.

.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

24 Şub 2013

Başı sonu olmayan




Uçsuz bucaksız, boş, beyaz kağıtlar. Dümdüz, yavan, tekdüze, çölümsü... Terk edilmiş mabetler gibi, ıssızlıklarla, karanlıkla, yankılarla dolu. Kırık dökük, toza bulanmış imgeler, iç içe akan resimler, sahipsiz gölgeler, bitmemiş cümleler... Kat kat, tabaka tabaka birikmiş, tortulanmış beyazlık, bütün bakışları emip yutan, dokusuna katan... Bomboş göz akları gibi açılan, büyüyen ve bekleyen satırlar: Yazılmamış satırlar. Yalımları sönmüş, çoktan soğumuş, bir türlü doğamadığı için küle dönüşmüş dünyalar. Her şeye, her yere sinen çürüme kokusu. Çözülüp dağılan sesler, kazıp çıkarılmayı bekleyen imgeler, belleğin gizli yollarında gezinen gölgeler... Yıkıntılar arasında el yordamıyla gün ışığını arayan hayaletler... Kopkoyu, bulanık birikintileri suskunluğun,

sımsıkı kapanan, kendi yatağında kuruyan zaman. Unutulan, tekrar tekrar unutulan düşler, düğüm olmuş kökler, çizgileri silinen yüzler, işitilmemiş, yarıda kesilmiş seslenişler... Kumların örttüğü izleri gibi, geçip gitmişin, sonsuza dek yitmişin, hep daha da derinlere çöken... Belli belirsiz, son bir iç çekiş belki diri diri gömülmüş bir geçmişten... Paramparça görüntüleri belki, artık geriye çekilmiş tanrıların, unutmuş ve unutulmuş, her biri kendi uykusunda,en son, en çıplak yok oluşunda... Duvar gibi örülmüş gözler, delik deşik bir yürekten dökülürken taş kesilmiş cümleler... Sırlı yüzü varoluşu mümkün kılmış aynanın, kendi boşluğunda soluk alan maske, dalga dalga kabaran, hayatın kıyılarında çatlayan sonsuzluk.Uğultulu karanlıkta bir girdaba kapılmışçasına dönüp duran sözcükler. Sanki ölüler ülkesinden gelen ani, öfkeli bir rüzgarla savrulan, ayrışan ve birleşen, tutuşan ve sönen sözcükler, yeniden yaratılan bir dünyaya can veren...

Aslı Erdoğan

23 Şub 2013

Eve Dönmek Mümkün mü?





Kandil’de çocuk arkadaşınızla karşılaşıyorsunuz...
19 yıldır dağdaydı. Ölüm haberini almaktan korkuyordum. Birden karşıma çıktı. Görür görmez tanıdım, sarıldık. Değişmişti. Fazla konuşmadık. Uzun uzun ona baktım; hâlâ yaşıyor oluşuna hayret ve şükranla. Kandil’dekilerle kişisel hikayelerini konuşmadım. Seçimleri o kadar net ki. Bir hikayeyi anlatmak için mesafe gerekiyor. Bana bu kitabı yaptıran o mesafedir belki. Bu toplumun dilini konuşan, hassasiyetlerini bilen biri olduğumu zannediyorum. Yoksa aşırı özdeşleşme ve propaganda ile kelimelerin manasını kaybederdim. Çocukken de öyleydi. İlkokuldan önce Türkçe öğrenmiştim. Sınıfta arkadaşlarımın ne dediğini öğretmene çoğunlukla aktarmak zorunda kalırdım. Belki de bir tercüman oluş bu. Yaşanan büyük acının kelimelerini bu tarafa aktarma ihtiyacı.

Azad: Dağa halay çekerek gittim
“Bizim mahallede 450 kişi gözaltına alındı. Özel Tim evimize postallarla girdi. Küfürler, bağırmalar arasında babamı aldılar. Babam apar topar götürülürken dönüp ‘Bir saniye’ dedi. Üzerinden bir Milli Piyango bileti çıkardı ve anneme ‘Bunu al’ dedi. O an annemle göz göze geldik, babamın bir daha dönmeyeceğini düşündüm. 36 gün işkencede kaldı. Ailem beni davul zurnayla dağa yolladı. Askere gitmek istemiyordum, arkadaşlarım dağdaydı. ‘Onlara karşı savaşmam’ diyordum. Babam ‘İyi düşündün mü?’ dedi, ‘zorluk var, açlık, soğuk, ölüm var.’ Ben ‘Tamam’ dedim. ‘Tek şartım var’ dedi, ‘eğer ihanet edersen oğlum değilsin.”

