp kalacağım.


Aslı Erdoğan / 24.11.2015

                       

11 Oca 2016

Bir çift göz hangi yutturmacayla yalnızlığımıza sırt çevirtir bize?



"giysi bizimle hiçlik arasına girer. vücudunuza bir aynada bakın: ölümlü olduğunuzu anlayacaksınız. parmaklarınızı kaburga kemiklerinizin üzerinde bir mandoline dokunur gibi gezdirin: mezara ne kadar yakın olduğunuzu göreceksiniz. giyimli olduğumuz içindir ki ölümsüzlükle böbürleniriz: bir kravat takıldığında nasıl ölünebilir? giyinip süslenen ceset kendini iyi tanımamaktadır ve ebediyeti hayal ederek bunun yanılsamasını sahiplenmektedir. et iskeleti örter, giysi eti örter: tabiatın ve insanın ince kaçamakları, içgüdüsel ve itibarî aldatmacalar: bir beyefendi çamurdan ve tozdan yoğrulmuş olamazdı… itibar, saygıdeğerlik, kibarlık – çaresizlik karşısında bir sürü kaçış yolu. bir şapka taktığınızda, ana karnında günler geçirdiğiniz ya da solucanların yağlarınızı tıka basa yiyecekleri kimin aklına gelir?"


"sıkıntıyı hiç bilmeyen kişi, çağların doğuşundan önceki dünyanın çocukluğunda bulunmaktadır hâlâ; ahı gitmiş vahı kalmış , kendi boyutlarına aldırmayan o yorgun zamana, kendi geleceğinin eşiğindeyken âniden bir yadsıma lirizmi mertebesine çıkartılmış maddeyi de beraberinde sürükleyerek çöken zamana kapalı kalır. sıkıntı, kendi kendine yarılan zamanın içimizdeki yankısıdır...boşluğun açığa çıkmasıdır, hayatı destekleyen-ya da icat eden- o sayıklamanın kurumasıdır..."

"zira eğer hepimiz panayır cambazı olmasaydık, eğer bilgiç bir şarlatanlığın hünerlerini öğrenmiş olmasaydık, nihayet edepsizlik ya da trajedi düzeyinde samimi olsaydık yeraltı dünyalarımız okyanuslar dolusu kin kusardı, bu okyanuslarda kaybolmak şeref payemiz olurdu: böylelikle onca acaipliğin ve yüceliğin yakışıksızlığından kaçmış olurduk"

"seven kişi aşkı incelemez, harekete geçen kişi eylem üzerine hiç düşünmez: insanoğlunu araştırıyor olmam, olmaktan çıktığı içindir; kendi kendimi incelemem de artık "ben" olmadığımdan: tıpkı diğerleri gibi nesne haline gelirim. imanını tartan mümin sonunda terazinin üzerine tanrı'yı koyar ve ancak yitirme korkusuyla coşkusunu ayakta tutar. safdilliğin, bütünsel ve otantik varoluşun tam zıddında yer alan ahlakçı, kendisiyle ve ötekilerle karşı karşıyalık içinde tüketir kendini: soytarıdır, art düşünceler mikrokozmosudur, insanların yaşamak için kendiliğinden kabullendikleri ve tabiyatlarına kattıkları yapaylığa katlanamaz: duyguların ve fiillerin nedenlerini dillendirir, uygarlığın benzeştirimlerinin maskesini düşürür: onları sezinlemiş ve aşmış olmanın acısını çekmesindendir bu; zira bu benzeştirimler yaşatılırlar, yaşam'dırlar; halbuki onun varoluşu, bunları seyre dalarken, var olmayan ve var olmuş olsa bile kendisine eklenen yapaylıklar kadar uzak olacak bir "tabiat" arayışı içinde yolunu yitirir."

"bütün aşağılanmalarımız açlıktan ölmeye karar veremememizden gelir. bu ödlekliğin bedelini pahalıya öderiz. insanlara bağlı olarak, dilencilik kabiliyeti olmadan yaşamak! şişinen şanslılar, şu giyimli maymunlar önünde alçalmak! yazgınızın, hor görülmeye bile layık olmayan şu karikatürlerin insafına kalması!... toplum bir dert değil bir felakettir: içinde yaşayabilmemiz ne enayi bir mucize!"

her insanın içinde bir peygamber uyuklar ve o uyandığında, dünyadaki kötülük biraz daha artar…

vaaz verme çılgınlığı içimizde öylesine yer etmiştir ki, korunma içgüdüsünün bilmediği derinliklerden doğar. her insan, kendinin bir şey önereceği ânı bekler: ne önerdiği önemli değildir. bir sesi vardır ya, o yeter. ne sağır ne dilsiz olmanın bedelini pahalıya öderiz…

