.

.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

24 Mar 2014

Bir şeyi ilk defa sever gibi bir başka sevmeyi



bir şeyi ilk defa sever gibi
ayın tutulduğu her yerde ilk ay tutulması belki
içime bir bıçak ilk kez, kan nasıl da ılık
nasıl sorardım –
ayaklarım arzan bıçak gibi delerken küreyi

bir şeyi ilk defa sever gibi
gözçukurumda ilk kitabı görmenin mürekkep izleri
Neil Armstrong’un ayak izleri bilinemezlerimizi ezerken
bilincimizi ezerken bildiklerimiz
ağır yaralı bir tetiğin akla doğru sessiz bir yolu katedişi

bir şeyi ilk defa sever gibi
uzun kahve, koyu çiğ, ince damla, bir mucize kesinliği
artık bir söz bir sözü saracak kadar yakın
ve artık uçurum mutlak
bir ses bir sesi, çocuk unicorn’u, rüya ölümlü gerçeği

bir şeyi ilk defa sever gibi,
tanrısızlığın kandil geceleri, yanık levhaların tarihi
gözlerin gizli, parmakuçlarında topluiğne aşkları –sırça ölüm–
anısız bir öpüşme
her tarafı sünnet bir Asyalı nasıl ezer vişneçürüğü çimenleri

bir şeyi ilk defa sever gibi
ilk defa sever gibi diri meme uçlarını, taze dilini, yoğun tenini
arzın patlayacağı fikrini sever gibi serin ve kanlı bir histe
kurşunun kâğıda dokunduğu ânı
bir başka sevmeyi sever gibi şaşkın; aşkın el tutuşma saatleri

 

Kimsenin renkleri gördüğü yoktu.



Ne zamandı, kimseler tam bilmiyor, ama toprağın üstlerine ince bir torba geçirilmişti. Göğün hemen altında serilmiş, sınırlardaki son ağaçların kalın köklerine sıkıca kıstırılmıştı. Seyrek dokulu, nerdeyse saydam bir bir örtüydü, dışarının görülürlüğünü kısıtlamıyordu, çağdaştı, uygardı, ne var ki ona değip süzülen ışıkta, bütün renkler bulanıklaşıyor, parlaklıklarını yitiriyor, sonunda tek düze bir bozlukta, tiz bir alacakaranlıkta donuyordu. İnsanların yüreklerinin daralması, boğazlarının sık sık düğümlenmesi bu yüzdendi.

Dışarda kalan gökyüzü, belki yine masmavi, güneşliydi. Eskiden olduğu gibi. Bir yerlerde çingeneler, eski çağlardan bu yana yaptıkları gibi, alacalı çergilerini kentten kente taşıyorlardı.

Kadınlar, parlak yeşiller, derin maviler, kayısılar sürünüyorlardı yine.

Belki çocukların resim defterlerindeki uzak adalar yine uçuk mordu, güneş yine kocaman ve turuncuydu, çayırlar yine al gelinciklerle doluydu.

Sokaklarda plastik eşya satıcıları -rüzgar cambazları- arabalarına ustaca yerleştirdikleri oynak kovaları, bidonları, boy boy tasları, tel sepetleri, renkli topları, savrulan fırdöndüleri yokuşlardan iniyor, yokuşlar aşıyor, kentlerin, kasabaların kuytularına bir uçurtmanın renklerini püskürtüyorlardı.

Kimsenin renkleri gördüğü yoktu.

Günışığında ya da geceyarısı, sokaklara uğrayıp soluk almaya çalışanlar, paçaları, etekleri çamurlara bulanmış asık yüzlü insanlar, eskimiş dış görünüşleri, boşalmış yürekleriyle bir zaman kendilerinin olan yorgun kalıplarını güçlükle sürüklüyorlardı.

Akşamları, iş dönüşü, erkekler, yumruk beresi morunda ezik laleler, ölü dudağı kızılından kuzgun kılıçları, camgöbeği aşılarla renk değişimine uğramış kağıtımsı karanfiller götürüyorlardı sevdiklerine. Bitimsiz, alacakaranlıkta, çiçek sanıyorlardı ellerindeki yükü.

Pencerelerde onları bekleyenler oluyordu o saatte. Okul dönüşleri, kızlarını oğlanlarını bekleyen analar, geç saatlerde bu nöbeti babalara devrediyorlardı. O arada, balkonlarda, pencerelerde suskun duruyor, birbirleriyle konuşmaktan bile kaçınıyorlardı.

Çünkü alanların duvarlarında, geçitlerde, köprülerde, apartman aralıklarında, taraçalarda, bahçelerde, ağaçlıklarda, otellerin girişlerinde, fabrikalarda, aydınlık yazıhanelerde, tozlu devlet kurumlarında kol geziyordu ölüm. Yazılı ölümle gerçek ölüm, gündüz-gece nöbetini bölüşmüşlerdi. Yüzleri ve kimlikleri belirsizdi.

Kentlerde kimseler birbirini tanımıyordu. O güne kadar tanımayı pek düşünmemişlerdi, ama artık önemliydi; tanınmayanlar kuşkuyla süzülüyordu. Bıyıktan, saçın taranış biçiminden, kısalığından ya da uzunluğundan, giyiniş özelliklerinden, bir düşmanlık, bir dostluk belirtisi çıkarılmaya çalışılıyordu. Her yerde; dolmuş motorlarında, arabalarda, kamyonlarda, otobüslerde, uçaklarda.

Raylara gelişigüzel atılmış bir pamuk paketi, apartman aralığına bırakılmış bir gazete tomarı, biraz sonra patlayacak bir bombayı anımsatıyordu. Yıllardır cepleri ısıtan sigara paketlerinde kötü belirtgeler, eski söylenceler aranıyordu: kurt kulakları, gamalı haçlar, orak çekiçler.

Kentleri, kimliği belirsiz kişiler tuttuğundan başka hiçbirşey bilinmiyordu artık. Fısıltıların, söylentilerinin, haberlerin gerdiği kalın umutsuzluk ağından korkanlar(birileri gidiyor, dönmüyordu; birileri ölüyor, bulunmuyordu), don vurmasından korkan ser çiçeklerinin telaşıyla, kendilerine düşen bölümüyle yetinmeyip torbaya sıkı sıkı yapışıyor, onu çekiştirip duruyorlardı. Ne de olsa çağdaş bir torbaydı bu, güneşin kızgın ışınlarını, bir süredir gökten yağan çamuru ince bir elekten geçiriyor, daha damıtık bir çamur, daha incelmiş bir ışın sunuyordu.

Torbanın böyle iyice gerilmesinden pek ürkmeyenler de vardı. Yaşananların gerçek yaşama uymadığına, hiçbir zaman uymayacağına inanlarlar. Dokusu ve boyutları çağdan çağa değişse de özü hep aynı kalan bu torbanın patlaması sonucunda renklerin eski parlaklığına, seslerin eski tınılarına kavuşacağına inananlar.

Gelgelelim, torbanın etkisiyle düşünceler de çarpılıyordu bir süre sonra. Torbanın, uyuza, sıtmaya, tifoya, uzak illerde koleraya, büyük kentlerde kalp yetmezliğine yol açtığı söyleniyordu. Damarları sertleştiriyormuş, yürekleri çürütüyormuş, gerçekleri silip yerine yanılsamalar yerleştiriyormuş. Ortaçağların ilkel hastalıklarıyla, salgınlarıyla, yeni çağların kanserini el ele çalıştıracak güçteymiş. Deniliyordu. Korkuluyordu.

Belki de o yüzden havada asılı kalıyordu sözcükler, bir yere ulaşmadan yok oluyordu.

Sabahları yataktan kolay kalkılamıyor, akşamları sofralarda uzun süre oturulamıyordu. Bir gazete haberi, bir fotoğraf, yaşamayı haksız kılmaya yetiyordu.

Sevişmenin sonunda, büyük can boşluğuna düşmeden önce kalakalıyordu sevgililer.

Anaların çocuklarını okşayan ellerinde korku okunuyordu.

Kimse, bir gün sonrayı bilemiyordu.