Kendal: Rüşvetle bile kalamadım
“İtalya’ya gidiyorum. Pazarlarda öyle bağıran adamları dinliyorum. Tıpkı bizim oradakiler gibi. Öyle iyi hissediyorum ki kendimi. Geçen sene Symi’deydim. Karşıdan memleket görünüyor. Görüyorsun, ama gidemiyorsun. Bu tuhaf bir çelişki. Yine bir defasında Kos Adası’ndayken bir arkadaşımız gitti ve bize Bodrum’dan kebap getirdi. Taraf olduğunu bilmesen Türk’ten iyi dost yoktur. 15–20 bin euro teklif ettim ki sırf Türkiye’de kalabileyim. Tanıdık, bildik herkese ulaşmaya çalıştım. Meclis’e kadar gittim. Ama olmadı.”

Baran: Acaba sofralarında ne var?
“Dağdasın, bazen bir köyün yakınından geçerken bir evin bacasından duman çıkıyor. Diyorsun ki: ‘Acaba hangi yemeği pişirdiler, sofralarında ne var?’ Ama gidemiyorsun. Evin ışığı yanıyor, senin evin yok. Bacası tütüyor, sen soğuktasın. Bizim dağa çıkma gerekçemiz insanca yaşamak içindi.”

Aspara: Amcamı tanıyamadım
“Yaz, babaannem, annem köydeyiz. Ben beş yaşındayım. Köyü askerler bastı. Gerillanın saklandığı dağa çıkacaklardı. Köyde kalan askerlerden biri bana uzaktan gülümsedi. O kadar güzel gülmüştü ki çocuk halimle karşılık verdim, ben de ona güldüm. Gelip beni kucağına aldı, sevdi. Büyüdüğümde onlara karşı savaşmak için dağa çıktım. Kandil’de o gülüşü çok hatırladım. İçimden ona ‘Bana gülüyorsun; ama sonra ailemi öldürüyorsun’ diyordum. Sorun elbette o asker değildi. Benim derdim o askerin arkasındaki güçleydi. Kandil’deyken amcamı görmeyi umuyordum. İlk karşılaştığımda tanımakta o kadar zorlandım ki, çok değişmişti. Sadece gözlerini seçebildim. 15 yıl savaşmıştı, çok ağır şeyler gördü.”

Azim: Dağdakilerin beli ince olur
“Kasatura ile geçici gömdüğümüz arkadaşlar vardı. Çatışma bitince daha derine gömmek üzere geliyoruz ki hayvanlar, cesetleri parçalamış, sadece kemikleri bırakmışlar. Kemiklerini toplayıp götürdüğümüz arkadaşlarımız oldu. Dağda hareket kabiliyetini desteklemek için siyah kumaş sararız, adı ‘ştuk’. 20-25 metre. Dağdakilerin bel kısmı ince olur. Kumaşın bir ucunu ağaca bağlar, döne döne belimize sarardık. Sonra ağaç yasaklandı. Çünkü baskın yediklerinde kaçamayanlar oldu.”

Rewan: Mağarada şiir okurduk
“Mağarada vakit romantik geçerdi. Lamba ışığında şiir okurduk, şarkı söylerdik. Bir an önce bahar gelsin isterdik. Dağa çıkan biri yüreğine taş basıp çıkar bir bakıma. Bir yere geçerken suların içinden yürüdük. Üşümüşüm, farkında değilim. Kar uykusu denir. Bir baygınlık geldi. Sulardan geçtikten sonra her tarafım yandı, o yanmadan sonra sızmışım. Ayaklarım, ellerim, yüzüm yanmış. Aniden gelen bir baygınlıktı. Şekiller dönmeye başladı. Bazı arkadaşların ayak parmakları donmuştu. Baygınlıktan dolayı benimki ilerlemiş. Vücudumun yanan yerlerinden kurtulmak istedim. Bir yandan da arkadaşları ilerlemek, yer değiştirmek zorunda. Onlara engel olmak istemediği için ‘Beni bırakın’ dedim. Bırakılırsam yaşayamayacağımı biliyordum… Arkadaşlar bırakmadı beni. Biri sıcak suyla ellerimi yıkadı. O zaman daha da yandım, ancak uçlarından kurtarabildik parmaklarımı.”