çöpçüsünden züppesine kadar herkes, cinaî cömertliğinin kesesinden harcar; hepsi, mutluluk reçeteleri dağıtır; hepsi, herkesin adımlarına yön vermek ister: ortaklaşa hayat, bundan ötürü tahammül edilmez bir hale gelir; insanın kendi hayatı daha da çekilmez olur: başkalarının işlerine hiç karışmadığı zaman kişi kendi işleri için o kadar endişe duyar ki, kendi “benliği”ni bir dine çevirir, ya da tersten havarilik yaparak “benliği”ni yok sayar: evrensel oyunun kurbanıyızdır…

varoluşun veçhelerine getirilen çözüm önerilerinin bolluğu, ancak bu önerilerin nafilelikleriyle mukayese edilebilir. tarih: ideal imalathanesi… huyu suyu belli olmayan mitoloji, sürülerin ve yalnızların taşkınlıkları… gerçekliği olduğu haliyle tasarlamanın reddi, ölümcül kurgu açlığı…

fiiliyatımızın kaynağı, kendimizi zamanın merkezi, nedeni ve sonucu zannetmeye bilinçsizce meyilli olmamızdadır. reflekslerimiz ve gururumuz, teşkil ettiğimiz et ve bilinç parçasını bir gezegene dönüştürür. eğer dünyadaki konumumuzu doğru olarak anlayabilseydik; eğer kıyaslamak, yaşamak’tan ayrılmaz olsaydı, mevcudiyetimizin ufaklığının açığa çıkması bizi ezerdi. ama yaşamak, kendi boyutlarına karşı körleşmektir…

bütün fiiliyatımız –soluk almaktan imparatorluklar ya da metafizik sistemler kurmaya kadar– kendi önemimiz hakkında bir yanılsamadan, bilhassa da peygamberlik içgüdüsünden çıktığına göre, kendi hükümsüzlüğünü doğru bir şekilde görmesi durumunda, işe yarar olmaya ve kendini kurtarıcı gibi göstermeye kim çalışırdı ki?

“ideal”siz bir dünya, doktrinsiz bir can çekişme, yaşamsız bir ebediyet hasreti… cennet… fakat kendimizi oyalamaksızın bir saniye bile var olamazdık: içimizdeki peygamber, bizi kendi boşluğumuzda ihya eden deli tarafımızdır.

ideal bir şekilde zihni açık, yani ideal bir şekilde normal insan, içindeki hiçlik’ten başka hiçbir şeye tutunmamalıdır… onu işittiğimi farzediyorum: “amaçtan, bütün amaçlardan koparılmışım; arzularımın ve burukluklarımın sadece formüllerini muhafaza ediyorum. sonuca bağlama eğilimine direndiğim için ruhu yendim; tıpkı hayatı da, onun içinde çözüm aramaktan dehşete kapılarak yendiğim gibi… insanın seyri – ne mide bulandırıcı şey! aşk – iki tükürüğün karşılaşması… bütün duygular mutlaklarını salgı bezlerinin sefilliğinden alırlar. asalet varoluşun yadsınmasındadır, harap olmuş manzaralara tepeden bakan bir tebessümdedir yalnızca.

(vaktiyle bir “benliğim” vardı; artık sadece bir nesneyim… yalnızlığın bütün uyuşturucularını tıka basa alıyorum; dünyanın uyuşturucuları bana benliğimi unutturamayacak kadar hafiftiler. içimdeki peygamberi öldürmüş olduğuma göre, nasıl olur da insanlar arasında hâlâ bir yerim olabilir ki?)

bir pazar ogleden sonrasina donusmus evren sıkıntının da tasviridir bu-evrenin de sonu...

hayat, ancak muhayyilemizin ve hafizamizin zayifliklariyla mumkundur.

eczanelerde varolusa karsi hicbir ozel ilac yoktur- yalnizca palavracilar icin kucuk ilaclar... peki berrak, alabildigine eklemlenmis vakur ve kendinden emin umitsizligin panzehiri nerededir? butun varliklar mutsuzdur ama ne kadari bunu bilir? mutsuzluk bilinci bir can cekisme aritmetiginde ya da devasizlik sicilinde boy gostermeyecek kadar vahim bir hastaliktir. cehennemin itibarini dusurur ve zamanin mezbahalarini kir siirlerine cevirir . hangi gunahi isledin de dogdun? hangi sucu isledin de varsin? acin da kaderin gibi sebepsiz.
zaman'in cumlesinde, insanlar virguller gibi yer alirlar; sense onu durdurmak icin , nokta olarak hareketsizlestin.

kader- magluplar terminolojisinin gozde sozcugu...

zihin ayniligi kesfeder, can sikintiyi vucut tembelligi. evrensel bezginligin üç bicimiyle ifadesini bulan ayni degismezlik ilkesidir bu.

deliler disinda hic kimse yalnizken gulmez.

hayalci fatih , insanlarin basina gelebilecek en buyuk ugursuzluktur.

anonim ter , toplumun temeli.

hayat bir uygarligin yegane saplantisi haline geldiginde o uygarlik dususe gecer.

ideolojiler yuzyillar boyunca ayakta duran barbarlik temeline bir cila cekmek icin, butun insanlarin paylastigi caniyane egilimleri ortmek icin icat edilmislerdir sadece.