Öldürlenler, pusuya düşürülenler, kaçırılanlar, kan davası güdenler, soyanlarla soyulanlar ve bekçilerle veznedarlar, basılı kağıda geçtikten hemen sonra gerçekliklerini yitiriyorlardı. Yaşanılan acılar, büyük bir hızla simgesel acılara, okunulan, düşünülen, yazılan acılara dönüşüyordu. Toplu bir sanrı gibiydi, olamazdı, bir sürçmeydi sanki. (Şu öykü bir başka şeyin simgesiydi sözgelimi, masal mıydı neydi? Öylesine kaçılıyordu.)

En sonunda, iletilmeyen sözcüklerin küfünden, akan kanlardan, yıllardır dışarı sızdırılmayan işkence çığlıklarından, duvarlardaki aşı boyası yazılardan bir salgın yayıldı kente. Çamur yağdı, pusu koyulaştırdı.

Derken, güneş açtı bir gün.

Çamur birikintilerini kuruttu, renklere canlılık, yüreklere açıklık bağışladı.

Tutuklu, iki jandarmanın arasında yürüyordu. Elleri kelepçeliydi.Solmuş bir kot pantolon vardı üstünde. Ayaklarında çamurlu çizmeler. Kemerinden taşan adamlı gömleğiyle fanilası, alelacele hazırlandığı, bu yolculuğa birden bire çıktığı izlenimini uyandırıyordu.

Dalgındı, ama her gün geçerken tökezlediği bu taşları bozuk yolda, bugün özellikle tökezlememeye çalıştığı belliydi. Gerçeği gözleriyle görmesine az kalmıştı. On-onbeş metre sonra jandarma kışlasına varacaklardı. Tutuklu, kendisine bağışlanan bu kısacık sürede, gerçekle yüz yüze geliş denen o kutlu olayı, kendi değerlerine tıpatıp uyan bir törenle kutlamaya hazırlıyordu içini.

Az kalmıştı.

Şu duvarlara, epeski yıkıntılara, saraylara, ağaçlara baktıkça. Devraldıklarının, yaşadıklarının ve geleceğe aktardıklarının ödentisini vermeye hazır birinin cömertliğiyle yürüdükçe.

Adımlarını kesinliğe, kaçınılmazlığa doğru ilerledikçe. Önünde korku uçurumları açılmıyor değildi. Ama her uçurumu her atlayışında o adamının anlamını daha iyi kavrıyordu.

Kimler geçmemişti ki buralardan?

Buralardan çürük kokusu alınan kıyıdaki şu hareli deniz, şu günlük yaşama karışmış görünen deniz, ne cesetler sürüyüp götürmüş, kuyulardan, zindanlardan gizlice atılmış ne ölümleri kendine katmış, tortulanmış, ağır ağır akmaya alışmıştı. Yüzyıllardır.

Beş-on adım kalmıştı.

Tutuklu, yüreğinin bir yanıyla geriye, tepelerde, bir yokuşun başında bıraktığı evine koştu:

"Yeterince para var mı acaba?"

"Kimden borç alabilir?"

"Çamaşırlarımı ne zaman değiştirmişim?"

O, sessizce sorduğu sorularınyanıtlarını arayadursun, biraz sonra demir bir kapı, bu güneşli günü, yıkıntılar, ahşap evler, eski çınarlar, konak yavruları ve saraylarla dolu bu yolu ve taşlaradn yükselen buğuyu, kara bir leke gibi örtüverecekti.

Sağındaki jandarmadan bir cigara istedi o zaman. Jandarma, çocuk yüzlü, genç irisi bir delikanlıydı. Neler düşündüğünü kimse bilmiyor; belki yalnızca tutukluyla birlikte yürüdüğü bu yolu düşünmüştü. Ama hayır demedi, yaktığı cigarayı tutuklunun dudakları arasına sıkıştırdı.

Tutuklu, geniş, doyurucu dumanı tutkuyla içine çekti, tam kapıdan girecekken bir daha döndü güne doğru.

Bir otobüs geçiyordu.

Cam kenarında, babasının kucağında oturan oğlan, o kısa geçiş anında, kendisini görmeyen tutukluyu gördü, zaten biraz önce yol tıkandığında başlamıştı onu izlemeye. Çocuğun yüzünde sağır-dilsizlere özgü o uysal, anlamsız iyilik. Ağzı yarı aralık. Anlamlı bir sözcüğü söktüğü ilk günden bu yana kimseye soru sormasına izin verilmediği, hiçbir soruyla karşılaşmadığı için olağan sayılabilir suskunluğu.

Otobüs sarsıldıkça, durup durup ilerledikçe, çocuk abartılmış bir biçimde sallanıyor, babasını gizliden tedirgin etmenin tadını paylaşmak için anasına bir göz atıyordu.

Yanıbaşında uyuklayan anası, bu yaşama hilelerini unutmuş gibiydi. Başını yana eğmişti, yüzü görünmüyordu. Kınalı, şişkin, iş gören parmaklarını öndeki koltuğun demirine geçirmiş, uykuya tutunmuştu sıkı sıkı.Uyandırılamazdı.

Baba, her sarsıntıda, her duruşta, her kalkışta, ellerini beceriksizce oğlunun omuz başlarında gezdiriyordu. Okşamaya değil, tespih çekmeye alışkındı parmakları. Gözleri, dalgın bir saldırganlıkla ötelere, dışarıya bakıyordu. Çember sakallıydı, ön dişlerinden biri çürüktü, yaşı belli değildi. Doğduğu gün, bu yaştaydı sanki.

Oğlunu okşarken, kendisine atalarının devrettiği çok gizli bir sözleşmenin koşullarını yerine getiriyordu. Yine de tetikteydi.

Otobüsün yolcuları, içlerinden konuşmayı sürdürüyorlardı.

Fötr şapkalı, elleri karaciğer lekeleriyle kaplı bir işadamı:

-Anarşistin biri olmalı, dedi içinden, tutukluyu görünce.

Taşıdığı kitaplara renkli bir karak geçirmiş üniversiteli:

-Evinde yasak kitap bulmuşlardır garanti, dedi içinden. Sonra, fötr şapkalıyı öfkeyle süzdü. Fötrlünün yüzündeki hıncı okuyan ana:

-Yazık, dedi, çok da genç.

Ama bunları içinden söylediğinden, üniversiteliyi mi, tutukluyu mu demek istediği anlaşılmadı.

İzninin tadını çıkarmaya çalışan er, en arkada, geniş pencerelerden izliyordu kenti, geri geri giderek.

-Belki de asker kaçağıdır, dedi, burası jandarma kışlası.


Tutuklu, tam o sırada kışlanın kapısından giriyordu. Döndü, derin, doyurucu dumanı tutkuyla içine çekti.

-Ağabeye bak! diye haykırdı çocuk ansızın.

Otobüstekiler, bir yerde bir bomba patlamışçasına yerlerinden fırladılar. Sessizlik bozulmuştu.

Baba, yaşadığı onca yılın kirini tırnaklarında barındıran kıllı ellerini oğlunun yüzüne indirdi.Ceketinden tutup silkeledi onu. Sonra karanlık kollarının arasına kıstırdı.

Babayla oğul arasındaki tek bağı oluşturan ceket, o anda açığa çıktı. Aynı kumaştandı. Pantolonu artık eskimiş, bez edilmiş, unutulmuş bir ceketti. Babanın ceketinin kumaşından artırılıp oğluna dikilmiş, uydurma bir ceketti. Ama dokusu seyrelmişti artık. eski koyuluğu kalmamıştı.



Tomris Uyar / Yürekte Bukağı

17 Mar 2014

Görülmemiştir.


Yanlızlığını biliyorum.
Yorgunluğunu, yakıcı susuzluğunu, yay gibi gerilmiş bir bedenin kasılmalarını, titremelerini, dişlerini birbirine kenetlemiş ızdırabı... O yabanıl, yabancı, yırtıcı acıyı... Her yönden kuşatan, her an saldıran, kabarıp taşan, önüne çıkan herşeyi yutan o korkunç... “Bedensel acı” dedikleri, ama onu sığdırmaya calışan tüm kavramları birer zarmışçasına parçalayan hantal bıçak! Boğuk boğuk hecelerle dile getirir kendini o, tenha ve tekinsiz cümleler kurar. Gecenin yolları kadar ıssız, uzun bir cümlenin orta yerinde bırakıverir sözcükleri... Yitip giden yollarında kanın, geri—dönüşsüz, girdaplı.