Şevin: Paramızı da yaktılar
“1990’da köyümüz yakıldığında 13 yaşındaydım. Çocuktuk, hiçbir şey bilmiyorduk. Asker gelip sabah beşte hepimizi köyün dışına çıkardı. Bütün erkekleri çırılçıplak soydu. Yengem herkesin önünde karda doğum yaptı. Erken doğumdu. Herhalde korkudan, bebek iki hafta erken geldi. Dayımın oğlunun elinde Kur’an vardı. Elinde bohçayla kaçmak isterken, askerler bohçayı alıp ateşe attılar. Kur’an’ı da alıp ateşe attılar. Parayı kurtarmak istedi, parayı alıp ateşe attılar. Kendileri de almıyordu o parayı…”


 dipnot bu defter bitti. şu anda elimde tuttuğum nedir? olsa olsa, dünyanın bir görünümü. bununla hiçbir şey bitmiyor.

çıkış yolu bulmaya çalışmak kabak tadı verir bazen. kontrolün insanı doğru yola sokacağı düşünülse de, delik deşik eden tarafı düşünülmez pek. daha mutlu olabilir miydik? şüpheleri kontrol etme çabasının aslında onların benliğimizdeki kontrolü olduğunu görmek, arafta kalmak gibi bir şey sanırım. ne bileyim aşkı meşki geçtim; insanlığımızı sorgulayalım biraz. ırkçılık kaçınılmaz bir noktada; ingilizler hindistan'a bulaşmasaydı, fransızlar cezayir'le oynaşmasaydı, gotlar gelmeseydi e malumunuz kürtler bi şeyler talep etmeseydi hayat farklı olur muydu?

Bejan Matur

18 Şub 2013

Nevra İle Zelha




Yaşlar gözlerimden iplik gibi iniyor. Uzanıp, Zelha'nın önünde duran ses kayıt makinesinin düğmesine basıyorum.
"O çoktan bitti. Boşa dönüp duruyordu, sen fark etmedin," diyor Zelha.
"Niye haber vermedin? Başka kaset takardım."
"Takacaksın da ne olacak? Bir daha dinleyecek değilsin ki. Öğrenmek istediğini öğrendin işte."
"Doğru, öğrendim. Hep öğreniyorum. Her gün öğreniyorum. Demin dedin ya Zelha, kaset boşa dönüp duruyordu, sen fark etmedin, diye... benim hayatım bu işte! Boşa dönüp duruyor, boşa, boşa, boşa... ben hiç fark etmiyorum. Hep bir ümitle bekliyorum. Hep bekliyorum ama hep boşa dönüyor."
"Al şunu da burnunu sil." Bana kâğıt peçetelerden birini uzatıyor. Sümkürüyorum kâğıt peçeteye.
"Haydi, ağlama artık. Olan olmuş."
"Olanlar olmasaydı, keşke..."
"Keşkelerin faydası yok Nevo. Boşver. Ben hiçbir şeye ağlayamıyorum artık. Duvar gibi oldum."

Boğazımda bir tıkaç var, ne aşağı iniyor ne de yukan çıkıyor. Söyleyecek söz bulamadan oturuyorum öylece. Kime yanayım, Cengiz'e mi, babama mı, dedeye mi, Türk olsun, Kürt olsun dağlarda ölen gençlerine mi, vurmaktan, kırmaktan, küfürden ve işkenceden başka çıkar yol bilmeyen insanlarına mı bu cennet vatanın? Kime küfredeyim, kime bzayım bizi buralara getirdikleri için? Politikacıya mı, milliyetçiye mi, bölücüye mi, askere mi, esnafa mı, hacıya mı, hocaya mı, yobaza mı? Kime? Kime? İçim eziliyor. Açlıktan mı eziliyor, üzüntüden mi, dinlediklerimin vahşetinden mi, bilemiyorum. Elimi çantama daldırıp, elmaları çıkartıyorum. Birini Zelha'ya uzatıyorum. Alıyor elimden, hart diye ısırıyor. Ben de kendi elmamı ısırıyorum. Suyu süzülüyor ağzımın kenarından... Siz kanatmadınız mı ellerimi elma çiçekleri... Ne müthiş bir güzellikle çiçeğe dururdu elma ağaçları. Beyaz gelinlik giymiş taze gelinlere benzerlerdi. Bembeyaz, pıtrak pıtrak tomurcuklar fışkırırdı dallarından. Çiçekleri Zelha ile koparır, büker, taç yapar başımıza koyardık. Bağınşır-dık sonra, "Biz gelin olduk! Biz gelin olduk! Biz gelin olduk!" O çiflikte ve o yaşta gelin olmanın dışında hiçbir gelecek hayal edemezdik. Bembeyaz rüyalara yatardık. Büyüdüğümüzde, düğünümüz birlikte yapılacaktı. Başımıza elma çiçeklerinden taçlar takacaktık. İçinde elma, erik çiçekleri açan bir büyük bahçemiz, bahçemizde birbirine yakın evlerimiz olacaktı. Çocuklarımız- her birimiz için ikişer kız, ikişer de oğlan- birlikte büyüyeceklerdi bizim gibi ve sonra birbirleriyle evleneceklerdi. Akraba olacaktık böylece. Hiç ayrılmayacaktık.