önyargi kendi icinde yanlis, ama nesiller tarafindan biriktirilmis ve aktarilmis olan organik bir hakikattir.

bizzat gelecegi bir mezarlik gibi olmayi bekleyen her seyin potansiyel mezarligi gibi goren kisiyi bezginlik beklemektedir.

umit bir kole meziyetidir.

her tarafta isteyen insanlar... capsiz ya da esrarengiz hedeflere dogru kosusturan adimlarin maskaraligi, cakisan iradeler herkes bir sey istiyor, kalabalik bir sey istiyor bilmem neye dogru yonelmis binlerce insan.
onlari izleyemezdim hele onlara hic meydan okuyamazdim. sasirip kalirim: onlara bunca canliligi hangi mucize veriyor? olaganustu hareketlilik: bu kadar az ette bunca hayatdoluluk ve bunca histeri!

kotumserlik- beklentilerini bosa cikarmasindan oturu hayati affedemeyen magluplarin o zalimligi.

urkuntu devirleri sukunet devirlerini bastirir; insan olay bollugundan ziyade olay yoklugundan rahatsiz olur; tarih de onun can sikintisini reddetmesinin kanli urunudur.

emil michel cioran / Çürümenin Kitabı

5 Oca 2016

''Şey''



“Kendimi bırakmalıyım,” diye söylendi. Direnmekten vazgeçmeliyim. Yaşamalıyım ve görmeliyim. Bilmediğim bu ülkeye yolculuktan korkmamalıyım. Kimsenin ilgilenmediği bu silik insanların dünyasına girmeliyim. Selim’in yolculuğu yarıda kaldı, aklı da... Benim ne işim var onların ara- sında? Olur mu Selim? Ben onları ne yapayım? Onlar beni ne yapsınlar? Öyle deme Turgut. Seni görünce nasıl sevinirler bilemezsin. Benden de selam söylersin. Kusura bakmayın işi çıktı gelemedi dersin. Onlar anlarlar. Rüya gibidir Turgut: aklınla karşı koymazsan birdenbire bir kapının önünde bulursun kendini. Hepsi kapının önüne birikmişler seni bekliyorlar. Onlar seni istiyorlar Selim: tutunamayanlar prensini istiyorlar. Öyle anlatmadık mı kerhanede? Sen anlattın Turgut. Kapının önünde fazla durma, hemen içeri gir Turgutçuğum Özben. Onların kahramanı sensin. Bir kahraman bekliyorlardı yüz yıllardır. Kendileri gibi olmayan, gene de onları anlayan bir masal kahramanı. Gir içeri, bekletme zavallıları canım kardeşim! Onlar, kendi mantıklarıyla, senin gelişinin nedenlerini anlattılar sana. Dinledikçe hak vereceksin onlara. O kapının önüne sürüklenmenin nasıl kaçınılmaz bir kader olduğunu anlayacaksın. İlk şaşkınlığından utanacaksın. Rüyada da öyle değil midir? Bırak kendini: rüyada yaşamaktan güzel ne var ki? Dilediğin insanları da yanına alırsın: dairedeki, mühendis olmak iste- yen memur gibi. Maceranı yaşa canım kardeşim. Bütün acılarını, senin gibi kahraman bir savaşçıya anlatmak istiyorlar. Birbirlerine anlatacak sözleri kalmamıştı. Seni milletve- kili seçtiler oybirliğiyle. Onları temsil etme yetkisini aldın artık. Düşün, önüne ne fırsat çıkıyor: istediğin kadar oynayabilirsin artık. Çekinmeden istediğini söyleyebilirsin. Her şey, nasıl isterseniz öyle olur. Zaman kavramını silersiniz: istediğiniz çağdaki insanlarla birlikte yaşarsınız. Kimse kapıdan çevirmez sizleri. Bütün olumsuzlukları kaldırırsınız ortadan. Bütün maceraların sonunu istediğiniz gibi bitirirsiniz. Kimse engel olmaz size. İsterseniz dünya nimetlerini tadarsınız sonuna kadar, isterseniz manastıra çekilirsiniz hep birlikte, kadınlı erkekli. İsterseniz ikisini de birlikte yaşarsınız. Bir yandan en güzel şarapları yaparsınız dağlarda keşişler gibi; bir yandan şehirlere götürüp içersiniz, o şarapları en karanlık meyhanelerde, Dostoyevski’yle birlikte. Çocuklarınız doğar kadınlar yorulmadan; karınlarında taşımadan doğururlar onları. Kanunlar çıkarırsınız benim açıklamalarımda olduğu gibi: herkesi her şey yaparsınız kimseye danışmadan ve anayasaya uygunluğuna bakmadan: zorlamadan uyulacak kanunlar yaparsınız. Dairedeki memuru mühendis yaparsınız. İçinizde hiçbir acılık birikmez. Ne bırakılmış olmanın, ne anlaşılmamanın, ne yaşamamanın, ne de baştan yaşayamamanın acısı düzeninizi bozmaz. Düşünmeden kapılırsınız olaylara. Sonu ne olacak diye korkmazsınız. Sonu yoktur ki...Sonu gelmez şövalye romanları gibidir bu yaşantı: en zor anlarda daima açık bir kapı bulunur girip saklanacak. Ne gördün bütün kapıların birer birer kapandığı bu dünyada? Hangi kusurunu düzeltmene fırsat verdiler? Son durağa gelmeden yolculuğun bitmek üzere olduğunu haber verdiler mi sana? Birdenbire: “Buraya kadar!” dediler. Oysa, bilseydin nasıl dikkatle bakardın istasyonlara; pencereden görünen hiçbir ağacı, hiçbir gökyüzü parçasını kaçırmazdın. Bütün sularda gölgeni seyrederdin. Üstelik, daha önce haber vermiştik, derler onlar. Her şeyin bir sonu olduğunu genel olarak belirtmiştik. Yaşarken eskidiğini ve eskittiğini söylemiştik. Sevginin ölümünü her pazar çanlar çalarak ilan etmiştik. İşte onların kanunları böyle. Bizimkilere benzeyebilir mi hiç? Şehrin duvarlarına sırayla üç kere ilan asıyorlar: sevginize dikkat! Dördüncüde ilan ve sevgiyi kaldırıveriyorlar. Onlarla başa çıkılmaz Turgut. Ben çıkabildim mi? Bilincin uyarmasın seni. Dikkat et Turgutçuğum, bu güzel hayalleri, şekilleri kaybetmesin bilincin. Kurtar kendini onun baskısından. Rüyadan gerçeğe geçmenin acılarını yaşama. Ne olur Turgut uyanma sakın. Ne olur uyanma... ne olur... ne olur... silme...