Terk edilmiş, ikiye ayrılmış bir kabuğa benzeyen bedeninin kendi kendine gerçekleştirdiği tuhaf, vakitsiz, son bir çiçeklenme. İçerideki, en içerideki bir yarılmanın yıllar sonra yüzeye vurmuş belirtisi belki. Bir zamanlar adeta sahip olduğun bu beden, mutlak ve bulanık sınırları varoluşunun, anbean daralan... Vargücüyle direniyor, karşı duruyor, derinlere saklıyor kemiklerini, sırları gibi. Kuytularında saklıyor kaybettiği, kaybedeceği herşeyi... Kapanmayan bir yara, kabuk kabuk susuyor.

 Duvarla duvar, geceyle gece arasında, korkunç sınırlarında bedenin... Bir zamanlar adeta sen olan bu beden, şimdi çamura bulanmış bir savaş alanı, canlıyla cansızın birlikte çürüdüğü... Tek varoluşun, son ülken, sessizce çiçeklerini büyütüyor. Burada düğümleniyor zamanlar, geçmişle gelecek iç içe geçiyor, yaşanmışla hiç yaşanmamış... Burada başlıyor daha ıssız yollar, daha uzun sürgünler, her yol sanki bir yıldıza açılıyor, sessizliğe doğru akıyor bütün sözcükler, burada, senin gözlerinde sonlanıyor.


                    

13 Mar 2014

Öteki Metinler II



16. ‘Bir sabah uyandığımda,’’ diye anlatmıştı bir gün, ‘’dünyada yapayalnız kalmışım gibi bir duygu içinde buldum kendimi. Hoş gibiydi bi yandan. Öte yanıyla ise ürkünç.”

17. Bir sabah kalktığımda, yağmur yağıyordu. Kar artıkları vardı setteki evin duvarın dibinde. Birden, insanların, bana haber vermeden, beni çapırmadan çekilip gittiği, topluca bu şehri bıraktığı duygusuna kapıldım. Çoğu arabalarını bırakmıştı. Başka araçlara binip gitmiş olsalar gerekti. Eşya taşıma şirketinin koca kamyonu mavi kapalılığyla başka mahalleye göçecek birinin kapısı önünde kalakalmıştı. Yalnızdım bu koca mahallede. Çıt çıkmadığı için de şehrin öbür taraflarında birileri var mı yok mu karar veremiyorudm. Sonra kedim pencerenin kenarına oturdu. Ben varken onda herhangi bir yalnızlık duygusu oluşmazdı. Benim için de o var yalnız. Çok sonra, uzaklarda bir araba gürültüsü.. Sona kalan mı gidiyordu?

18. Okulda, elmalarla armutları toplayamayacağımızı öğretmişlerdi. Ama yazarla yazarı karşılaştırmağı da okulda öğrettiler. Balıkların hepsini aynı biçimde pişiremeyeceğimizi ise hiç öğretmediler.

19. ‘’Her şey her şeyin, her ad her adın yerini tutabilir’’ çılgınlığı içindeyiz.

20. ‘’Birtakım kurallara uyarak yaşamak çok güzel de, yaşamın yerini kurallara bırakmak, sık işlenmiş bir cinayettir, tarihe bakarsak..’’ demişti bir gün..

21. Her kitabın kendileri için yazıldığını sanan, ısmarladığı halde kendi istediği gibi oılmayan bir malla karşılaşmış şımarık bir adamın sinirlenişini, kırgınlığını gösteren insanlar..

22. Anlaşılan hep kendine uygun düşecek bir ölüm aramış durmuş.

23. Baharın leylak kokusu demek olduğunu unutmuşum. Yüzüme çarpma esintiyle kaç yıllık bir uykudan uyandım ki?

24. Tasarladıklarını gerçekleştirdiklerini söyleyenler düş gücü kıt kişiler olsa gerek. Nesneyle, özdekle karşı karşıya gelmek serüvenini yaşayamıyorlar ya da daha kötüsü, yaşadıklarının farkına varamıyorlar.

25. Arkasında şehri gördüğü zaman kendi yüzü de, bildiğini sandığı yüzü de değişebilir şimdi. ‘gerçek yüzüm mü bu? Yoksa aradığını sonunda bulmuş bir insanın yüzü mü? Sınıyorum, aynadaki benim, evet ama yüz?.. Ölüm burada bulmalı beni herhalde..’’

26. Şehir dekorlarının kımıltısızlığına karşılık, arada bir kımıltı- gürültü- kalabalık, kendini bir film seyrede sanmak: olmayanın yaşanışı.

27. Sevgi, dostluk, arkadaşlık, aşk, adını nasıl koyarsak koyalım, onu bir başka insanlar bir birlik kuruntusuna, düşüne, duygusuna götüren duygu, karşısındakini hep ‘güzelleştirdiği’ için, eşini dostunu, sevgililerini istediği gibi görmekten kurtulması hep bir süre gerektirmiştir diye düşündümdü uzun bir süre. Yanıldığımı anladım bu son zamanlarda. Onları görmüyor değildi. Ama gördüğünü bekletiyordu bu kıyıda. Bu bekletikklerinin sabrını taşırdığı bir gün, onların ‘hata’larının geçici değil yapılrının gereği olduğunu anladığı, daha doğrusu kabul ettiği gün, biriktirdiklerini söylemeye, belli etmeğe başlıyordu. ‘’sabrım yanlış bir tutum,” dedi bir gün, “Yeni anladım. Ama bu huyumdan vazgeçemedim bir türlü. Belki bir bağlılık açlığı demek doğru olur bu tutuma. Soğumak dediğimizde bir tuhaflık yok. Ama bu bağlılık sürecinin yaşanması yerine, düşle düş kırıklığı arasında sürdürülmesi tuhaf, ya da yersiz. Sırası geldiğinde eleştirimi dile getirmeği çok denedim. Eleştirimin dile gelişi, gene de umut kırıklığı sesiyle oluyordu. Asıl yanlış oydu belki. Karşımdakiler bunu kendilerine yönelteilen bir eleştiri olarak değil, benim huysuzluğum olarak dinlediler. Beceremedim. Bir aksaklık karşısında kendi kendini tartmak, pek çok insana en son akla gelecek şey gibi görünüyor.” Kendi ne kadar anlayabiliyordu? Herhangi birimiz, temel haklılığımız bellediğimizalanın dışında kendimizi ne kadar tanırız ki?

28. “Her şeyini”, “bilgi”sini, “öğrendikleri”ni yalnız kendi çabasına borçlu olduğuna inanan kimseler.. Özellkle dehasına fazlaca inananlar birgün, adlı-adsız, dost-düşman, ‘kafadengi’’-ayrıksı nice kişiye ne kadar çok şey borçlu olduklarını anlarlar mı?

29. Başkalarından bir şey öğrenmediğine inanırken, bir kitaptan, birinin bir yazsında rastladığı yol gösterici, ilginç, heycanlandırıcı, yenilik dediği, aykırılık dediği şeyi, başkalarının elinden devraldığını unutanlar..

30. İki şeye taktı son yıllarda: Kendini beğenmediği, kendini kötü gördüğü için kendi gibileri durmadan çekiştiren, yerden yere kendi çevresinin, kendi kültürünün sorunlarını görüp irdeleyecek, gerekirse onlara bir ad, bir san verecek yerde başka kültürlerde ya da moda merkezlerinde oluşturulan düşüncelere, terimlere-kavramlara, Türkiye’nin yaşayan yaşamı uydurmağa çalışan, o kavramlara Türkiye’de bir içerik kazandırmağa uğraşanlar.. Gerçekte kendine bakmasını, kendiyle baışık olmağı istemeyen, sevmeyen, becremeyenler.. Kendini çok beğenir görünmeğe çalışan duygu ya da düşünce sakatlarına..

31. Bir karışım, bir adalar çoğrafyası gibi insanlar tanıdım. Hepimizin yaşamında çelişkiler var. Olması gerekiyor da belki. Ama bir adada varolmayana bir kuralın, hemen komşu adada her şeyi ezmesi- biraz fazla olmuyor mu?

32. Biliyorsun. F.ciğim, önce başkaları gibi olduğumuzu öğrenmemiz gerekir. Daha sonra başkalarına ne kadar benzediğimizi, daha sonra da başkalarına benzeyip benzemediğimizi merak ederiz. Sonunda neden sonra, kendimizi- başkasına benzesek de benzemesek de – kabul etmeyi öğreniriz.