Büyüdük, yollarımız ayrıldı. Bahçelerimiz, dünyalarımız ayrıldı. Birbirimize uzak şehirlerde ayrı ayrı evlendik. Elma çiçeklerinden taçlar takamadık başımıza. Hüzün taçlan taktık, bize hiç yakışmayan. Akraba olmayı hayal ederken, nerdeyse düşman olduk birbirimize. Ah Zelha, neden? Neden? Arkadaşımın anlattıklannı dinlerken, ona kıyasla ne şanslı olduğumu fark ettiğim için, bir sızı gibi ince bir utanç duyuyorum yüreğimin derininde. Benim şikâyete hakkım yok! Ben bir şehir kızıyım, kuma nedir bilmeyen, tutuklanmamış, işkence görmemiş, kan davasında canı yanmamış, sadece dinlediği öykülerin dehşetiyle kederlenen... Daha ne kadar çok dinler ve kederlenirsem, çektiğimiz acılarda eşitlenecekmişiz gibi, deşip deşip duruyorum arkadaşımı.

"Zelha, Cengiz eve döndükten sonra... onu gördün mü sen?"

Bir Gün / Ayşe Kulin

Sekizinci Gezi




Ömrüm boyunca, farklı durumlarda bulunduğum ruh durumlarını düşünürken, yazgımın değişikliklerinin üzerimde yaptığı olumlu ya da olumsuz etkiler arasındaki oransızlığa şaşıyorum. Kısa yükseliş dönemlerim, yarattıkları sürekli etkiyle ilgili olarak hoş denebilecek hemen hiçbir anı bırakmadılar. Buna karşılık, yaşamımın bütün düşkünlüklerinde, kendimde her zaman sevecen, ince, tatlı duygular yaşadım ki, bunlar üzüntülü yüreğime şifa vermekte, acılarımı zevke çevirmekteydiler. Onların güzel anısı, aynı zamanda çektiğim acılarınkinden sıyrılmış olarak yaşamaktadır. Bana öyle geliyor ki gerçekten yaşadığım, yaşamanın zevkini en çok tattığım zamanlar, duygularımın talihim dolayısıyla sanki yüreğimin çevresinde toplandığı; özel değerleri olmadığı halde insanlarca beğenilen ve mutlu sandığımız kimselerin tek uğraşı olan şeyler üzerinde dağılmadığı zamanlardır.

Yaşadığım çevredeki işler düzen içinde gittiği ve ben de bu çevreden hoşnut olduğum zaman, onu sevgiyle sarardım. Kendisini dışa vurmaktan haz duyan ruhum, daha başka konuları da kaplardı. Bin türlü zevk beni kendimden uzaklara çeker, yüreğim birçok güzel eğilime kapılır ve ben de kendimi unuturdum. Kendi benliğime yabancı olan şeylere teslim olur ve yüreğimin heyecanları içinde, insan yazgısının bütün acılarını duyardım. Bu fırtınalı yaşam, ne içimde ne de dışımda rahat yüzü gösterirdi. Mutlu görünmekle birlikte, duygularımdan hiçbiri yoktu ki üzerinde biraz durunca hoşlanabileyim. Ne kendimden, ne başkasından hiçbir gün tümüyle hoşnut olmadım. Dünyanın gürültüsü beni sersem ediyor, yalnızlık içimi sıkıyordu; boyuna yer değiştirmek gereğini duymakta, hiçbir yerde rahat etmemekteydim. Oysa herkes beni sever, arar, ağırlardı; ne düşmanım vardı, ne de bana kötü gözle bakan ya da ne de kıskanan bir kimse. Herkes bana hizmet etmek istediği için ben de hepsine hizmet etmek fırsatını bulurdum; hiçbir malım, işim, beni kışkırtacak kimse ve herkesçe tanınmış beceri ve yeteneğim olmadığı halde, bütün bunların sağladığı ayrıcalıklardan yararlanıyor ve durumu ne olursa olsun, hiçbir ölümlünün benden mutlu olamayacağına inanıyordum. Mutlu olmak için ne eksiğim vardı sanki? Bilemem. Ama, olmadığımı biliyorum. Bugün de insanların en talihsizi sayılmak için neyim eksik? İnsanların bunu sağlamak için yaptıklarından hiçbiri. İşte bu üzücü durumda bile, kimliğimi ve talihimi en mutlu insanlarınkiyle değişmem ve onların talihini tatmaktansa, kendi düşkünlüğüm içinde kalmayı yeğlerim. Evet, kendi kendime bırakıldım ve kendi özümle besleniyorum; ama tükenmiyor ve bana yetiyor. Bedenimin yorduğu ruhum günden güne çökmekte ve bu ağır yükün altında yaşlanmış iskeletinden eskisi gibi atılma gücünü bulamıyor.