Burnuna konan bir sinek uyandırdı Turgut’u. Çevresine baktı: nerede olduğunu hatırlayamadı. Sabah mıydı? Masaları gördü. Gözlerini kapadı. Nerede olduğunu buldu önce. Saatine baktı: güneş var ve üç buçuk. Öğleden sonra olmalı. Uyandım Selim. Kendimle biraz yalnız kalmalıyım. Kendimi karşıma alıp öğüt vermeliyim. Bilmediğim bir maceraya atılıyorum çünkü. Kuvvetlerimi gözden
geçirmeliyim. Ellerini inceledi, parmaklarını oynatarak: eller hünerlidir. Yumruğunu sıktı: kuvvetli eller. Başarır mıyız dersin Olric? Kollarını, sandalyenin iki yanına dayayarak gerindi. “Daha vaktim var, daha vaktim var,” diye söylendi. Vaktim de var, içim de var. Bütün kuvvetimle mi atılacağım maceraya? Onu bile korumayacak mıyım? Onu, o “şey”i? Kimsenin bilmediği bir parça: tarifi güç, gene de varlığını çok iyi bildiği “şey”. Onu da tehlikeye atacak mıydı? Bütün Turgut’u hiçbir zaman teslim etmemişti. Hiçbir zaman. Onu kendine saklamıştı. Değerini yalnız Turgut’un bildiği bir “şey”. Başkaları da birçok şeyler saklarlar insanlardan: gene de bir şey kalmaz kendilerine. Bu “şey” öyle değildi. Anlatılsaydı değeri kalmazdı ki. Bu nedenle anlatılamazdı. Bu “şey”i birine verseniz de farkında olmaz aslında. İnsan uzun uzun anlatsa, “onun” kendine güven verdiğini söylese, merak ederler belki. Fakat görünce bir “şey”e benzetemezler muhakkak.

Bu muydu, derler o “şey”. Verdiğiyle kalır insan. Ezer, buruşturur, yere atarlar. Bazı ukalalar da Latince isimler takarlar bu “şey”e. Tarifler, benzetmeler... Ben ne dediğimi biliyorum. Benim, Turgut Özben’in özbenliği. Kelime oyunu yapıyorum, oyuna getiriyorum. Kendimi ele vermiyorum.

 Tutunamayanlar / Oğuz Atay