33. Bütün bir ömrün gelip geçen küçüklerinden daha büyük bir son kıyameti bekleyerek geçirilmiş olması ne acı.

34. Kendini pazarlama becerisinden yoksun olanın garip durumu. Alçakgönüllü olmanın anlamının bile yitip gitmesi..

35. Önce insan sonra hayvan, ürün, nesne, kurban eden için bir öteki. Öteki üzerine, ötekinin canı üzerine bir kullanma hakkını böyle kolayca kendinde görebilmek. Kefaret/şükran, kendimizde bu hakkı görme kolaylığı nasıl bir güç-iktidar temeline dayanır ki? Kendimizin bir parçasını verir gibiyiz. Ne tuhaf. Üstelik bir inanca, bir kültüre de özgü kalmıyor; genel tutum(?)

36. Ötekinin bize aykırı gelen bir yanına takılıp onunla uğraşmaktan vazgeçtiğimiz zaman onun o yanını kendi özelliği olarak görüp öğreniriz. Dolayısıyla bize aykırılığını tanırız, onun ayrılığını biliriz, kabul etmek zorunda kalırız.

37. Herkes kendi yapacağını yapar. Kimse kimseye ne yapacağını söylemeye kalkmasın. Bütün yaşamlar bir araya gelince bizim bilebilceğimiz dünya olur.

38. Sanat o zaman, her şeyden önce bir tutum işiydi. Bir yenilik işiydi. Çerden çöpten de olsa çıkardı.

39. Anılar ne işe yarar?

10 Mar 2014

3 Mayıs 1905


Neden ve sonucun düzensiz olduğu bir dünya düsünün. Bazen biri önce geliyor, bazen öteki. Ya da belki neden hep geçmiste kalıyor, sonuç hep gelecekte ama, geçmisle gelecek birbirinin içine geçmis. Bundersterrasse yamaçlarında çarpıcı bir manzara vardır: Asağıda Aare ırmağı, yukarı bakınca da Bern Alpleri görülür. İste tam arada su anda bir adam duruyor. Dalgın dalgın, ceplerini bosaltıyor, bir taraftan da ağlıyor. Arkadasları hiçbir neden yokken onu terk etmis. Kimse aramıyor artık, kimse bulusup aksam yemeğine ya da bira içmeye gitmiyor. Evine de çağırmıyor artık kimse. Tam yirmi yıl boyunca arkadasları için ideal bir arkadas olmustu. Cömert, ilgili, yumusak, sevecen. Peki, ne olmus olabilir ki? Tam bir hafta sonra, aynı adam aynı yerde keçi gibi inatçı biri olmustu. Pis giysiler içinde, herkesi asağılayan, kimseyi Laupenstrasse'deki evine sokmayan, para canlısı bir adam olup çıkmıstı.

Peki simdi hangisi neden, hangisi sonuç. Hangisi geçmis, hangisi gelecek?

Zürih'te Meclis tarafından katı yasalar yürürlüğe kondu. Halka silah satısı yasaklandı. Bankalar ve ticarethaneler denetime tabi tutuldu. Zürih'e gelen herkes, ister Lim-mat ırmağı üzerinden gemiyle, ister Selnau hattı üzerinden trenle gelsinler, üzerleri aranarak kaçak mal tasıyıp tasımadıkları denetlenecekti. Kolluk güçleri iki kat artırıldı. Sıkı tedbirlerden bir ay sonra Zürih tarihinin en büyük siddet olaylarıyla'sarsılmaya basladı. İnsanlar, güpegündüz We-inplatz'da soyuldular. Kunsthaus'tan resimler çalındı; Münsterhof un kilise sıralarında aleni içki içilir oldu. Bu suçlar zamanda yanlıs mı yer almıslardı?

Yoksa yeni yasalar bir tepki değil de bir etki miydi?

Botanisher Garten'de bir çesmenin yanında genç bir kadın oturuyor. Her Pazar beyaz leylakları, misk güllerini, pembe sebboyları koklamaya buraya geliyor. Birden, kadının kalbi sıkısıyor, yüzü kızarıyor, sinirli sinirli yürüyüp gidiyor. Hiçbir sey mutlu etmiyor onu. Günler sonra genç bir adama rastlayıp âsık oluyar. Bu iki olay bağlantılı değil mi? Ama hangi acayip iliskiyle, zamandaki hangi tersine dönüsle, hangi ters mantıkla?

Bu nedensel olmayan dünyada bilimkisilerinin eli kolu bağlı. Öngörüleri ardılgörüye, esitlikleri ispata, mantıkları mantıksızlığa dönüsüyor. Bilimkisileri çaresiz kalıyor, kumar oynamaktan bir türlü geri duramayan kumarbazlar gibi homurdanıp duruyorlar. Bilim adamları rasyonel oldukları için değil, dünya irasyonel olduğu için maskara oluyorlar. Ya da kim bilir, kozmos irrasyonel olduğu için değil de bilimkisileri rasyonel oldukları için. Nedensel olmayan bir dünyada, neyin ne olduğunu kim söyleyebilir ki?

Bu dünyada sanatçılar keyifli. Önceden kestirilemez-lik, resimlerine, bestelerine, romanlarına hayat
veriyor. Öngörülemeyen olayların, açıklanamayan durumların tadını çıkarıyorlar. İnsanların çoğu nasıl anlık yasayacaklarını öğrenmisler. Su öne sürülüyor: Geçmisin gelecek üzerinde belirgin bir etkisi yoksa, geçmis üzerinde durmaya ne gerek var. Ve eğer simdiki zaman, gelecek üzerine pek az etki yapabiliyorsa, su anki eylemler yaratacağı sonuçlar açısından değerlendirilmemeli. Tam tersine, her eylem, tek basına değerlendirilecek bir zaman adacığıdır. Aileler, ölüme yaklasmıs amcalarını, miras nedeniyle değil de onu o anda sevdikleri için rahat ettiriyorlar. Çalısanlar, güzel özgeçmisleri nedeniyle değil görüsmede göz doldurdukları için ise alınıyorlar. Patronları tarafından ezilen sekreterler, gelecek korkusu olmaksızın her onur kırıcı davranısa karsı çıkıyorlar. Bu bir dürtü dünyası. Bir samimiyet dünyası. Söylenen her sözün, yalnızca o an için geçerli olduğu, her bakısın yalnızca tek anlamı olduğu; hiçbir dokunusun ne geçmisi ne de geleceğinin bulunmadığı; her öpücüğün o anın öpücüğü olduğu bir dünya.