Talihsizlik işte, bizi yazgımız konusunda bu gibi düşüncelere yöneltir; aslında insanların birçoğunun düşkünlüğe dayanamamaları bu yüzdendir. Kendinde eksiklik ve suçtan başka bir şey bulmayan bana gelince, başıma gelen yıkımları zayıflığıma verir, avunurum; çünkü, gönlümden bile isteye çıkmış bir kötülük yoktur.
Bununla birlikte, durumuma bakınca, onun korkunç olduğunu görmemek budalalık olur. Oysa, insanların en duyarlısı olan ben, ona hiçbir yürek coşkusu duymadan bakmaktayım. Ve kendimi hiç kimsenin dehşet duymaksızın seyredemeyeceği bir durumda gördüğümde, kendimi zorlamaksızın ilgisiz kalıyorum.

Bu noktaya nasıl vardım?

Yalnız Gezerin Düşlemleri /  Jean-Jacques Rousseau 

2 Şub 2013

Üçüncü Şarkı



-Siz de benim gibi,
Günleri
275 - Sevgiyle isteyerek
Değil de, takvimden yaprak koparır gibi gerçek
Bir sıkıntı ve nefretle yaşadınızsa, Ankara güneşi sizin de
Uyuşturmuşsa beyninizi, Ata’nın izinde
Gitmekten başka bir kavramı olmayan
280 -  Cumhuriyet çocuğu olarak yayan,
Pis pis gezdinizse (o sıralarda adı Opera Meydanı olan)
Hergele Meydanı’nda, bu sarı ve tozlu alan
İğrendirmediyse sizi,
Bir taşra çocuğu sıfatıyla özlemeyi bilmiyorsanız denizi,
285 - Kaybettiniz (benim gibi).
Oysa,
Aynı Hergele Meydanı’nda,
Gölgede on beş, güneşte yedi buçuğa tıraş eden
Berberleri görmeden
290 - Yalnız renkli yanını yaşadınızsa hayatın
Ver hergele ve beygir olduğunu duymadınızsa atın,
Sakalı uzamış seyyar satıcılara kese kâğıdı satmadınızsa,
İçinde süt ve salebin olmadığı “dondurma
kaymak”tan tatmadınızsa
(Aynı Hergele Meydanı’nda)
295 - Kazandınız. (Kimse yoktu -çirkinlikten başka-
Selim’in yanında)
En bayağı ve en müstehcen
(Fakat fiyatı ehven)
Romanları kiralamak için gecesi beş kuruşa,
Samanpazarı’na çıkan yokuşa
300 - Değil de sağa sapın. Etiler’in at oynatmış olduğu
Ankara’da

Hamalların gittiği Sümer sinemasıyla aynı sırada,
Pardayan, Pitigrilli ve Fantoma
Ve Hayber Kalesi ve Tahir ile Zühre bir arada
Yığılmış bir tezgâhın üstüne. “Geceleri Okumayınız”
305 - Orhan Çakıroğlu’nun maceralarını.
Selim Işık, dünü bugünü yarını
İşte bu ortam içinde öldürdü.
Eksiklik duygusunun acısıyla güldürdü.
Ucuz düşüncelerindeki ucuz düzen, ucuz romanların
ucuz yaşantısı
310 - Ucuz huysuzlukların ucuz saplantısı
Ucuz ucuz ucuz ucuzdu.
Dalgın, sinirli, suskun huysuzdu.
Altımızda kalabalık bir aile otururdu.
Masasının üstünde bir kuru kafa dururdu,
315 -  Ortanca oğulları tıp talebesi Saffet’in
(Sırıtan bir kâbustu benim için.)
Ne olur şu kuru kafayı kaldırınız
Beni korkutmaya yok hakkınız
Herkes doktor olmaz ki,
320 -  Siz bana iyisi mi
Nâzım’dan şiirler okuyun.
Hani şu “Culûs-u Hûmayun”
Diye sözlerini pek anlamadığım
Fakat mısralarıın sesini sevdiğim şiir,
325 -  Bir de “Ölüme Dair”
Sonra da Liszt’in İkinci Macar Kampanasını
Ve Puccini’nin Tosca Operasını
(Canım, mandolinle çaldığım arya)
Çalarsınız gramofonda.
330 - Bir yumuşama gelir yüzüne
Kafatası durur gene
(Fakat bir tülbentle örtülü)
Caruso’nun eski plakta hırıltılı sesi duyulur yalnız
Sonra tıp talebesiyle kurşun asker oynarız.
335 - Cranium fibula radius
Sacrum patella carpus
Nasıl ezberlenir Allahım
Arapça dua eden insanın Latince kemikleri?
Saffet kulun anatomiden çaktı,
340-  Selim kulunla oynamayı bıraktı.
Alt katta bir kiracı daha: Ecmel Karakaş
Ve gayrı meşru karısı (yavaş
Söyle duymasınlar) Bana yüz vermiyor bahçede
güzel kızı
(Oysa, bahçede geçirdim bütün yazı)

345 -  Dut ağacına çıkıyor benden kaçarak,
“Sen de arkasından çıksana ahmak!”
Daha daha: pısırık, beceriksiz, korkak.
En üst katta, karşımızda, Arif Beyin refikası
Laima Hanım ut çalardı (Sarahaten acaba söylesem
darılmaz mı?)
350 - İster taşrada ister İstanbul’da olsun
İster burnunuza mangal dumanı dolsun
İster merdiven sahanlıklarınızda
Kalorifer dairesinden gelen linyit kokusu,
Hepsinden daha kuvvetli ve etkilidir dokusu
355 - İçinize işleyen “alaturka”nın. Küçük yaşta içirilir
yavaşça
Derinin altına (çiçek aşısı gibi). Arkadaşça
Sokulur okşayarak,
“Sine-i sûzânımı” eder helak.
Pek tesiri duyulmasa da gündüz
360 - (Çünkü o saatlerde ya kahvede vakit öldürürüz,
Ya da paydos zilini bekleriz dairede)
Saat beş oldu mu, bin altı yüz kırk sekiz metrede
Ve bilmem kaç kilosikılda başladı mı yayına Türkiye
Postaları,
Yatağında zevkle inletir hastaları
365 - Hemen fasıl heyeti,
Duyulur dört bucağında yurdun. Akşam nöbeti
Tutan sınırdaki erden,
İki kere mars oldu üst üste diye, terden
Pantalonu iskemleye yapışan pişpirik İsmail’e kadar
370 - Herkesin ciğerine mikroplu havayla birlikte dolar.
Sırtı hafif kamburlaşmış ve dar göğüslü
Tamburlardan yavaşça yayılır havaya, akşamüstü.
Efendiyi ve uşağı birlikte mesteden
Makamdan makama ve besteden
375 -  Besteye geçerekten
“Tek tek ataraktan, bâde süzerekten”
“Çıkmam Allah etmesin meyhaneden”
Çıkmam kokusuyla alaturkasıyla beni kahreden
İçki Evinden, ölmeden önce.
380 - Bence
Alyuvarlar, akyuvarlar, bir de alaturkadan mürekkeptir
kanımız.’
Dinlerken sıkılsa da canımız,
Nasıl bir şeydir (acaba güzel midir?)
Kim bilir.
385-  Benim kanıma giren başka bir sanat:
Darülbedayi’de tuluat.
(Taşırım bugün de izlerini.)
Annem, ölü doğurduktan sonra ikizlerini,
Bana gebe kaldığının yedinci ayında,
390 -Tepebaşı’nda, tiyatronun salaş sarayında
(Darülbedayi’de) Hâzım’ın “Lüküs Hayat” oyununda,
O kadar gülmüş o kadar gülmüş ki, sonunda
Korkmuş, bir şey olacak diye karnındaki Selim.
Oysa Selim, bildiğiniz gibi, elim
395 - Olmak isterken gülünç oldu bu sayede.
Büyük bir inhiraf oldu gâyede.

Tutunamayanlar / Oğuz Atay