Alan Lightman / Einstein'in Düsleri

6 Ekim




Fazla aylak aylak gezmek olmasın diye, saat dörde doğru çıkıyorum, niyetim, saat beş buçukta Nadja'yla buluşacağım "La Nouvelle France"a yaya gitmek. Bir süre yolumu Opéra'ya kadar bulvarlardan yana uzatıyorum, kısa bir alışveriş yapacağım orada. Her zamankinin aksine, Chaussée-d'Antin sokağının sağ kaldırımını izlemeyi tercih ediyorum. Karşımda görmeye hazırlandığım ilk kadın yayalardan biri de, ilk günkü görünümüyle Nadja. Sanki beni görmek istemezmişçesine ilerliyor. İlk günkü gibi onunla birlikte geldiğim yola gerisin geri dönüyorum. Bu sokakta bulunuşunun açıklamasını yapmakta oldukça zorlanıyor ve daha uzun soruları başından savmak için, Hollanda şekerlemeleri aramakta olduğunu söylüyor. Düşünmeksizin tekrar geri dönüyoruz, karşımıza çıkan ilk kahveye giriyoruz. Nadja mesafeli duruyor bana, kuşkucu bile görünüyor hatta. Gene aynı kuşkunun sonucu, şapkamı ters çeviriyor, iç kısmındaki ismimin baş harflerini okumak istediği besbelli, oysa o iddia ediyor, kimi insanların milliyetlerini, onlar farkına varmadan belirleyebiliyor böylelikle. Niyetinin, anlaştığımız gibi, buluşmaya gelmeyip beni atlatmak olduğunu itiraf ediyor. Karşılaştığımda görüyorum ki kendisine ödünç verdiğim, Yitik Adımlar kitabı elinde. Kitap şimdi masanın üzerinde duruyor ve yandan baktığım zaman sadece birkaç sayfasının açılmış olduğunu fark ediyorum. Dur hele: "Yeni düşünce" başlıklı makalenin bulunduğu sayfalar bunlar, bu yazıda da, günün birinde birkaç dakika arayla, Louis Aragon, André Derain ve benim çarpıcı bir karşılaşma yaptığımızdan söz ediliyor zaten. Bu durumda her birimizin gösterdiği kararsızlık, birkaç saniye sonra aynı masada neyin nesi bir işle karşı karşıya bulunduğumuzu anlama endişesi, Aragon'la beni, bir kaldırımdan diğerine giderek yoldan gelen geçene sorular soran, çekici, hoş bir genç kadın kisvesi altındaki bu gerçek sfenksin bize göründüğü noktalara çeken dayanılmaz davet, önce birimizin sonra diğerimizin canını bağışlamış olan bu sfenks, bizi bu noktaların arasını bin bir nazla birleştirebilecek tüm hatlar boyunca koşturan bu kovalamacanın sonuçsuz kalması -kovalamaca sırasında geçen zamanın ise kovalamacayı da umutsuz kılması- Nadja hemen bütün bunlara yönelivermişti işte... Bu günün küçük olaylarının öyküsünün bana fazla bir yoruma değmezmiş gibi gelmesi nedeniyle şaşkın ve hayal kırıklığı içindeydi. Ona o haliyle atfettiğim gerçek anlamı açıklamam için sıkıştırmıştı beni, yazıyı yayınlamış olduğuma göre ona atfettiğim nesnellik derecesi yüzünden de... Hiçbir şey bilmiyorum diye yanıtlayacaktım, böylesine bir alanda sırf teşhis etme hakkı bile bana sakıncasız bir işmiş gibi geliyordu. Bu güveni kötüye kullanmanın, eğer bir güveni kötüye kullanma söz konusu idiyse tabii, ilk kurbanı bendim, ancak açıkça görüyorum ki ödeşmeye hiç de niyeti yoktu, bakışlarında önce bir sabırsızlık sonra da bir acı okudum. Acaba yalan söylediğimi mi düşünüyordu: Aramızda büyük bir tedirginlik, bir sıkılganlık dolaşmaya başlamıştı. Eve dönmekten söz açınca kendisini bırakmayı teklif ettim. Şoföre Théâtre des Arts'ın adresini verdi, oturduğu evin iki adım ötesiydi burası. Yolda sessizce, uzun uzun yüzümü inceledi. Sonra gözleri, sanki karşısına uzun zamandır görmediği bir insan çıkmış ya da onu tekrar görmeyi beklemiyormuş da, ona "Gözlerine inanmadığını" anlatmak istermiş gibi büyük bir çabuklukla açılıp kapandı. Sanki içinde bir mücadele sürüp gidiyordu ama birdenbire iyice bıraktı kendini, gözlerini iyice yumdu, dudaklarını sundu... Şimdi de üzerindeki güçlü etkimden, kendisini düşünmeye sevk etme yeteneğimden ve bir de her istediğimi yapmak, hatta belki de istediğimi sandığımdan da fazlasını yapma yeteneğimden söz ediyordu. Böyle söylemekle, kendisine karşı herhangi bir teşebbüste bulunmamamı diliyordu. Beni tanımadan çok öncelerinden bile, kendisini, içini okuyacak denli bilip tanıdığımı sanıyordu. "Çözünür balık"ın sonundaki diyaloglu kısa bir sahne, ki, manifestodan sadece bunu okuduğu anlaşılıyordu -zaten bu sahneye hiçbir zaman kesin bir anlam verememiştim, konuşan kişiler de bana öylesine yabancı, kıpır kıpır kıpırdamaları, mümkün olan en yorumlanmayacak cinstendi ki, sanki bir kum dalgasıyla atılıp geri çekilmiş gibiydiler- Bütün bunlar ona, bu olaya gerçekten de katıldığı ve rollerin en az karanlığı olan Hélène* rolünü oynadığı izlenimini vermekteydi.

* Solange adı nasıl her zaman beni kendine hayran bırakmışsa, bu ad da bana hep sıkıntı vermiş ve yavan görünmüştür, üstelik bu adı taşıyan şahsen hiçbir kadın da tanımamışımdır. Bununla birlikte Usines Sokağı no 3'teki, hakkımda hiç yanılmamış olan falcı madam Sacco, o yılın başında, aklımın fikrimin "Hélène" diye birinde olduğuna inandırmıştı beni. Acaba birkaç zaman önce, Hélène Smith'le ilgili her şeye aşırı derecede ilgi duymamın nedeni de bu muydu? Buradan çıkarılacak sonuç, şu çok yakınlarda, bir rüyada birbirine alabildiğine uzak iki imgenin birbiriyle kaynaşması cinsinden bir sonuç olacaktır. "Hélène benim," diyordu Nadja.

Nadja / Andre Breton

9 Mar 2014

Gözleri aydınlıkta bozulur kendileri gibi olanlardan nefret ederler




hep kuşkuluydu her zaman kötü birşeylerin olmasını bekliyordu sonu gelmez benim gibiler için hiçbir şeyin sonu iyi gelmez diyordu açık hava dokunur onlara serin nemli ve güneşsiz yerleri severler kendi kafalarının etiyle beslenirler gözleri aydınlıkta bozulur kendileri gibi olanlardan nefret ederler onları gördükleri yerde kuyruklarıyla sokarlar sonra pis pis gülerler gene de hep birlikte yaşarlar aynı kaba işerler gündüzleri uyuyup geceleri sokağa çıkarlar içki kokusuna burunları hassastır fazla üremelerine engel olmak için ortalıkta içki bırakmamalıdır bir tanesi böyle bir koku duyarsa hep birlikte oraya üşüşürler yapıştıkları yerden artık söküp atmak imkânsız olur onları artık çok geç kalınmıştır sözden anlamazlar hakaretten anlamazlar halden anlamazlar fazla yüz vermeye gelmez okşayan eli ısırırlar kabukları bir bakıma çok kalın bir bakıma çok incedir kalınlığı ortama göre değişir zehirlerinin etkisi uzun süre geçmez korunmak için hemen açık havaya çıkmalıdır bir de düzenli yaşamalıdır yıllar sonra etkisi görülen zehirlere sahip olanları da vardır aralarında derdi canım Selim derdim bu belki senin çevrendekilerin tarifi senin değil zavallı çocuk derdi anlamıyorsun güneş girmeyen eve bizler gireriz benim gibi görünüşü zararsız olanları da vardır asıl onlar tehlikelidir insanı kalbinden sokarlar elimi ısırırdı birden ben bağırınca gülerek Frankeştayn Kurt Adamı zehirledi diye bağırırdı bana senden başka kimse dayanamaz sen de dayanamazsın önümde eğilirdi sensin ümidi bütün karanlıkların bütün yaralı Donkişotların yeraltında yaşayanların ve ecinni tayfasının kaptanı sensin karanlıkta birbirlerine çarpanların sebepsiz gülenlerin sebepsiz ağlayanların acıyla dudaklarını kemirenlerin birbirinin suratına bardak fırlatanların sensin Floransnaytingeyli ey karanlıklar kuşu biraz da bizim için öt arkadaşlarının tavırlarını takınarak beni korkuturdu neden onlarla görüşüyorsun Selim’im derdim insanı bırakmazlar kanına girerler beni de ısırdılar bir kere bu nedenle her gece ay doğunca her yanımı kıllar kaplıyor dişlerim uzuyor ve pencerenin üzerine çıkarak oradan yapma Selim derdim bırak beni canım Selim bu hayalet tarifine hiç uymuyordu korkutucu arkadaşlarına hiç benzemiyordu onları tanıyor muydunuz Turgut hayır ben de tanımıyordum tanımak istemiyordum Selim’in üstüne çökerek her biri ayrı bir tarafa sürüklemek istiyordu onun iyi niyetini ülkücü tutumunu anlamadığım yanlış yollarda kullanmaya çalışıyorlardı Selim de onların etkisiyle benim bu anlayışsızlığımı bilgisizliğime ve kadınlık içgüdülerime ve küçük burjuvalığıma ve tutuculuğuma veriyordu ben ortalıkta kötü birşeyler olduğunu seziyordum herkesin birbirini kötülediği birbirinin suratına ve arkasından nefretini haykırdığı bir ortamda bunaltıyorlardı onu kime inanacağını bilmiyordu bilemiyordu ona da saldırıyorlardı bu bir cehennemdi içindekilerin farketmediği yakıcı bir hayattı birşeylere kin duyuyorlardı anlayamıyordum Selim için korkuyordum arkadaşlarının iyiye güzele duydukları arzuya inanmıyordum herkesin birbirine gerçek bir saygı duyacağı toplumu özlemelerini yadırgıyordum birbirlerine saygıları yoktu kinle gülüyorlar en yakın dostlarının kurmaya çalıştıkları bütün iç ve dış düzenleri öfkeyle yıkmaya çalışıyorlardı Selim kızıyordu bunları söylediğim zaman onlara dokunulmasına izin vermiyordu benim aklım ermezdi düzenin ancak böyle yıkılacağını anlayamazdım bütün kötülüklerin düzende olduğunu görmek için belirli bir eğitim gerekiyordu benimle bu konuda konuşmak istemiyordu ona beni kötülüyorlardı tanımadan genellikle kötülüyorlardı karşılık veremiyordu onlara içine düştüğü çıkmazda çırpınıyordu benden ayrılmayı bile düşünüyordu bu yolun sonu tehlikeliydi bana da tehlikeyi bulaştırmak istemiyordu onu da sevmiyorlardı hor görüyorlardı bir gece bir arkadaşı çok sarhoş olduğu bir sırada senin ne işin var aramızda diye çatmış Selim’e ne arıyorsun bizim gibilerin arasında hepimizi ezen yaşatmayan ağırlıklar var onlara isyan ediyoruz seni ezen ne var seni aramıza hangi kuvvet sürükledi hangi dış etken buraya itti seni senin ezilmişliğini çarpılmışlığını anlamıyorum boş yere sürükleniyorsun bizimle sen aslında yumuşak çatışmasız çelişmesiz bir şeysin ağlamış masaları yumruklamış sen bizden değilsin bizi hor görüyorsun şimdi benden iğreniyorsun diye haykırmış pencereden kusmuş beni bırakma bende kal gitmeyeceksin değil mi beni bırakmayacaksın değil mi diye yalvarmış annesinden nefret ediyormuş bütün bu insanların arasında ne işim var benim diyordu bütün bu insanların içinde ne işin var senin diyordum peki Günseli bırakıyorum hepsini bütün bu karışıklıktan çıkıyorum istifa ediyorum kutu gibi bir eve yerleşiyoruz seninle kendi yağımızla kavruluyoruz tencerenin dibini tutmadan pişiyoruz kendi zevkimize göre döşüyoruz her tarafı tavana kadar aplikler dört bir yanı sarıyor tavandan sarkan lamba tam yemek masasının üstüne isabet ediyor kendi başımızın çaresine bakıyoruz kendi bacağımızdan asılıyoruz yatak odasına güllü perdeler asıyoruz ben çarşıdan patlıcan alıyorum sen ortalığa bakıyorsun resmini dairede masamın üstüne koyuyorum sen de resmimi tuvaletinin üstüne yerleştiriyorsun yatağımızın yanında kitaplarımız duruyor benim komodinimin üstünde benimkiler duruyor senin komodininin üstünde seninkiler duruyor ışıklarımız da gece lambalarımız da ayrı fakat kalplerimiz bir çarpıyor sen dört ben altı sayfa okuyunca uykumuz geliyor aynı anda birbirimize doğru dönüyoruz öpüşüyoruz aynı anda Fransızlar gibi iyi geceler diliyoruz Amerikalılar gibi birbirimize arkamızı dönüyoruz sabaha tekrar buluşmak üzere ayrılıyoruz büfenin üstüne hiçbir şey koymuyoruz radyonun üstüne hiçbir şey koymuyoruz çünkü diğer küçük burjuvalar gibi görmemiş değiliz onlardan farkımızı biliyoruz gene de söylemiyoruz birbirimize bilmiyormuş gibi yapıyoruz sehpa örtüsü de kullanmıyoruz ama bunları hesaplayarak değil içimizden öyle geldiği için yapıyoruz onlardan farkımızı belirtmeye tenezzül etmiyoruz mutfaktaki kavanozların üstünde tuzbiberşekerkahve yazmıyor nedense öyle kavanozları almak gelmiyor içimizden yolda yürürken sanki o anda aklımıza gelmiş gibi bir dükkâna girip sana bir ayakkabı alıveriyoruz akşam ben kapıdan içeri girer girmez öpüşmüyoruz beş dakika sonra öpüşüyoruz her gün ayrı bir zamanda öpüşüyoruz ne zaman ne yapacağımız belli olmuyor serseri bir küçük burjuva ailesiyiz ne kabul günümüz var ne de belirli toplanma günlerimiz dedikodu da yapmıyoruz yemekten sonra koltuklarımıza oturuyoruz öyle kimsenin belli bir koltuğu yok kim ne bulursa onun üstüne oturuyor kimseyi çekiştirmiyoruz saat on ikiye yaklaştığı halde yarın erken kalkacaksın yatsan iyi olur demiyorsun bana başıboş bir hayat sürüyoruz ben her sabah daireye gidiyorum fakat nasıl oluyorsa gidişim kimsenin gidişine benzemiyor serseri bir memurum evden durağa tam bir sokak serserisi gibi yürüyorum ne otobüse binişimde ne biletçiye para uzatışımda ne dairede masamın başında oturuşumda hiçbirinde beylik bir durum yok olamıyor istesek de küçük burjuvalaşamıyoruz onlar gibi düşünemiyoruz yatakta birbirimize şiirler okuyoruz kitapları tartışıyoruz dünya umurumuzda değil sersem derdim aptal derdim ona Selim aldırmaz bir tavırla devam ederdi sersem aptal diyoruz birbirimize diğer karıkocalar gibi şekerim canım tatlım balım birtanem filan demiyoruz anahtarı paspasın altına koymuyoruz kaç kere içerde unuttuk da çilingir getirmek gerekti hesabımızı bilmiyoruz paramız olduğu halde ayın sonunu getiremiyoruz Avrupa gezileri için para biriktiremiyoruz yeter canım Selim derdim çocuklarımız oluyor üst üste istediğimizden değil istemediğimizden de değil tedbir de almıyoruz olmasın diye doktora filan da gitmiyoruz bununla uğraşacak değiliz ya hiçbir şeyimizi beğenmiyor dostlarımız bize öğütler veriyorlar ne onlara ne de büyüklerimize aldırıyoruz kayınpederlerimize kaynanalarımıza saygıda kusur ediyoruz çocukların terbiyelerini bozuyorlar onları şımartıyorlar diye üzülmüyoruz eğitimleriyle de uğraşmıyoruz üstünkörü bir terbiye veriyoruz akşamları derslerine çalıştırmıyoruz okula gidip öğretmenleriyle konuşmuyoruz hangi biriyle uğraşalım tam altı tane gülüyordum bana acı Selim diyordum siz bu gerçeklerden hoşlanmıyorsunuz o halde başka gerçeklere dönelim


Tutunamayanlar / Oğuz Atay

( sayfa 460- 537 arası yani 15.bölümde bir tek nokta ya da virgül bulunmamaktadır)

İnsanlar, insanlar. Şimdi salt insanlar ilgilendiriyor beni.



o gün, cam kırıklarından yapılma minik kırmızı gagalar didikliyordu içimi,


Biliyor musun özlemim arttıkça yazmaya karşı inadım çoğalıyor bu sıralarda, yazmak zıddıma gidiyor; çünkü sözler, sözcükler yetmiyor sana olan sevgimi anlatmaya. Yeni bir tür aşk, bir sevgi biçimi bendeki biliyorum; bugüne dek kimsenin böyle duyguları olmamıştır. Ben bu duygularla çarpıştığım için bir süredir yazamadım sana, ya sen?


Evet doğru, insanlar değişiyor, üç gün önce bıraktığın insanın yerinde başka bir insan buluyorsun, ama istediğimiz yöne doğru mu bu değişme? Başka yöne doğru mu? Dün anlamsız bir tablo gibi seyrettiğim ağaçlar, bulutlar bugün heyecan veriyor, dün Allaha inanan bugün isyan ediyor veya sanata tapan adam Allaha dönüyor; bugün yaşamın anlamı dediğin şey yarın bir taş parçasından daha anlamsız olabiliyor. Bu kadar ince bekleyişler gerekir mi acaba?


 Mektup Aşkları

mektuplaşsaydık,,, "senin" diye atardım imzamı sonuna mektubun,,, ya da "sizin",,, ne incelikliymiş on sekizinci yüzyılın mektuplaşan insanları,,, çok özenmişimdir,,, eskiden çocukken ben de önüme gelene mektup yazdım her vesileyle,,, "senin" ya da "sizin" diyebilmek için,,, imzadan önce tam üstüne,,, "senin",,, biri anlamamış aşk ilan etmişti bana,,,
bir başkası da "ben de senin!" demişti,,, mektup yazacak kimsem kalmadı ki şimdi,,,

 ben bugün oyalanıyorum koynumdaki varakla,,, varak,,, gazete parçası yani,,, koynumun sıcaklığında başkalaştı yıllardır,,, tenimi aldı kendine,,, belki sana anlatırım bir başka gün,,, birisine anlatmak da ucuzlatıyor ya işi,,, ne bekliyorsun karşındakinden,,, o acıyı gidermesini mi,,, en iyisi susmak,,, susamıyor da insan,,,

kumandayla,,, bir kanaldan ötekine,,, robokoplar, taşlar, çocuklar, çocuklar, çocuklar, sesleri yangınlar içinde,,, ekranın içine atlayıp kurtarmak isteğiyle yanıp tutuşuyorsun değil mi,,, seyirlik işkencesi yöntemine tabi tutuyorlar insanları,,,

 Üç Başlı Ejderha 

"Hiç durmadan yaz, yaz yaz at bir köşeye, arkasını bırakma yazmanın." İşte benim tek sığındığım, tek avunduğum şiirlerden de umudum kesildi artık. Yaşamanın anlamı ne olacak artık, ölebilirim artık.

Halit'ten mektup aldım. Büyük bir şiir yazmış benim için. Çok güzel bir şiir doğrusu. Ben de ona yazdım bu akşam. Buraları, yaşadıklarımı, her şeyi. Yeni şiirlerimi gönderdim ona. Ama doğrusu, şimdi beni, yazmaktan çok şu içinde bulunduğum durumlar, kişiler ilgilendiriyor. İyi değil ama bu son yolladığım şiirler biliyorum.

Biz ne olacağız? Bizim yaşadıklarımız ne olacak? Hiç yaşamamış mı sayacaklar bizi? Onca geçirilip göçülenden bir şeyler kalmalı; her ne kadar, 'el hayru fi ma vakaa' derlerse de iş sona erince dönüp sorarız boşuna mı geçirdik bunca yıl sırtımızdan vapurları?

İnsanlar, insanlar, insanlar. Şimdi salt insanlar ilgilendiriyor beni. Ne büyük bir zenginlik. Yeni bir insan tanıyınca başım dönüyor. Nasıl olduğunu, neler yapabileceğini anlayana kadar. Başımı döndürüyor gerçekten insanlar.

 Tuhaf Bir Kadın
 Neden hala hakikatinin peşindesin sen be kadın... Hangi hakikatinin... Ama bilmelisin... Evet evet insan bilebileceği kadar bilmeli... Gidebileceği kadar gitmeli.
Varoluşun anlamını yeniden kendimde kursam yavaş yavaş... Dünyada hiç kimsenin neden kendi olamadığı üzerine bir kitap yazsam... Bu ülkedeki vicdan yokluğunun nedenini anlatsam... Yanıma sadece şiir kitapları alsam, bütün dünyanın şiirlerini okumak ölene dek sürse...

Kalan

6 Mar 2014

Hayatın Boşluğu Öğretisi Üzerine



(Bir kafesteki kuşun ruh halidir hastalık. Zevkten değil, fakat sadece hiddetten öter o.)


Bu boşluk anlatımını genel olarak şeylerin varoluş tarzında, her ikisinde de insanın sınırlı varoluşuyla karşılaştırıldığında, Zaman ve Mekânın sınırsız doğasında; yegâne gerçek varoluş tarzı olarak göz açıp kapayıncaya kadar geçip giden şimdide; her şeyin birbirine bağlılığında ve izafiliğinde; sürekli olarak Varlık olmaksızın Oluşta; tatmin edilmeksizin mütemadiyen arzulamada; hayatın tarihini oluşturan uzun savaşta zafer kazanılıncaya kadar çabaların sürekli olarak boşa çıkmasında bulur.
 
Zaman ve onun içinde, onunla var olan bütün şeylerin gelip geçiciliği yaşama iradesine -ki kendinde şey olarak yok edilemez- bu çabanın beyhudeliğinin gösterildiği biçimden ibarettir sadece. Zaman ki onunla her an elimizdeki her şey boş bir hiçliğe dönüşmektedir ve sahip olduğu bütün değeri kaybetmektedir. 

Var olmuş olan artık var değildir; hiç var olmamış olan kadar vardır ancak. Fakat var olan her şey, bir sonraki anda çoktan var olmuş kabul edilir. Bu yüzdendir ki büyük öneme sahip, ama geçip gitmiş olan bir şey, ne kadar önemsiz olursa olsun, şu anda mevcut olan bir şeyden daha aşağıdır; çünkü sonuncusu bir gerçekliktir ve bir şeyin hiçbir şey karşısında durumu ne ise onun durumu da ilki karşısında odur.

Bir insan binlerce yıllık yokluktan sonra büyük bir şaşkınlıkla birdenbire var olduğunun farkına varır, kısa bir an için tattığı varlıktan sonra, yine aynı uzunlukta bir yokluk durumuna geri döner. Kalbi buna dayanamaz ve ona bunun doğru olamayacağını fısıldar; en kaba, en eğitimsiz bir kafa bile meseleyi bir müddet düşündükten sonra zamanın idealliği hususunda ister istemez bir tür önseziye sahip olacaktır.

Mekânla birlikte Zamanın bu idealliği her gerçek metafizik sistem için anahtardır, çünkü doğada bulunacak olandan tamamen farklı şeyler kümesi için alan açar. İşte Kant bunun için bu kadar büyüktür. Hayatımızdaki her hadise için ancak bir anlığına var diyebiliriz; bu kısacık andan sonra artık onun için ebediyen vardı dememiz gerekir. Her akşam geçen bir gün ile biraz daha yoksullaşırız. Eğer varlığımızın en derin katmanlarında sonsuzluğun kaynağından pay aldığımızın ve onunla her zaman hayatı yenileyebileceğimizin gizlice farkında olmamış olsaydık, bu kısa zaman aralığının parmaklarımızın arasından kayıp gitmesini görmek belki de bizi çılgına çevirirdi. Hiç kuşkusuz, yukarıda sözünü ettiğimiz şeyler üzerine düşünmek bizi anın tadını çıkarmanın ve bunu hayatın amacı yapmanın en büyük bilgelik olduğu inancını benimsemeye götürebilir; çünkü gerçek olan sadece şimdide mevcuttur, geri kalan her şey düşünce oyunundan ibarettir. Fakat böyle bir amaca (hayat tarzına) aynı zamanda en büyük budalalık da denebilir; çünkü kısa bir an sonra artık var olmayan ve tıpkı bir düş gibi tamamen kaybolmuş olan asla ciddi bir çabaya değmez.

Varoluşumuzu biteviye akıp giden, göz açıp kapayıncaya kadar kayboluveren şimdiden başka destekleyecek bir dayanak yoktur. Dolayısıyla esas itibariyle, her daim peşinde koşup durduğumuz dinginliği hiçbir zaman bulma ihtimaline sahip olmaksızın sürekli devinim biçimine bürünmesi gerekir hayatımızın: tıpkı bir tepeden aşağıya koşan adam gibi, eğer durmaya çalışırsa kaçınılmaz olarak düşecektir; ve ancak sürekli koşması halinde ayaklarının üzerinde durabilecektir. Yahut bir parmağın ucunda dengede duran çubuk ya da yörüngesinde hızla ilerlemezse güneşi tarafından yutulacak olan bir gezegen gibi. Devingenlik varoluşun temel ayırt edici özelliğidir.
 
Hangi türden olursa olsun atalet ya da istikrarın olmadığı, kalıcı olan herhangi bir şey ihtimalinin bulunmadığı, bilakis her şeyin dipsiz bir değişim ve devridaim girdabına bırakıldığı, herkesin pür telaş koşturup durduğu ve dengeyi (ipteki bir cambaz gibi) ancak sürekli ilerleme ve devinmeyle ayakta tuttuğu bunun gibi bir dünyada, mutluluğu tasavvur etmek bile imkânsızdır. Platon'un dediği gibi mutluluk "sürekli oluşun ve asla var olmayışın" yegâne varoluş biçimi olduğu bir yerde barına
maz. Her şeyden evvel hiçbir insan mutlu değildir; bütün hayatı boyunca hayali bir mutluluk peşinde koşup durur, onu nadiren ele geçirir ve ele geçirse bile, geçirmesiyle birlikte bir yanılsamadan, bir düş kırıklığından başka bir şey kalmayacaktır geride; ve kural olarak sonunda bütün umutlan suya düşecek ve limana bir enkaz halinde girecektir. O halde yalnızca her an değişip duran şimdiden ibaret olan ve şimdi sona eren bir hayatta mutluluk olmuş mutsuzluk olmuş hepsi birdir.

Arthur Schopenhauer / Hayatın Anlamı

Deccal



 


1.

Kendimizi aldatmayalım. Hiperborlularız biz,— pekâlâ biliriz ne denli kopuk yaşadığımızı. «Ne karadan ne de denizden bulabilirsin Hiperborlulara giden yolu» : bunu daha Pindaros bilip söylemişti bizim için. Kuzeyin ötesinde, buzun, ölümün ötesinde —bizim yaşamımız, bizim mutluluğumuz... Mutluluğu keşfettik biz, yolu biliyoruz artık, binlerce yılın labirentinden çıkışı bulduk. Başka kim bulabilirdi ki bu çıkışı? —Modern insan mı? —«Ne ettiğimi bilmiyorum; ne ettiğim bilmeyen herşeyim ben» diye iç geçirir modern insan... Bu modernlikti bizi hasta eden, —tembel barışlar, korkak tavizler, modern Evet ve Hayır'ın bütün erdemli kirliliğiydi. Herşeyi «kavradığından» dolayı herşeyi «bağışlayan» bu hoşgörü, bu manda - yüreklilik, bizim için scirocco'dur. Çağdaş erdemler ile öteki güney yelleri arasında yaşamaktansa, buzlar içinde yaşamak yeğdir!... Yeterince yürekliydik, ne kendimizi ne de başkalarını esirgedik: ama, uzun süre, yürekliliğimizi nereye yönelteceğimizi bilemedik. Karamsarlaştık, durgunlaştık; bize yazgıcı dediler. Bizim yazgımız —doluluktu, gerilimdi, güçlerin birikimiydi. Şimşeğe, eyleme açtık, zayıfların mutluluğundan, «boyuneğiş»ten uzaktık... Göğümüzde sağanak vardı; doğa, bizim doğamız, bulutlanıyor, kararıyordu — çünkü hiç yolumuz yoktu. Mutluluğumuzun formülü : Bir Evet, bir Hayır, düz bir çizgi, bir hedef ...

2.

İyi nedir? —İnsanda güç duygusunu, güç istemini, gücün kendisini yükselten herşey.
Kötü nedir? —Zayıflıktan doğan herşey.
Mutluluk nedir? —Gücün büyüdüğü duygusu —bir engelin aşıldığı duygusu.
Doygunluk değil, daha çok güç; genel olarak barış değil, savaş; erdem değil, yetenek (Rönesans tarzı erdem, virtü, moralinsiz erdem).
Zayıflar, nasibi kıtlar yıkılıp gitmelidir: bizim insan sevgimizin baş ilkesi. Ve onlara yıkılıp gitsinler diye de yardım edilmelidir.
Herhangi bir günahtan daha zararlı olan nedir? —Nasibi kıtlara, zayıflara duyulan acımadan doğan eylem — Hristiyanlık.

3.

Burada ortaya koyduğum sorun, varlıklar sıralamasında insanlığın yerini ne almalıdır sorunu değildir (—insan bir sondur) : sorun, hangi tip insanın, daha yüksek değerlidir, yaşamaya daha değerdir, geleceği daha sağlamdır diye. yetiştirilmesi -gerektiği, istenmesi gerektiği sorunudur.
Bu yüksek değerli tip bundan önce de sık sık ortaya çıkmıştır: ama bir mutlu raslantı olarak, istisna olarak; hiçbir zaman da istenerek değil. Tersine, daha çok korkulmuştur ondan, şimdiye dek korkunç olanın ta kendisi olmuştur neredeyse; —ve bu korkudan dolayı da onun karşıtı olan tip istenmiş, yetiştirilmiş, elde de edilmiştir: evcil hayvan olan, sürü hayvanı olan, hasta hayvan olan insan, —Hristiyan...

4.

İnsanlık, bugün inanıldığı gibi, daha iyiye ya da daha güçlüye ya da daha yükseğe doğru bir gelişme göstermemektedir, «ilerleme», modern bir düşüncedir yalnızca, yani, yanlış bir düşünce. Bugünün Avrupalısı, değerlilik bakımından, Rönesans Avrupalısının fersah fersah altında kalır; ileriye doğru gelişme, herhangi bir zorunlukla, yükselme, yücelme, güçlenme değildir hiç de.
Bir başka anlamda, yeryüzünün en farklı yerlerinde, en farklı kültürlerde tek tek durumlarda bir başarıya ulaşma hep görülür, bu başarıya ulaşanlar da sahiden bir yüksek tip oluştururlar: insanlık toplamına göre bir çeşit üstinsan... Böylesi şanslı, büyük basarı örnekleri hep olanaklı olmuştur, hep de olacak belki. Hatta, bütün bir soy, bir kavim, bir halk, bazı durumlarda böylesi isabetler olarak ortaya çıkabilir.

5.

Hristiyanlığı cicileyip bicileyip, allayıp pullamamalı: Hristiyanlık bu yüksek tip insana karşı ölümüne bir savaş vermiştir, bu tipin bütün temel içgüdülerini yasaklamış, bastırmış, bu içgüdülerden, kötüyü, kötünün ta kendisini imbiklemiş, süzüp çıkarmıştır, —üzerine suç atılan tipik insan olarak güçlü insan, «lanetli insan». Hristiyanlık bütün zayıfların, düşkünlerin, nasibi kıtların yanını tutmuş, güçlü yaşamın ayakta duruş koşullarının çelişiğinden bir ideal çıkarmıştır; tinselliğin en üst değerlerinin günahkârlık, sapıklık, ayartılma olarak duyulmalarını öğreterek, tinsel bakımdan güçlü doğalıların bile akıllarını yozlaştırmıştır. En sefil örnek —Pascal'ın yozlaşması, aklının kalıtsal ilk günahça yozlaştırıldığma inanan Pascal'ın; oysa Hristiyanlığından başka birşey değildi aklını yozlaştıran!—

6.

Acı verici, tüyler ürpertici bir oyundu karşıma çıkan : insanın yozluğunun önündeki perdeyi çektim, açtım. Bu sözcük, benim ağzımda, en azından bir kuşkuya karşı korunmuştur: insan konusunda ahlaksal bir yakınma içerdiği kuşkusuna. Bu sözcük —yeniden altını çizmek istiyorum— m o r a l i n s i z bir anlamdadır : öylesine ki, bu yozluğu en güçlü bir biçimde, duyduğum yer, şimdiye dek en bilinçli olarak «erdem»e, «tanrısallığa» yönelinen yer olmuştur. Yozlaşmışlıktan anladığım, sanırım şimdiden sezinlendi, décadence anlamında: savım da, insanlığın bugün kendi en üst istenebilirliklerini biraraya topladığı değerlerin hepsinin, décadence değerleri olduğu.

Bir canlıya, bir türe, bir bireye, içgüdülerini yitirmişse, kendisine zararlı olanı seçiyor, yeğliyorsa,, yozlaşmış derim. «Yüce duygular»ın, «insanlık idealleri»nin bir tarihi —olası ki bu tarihi anlatmak da bana düşecek— insanın neden böylesine yozlaştığmın açıklaması olurdu neredeyse.
Yaşamın kendisiydi benim için büyümenin, dayanıklığın, kuvvetlerin birikmesinin içgüdüsü, gücün içgüdüsü : güç isteminin eksik olduğu yerde, düşüş vardır. Savım, insanlığın bütün en üst değerlerinde bu istemin eksik olduğudur, —en kutsal adlara bürünerek egemenliği elinde, tutanların, düşüş-değerleri, nihilistik değerler olduğu.