.

Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..
Tutunamayanlar / Oğuz Atay
Tutunamayanlar / Oğuz Atay
Dostoyevski etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Dostoyevski etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
24 Eki 2013
Bir Garip Kişinin Düşü
Bugün alaylardan artık alınmadığımı sylemeliyim. Bana gldklerinde daha bir eğleniyorum. Alaycıların Gerek'i tanımadıklarını, benim, benim tanıdığımı zlerek grmeseydim, başkaları gibi, aıktan aığa kahkahayı basardım. Gerek'i tanımakta yalnız olmak ok ta gmş. Ama anlamıyacak onlar ; yoo ! anlamıyacak onlar !
Bir zamanlar, herkese garip gelmekten mthiş zlrdm. Garip "görünmeyee kalkmazdım. Doğdum doğalı gariptim ben, 7 yaşımdan beri de, garip olduğumu biliyordum. Ne kadar okula gittim, ne kadar niversite yz grdmse, garip olduğuma gene o kadarinan getirmiş oldum. yle ki ğrendiğim btn bilgilerin beni bu garip olduğum düşüncesi iinde yoğurmaktan başka ne amacı vardı, ne de sonucu oldu.
alışmalarımdaki aynı şey gnlk hayatta da oluyordu. Her yıl, herkesin gznde garipliğimi, acayipliğimi daha iyi anlıyordum. Herkes beni tefe koyuyordu ama, herhangi biri olmaktan çok garip olduğumu bilen bir insanın bulunduğundan, bu insanın da ben olduğumdan kimse huylanmıyordu. Bununla birlikte, bunu bilm.eyişleri, benim yzmden oldu. Sırlarımı kimseye acımayacak kadar büyük burunluydum. Bu gurur zamanla doğaldı, herhangi birinin içnnde dalgınlığa gelip kendimi garip bulduğumu sylemeğe kalkmış olsaydım, bir kurşun sıkardım beynime. Ah! Yeni yetmelik ağımda, belki bir gn, bu dşndğm itiraf etmeğe kalkarım diye, ne acı ekiyordum. Ama, br delikanlı olduğumda, her yıl, garipliğimin çoğaldığını anlamam şöyle dursun, nedan olduğunu kesinlikle bilmeksizin daha durgun oluyorum. Dünyada herkesin bana ilgisiz kaldığını dşnmekle başıma daha büyük bir dert geldiğinden belki. Nicedir bundan kuşkulanıyordum, ama birden, geçen yıl, bu işte yanıldığımı anladım. Dnyanın olmasının ya da hibir yerde hiçbir şey olmamasının bence bir olduğunu sezdim. Bunun zerine, alaycılara gocunmaktan, hemen vazgetim; artık onlara kulak asmadım. Vurdumduymazlığım en ipe sapa gelmez işlerde bile ortaya ıkıyordu.
Sizn gelişi, sezmeden insanları itip kaka kaka, sokakları arşınladığım oluyordu. Bunun zensizlikten ileri gelmiş- olduğunu diyemem ; neden ileri gelmiş olduğunu da dşnmeği bir yana bırakmıştım. Bana herkes, herkes nemsiz geliyor. İşte Gerek'i o zaman tanıdım. Geen kasımda, daha doğrusunu demek gerekirse, Gerek'i 3 kasım gn tanıdım. O gn bugndr, hayatımın her dakikasını hatırlarım... Bu karanlık, sanki hi grlmemişcesine karanlık bir gecede oldu. İşte evime dnyor ver Bu kadar pusulu bir gece grmenin o-lanaksu olduğunu dşnyordum. Btn gn yağmur yağmıştı ; soğuk yağmur olmuştu bu, anki korkun ve insanlığa dşman yağmur. Sonra sonra, yağmur dindi; korkun bir ıslaklıktan başka şey kalmadı artık ortalıkta. Sokağın her taşından, kaldırımın her paket taşından, soğuk bir buğu yükseliyormuş gibime geliyordu sanki Gaz birden snerse, mutlu olacağım duygusuna kapıldım, nk gazın ışığı havadaki ıslaklığı ve ie dokunuculuğu daha iyi ortaya dkyordu. O gün, hemen hemen yemek yememiştim, akşamın inişinden sonra arkadaşlarımdan ikisinin de ziyaretini kabul eden bir mühendisin evine kapağı atmıştım. Ses etmeden durmuştum ve susmamın kendilerini sıktığını bile anladım. İlgi ekici bir konu zerinde konuşuyorlardı, güya ısınmak iin gelmişlerdi ama, duruşlarının, gerekten, boşuna olduğunu görmüştüm. İş olsun diye ısınıyorlardı. Damdan düşercesine kendilerine şunu demiştim : "Baylar, görüyorum ki sizi edepedz zerinde ene yorduğunuz konu ştyor.,, Uyarışımdan hi te zlmş olmadılar ; yalnız, dediğimi ve düşündüklerinin beni temelli ilgisiz bıraktığını anlayarak, bana gelmeğe başlamışlardı.
Sokakta, gazı düşündüğmde, göğe baktım. Alabildiğine karanlıktı ama, ilerinde pek kara uzaklıkların uurumlara benzediği bulutlar grlyordu şyle hafiften- Uurumlardan birinin dibinde, birden, bir yıldız parladı. Yıldızı drt gzle incelemeğe başladım, nk bu yıldız bana bir dşnce, bu akşam kendimi ldrme dşncesi veriyordu. Daha nce, iki ay nce, hayatıma son vermeği kafama koymuş ye, yoksulluğuma inat, gzel bir tabanca ele geirebilmiş, hemen doldurmuştum. Ama aradan iki ay gemişti ve tabanca kılıfında duruyordu, nk, adımı ktkten silmek iin, herkesin bana biraz daha az ilgisiz kalacağı bir anı semek istiyordum. Neden ? Sır... Ama yıldız bana bu gece kendimi öldrümeği esinledi. Neden ? Bu da başka sır.
Göğe halli halli bakarken, sekiz yaşlarında bir kız ocuğu kolumdan yakaladı beni. Sokak ıssızdı ; bizden ok' -tede, bir arabacı yerinde uyuyordu. Kızcağızın başında bir mendil vardı, elbisesi yrekler acısı olup sırılsıklamdı, ama ben doğrusu yalnız yırtık ve ıslak pabularına dikkat etmiştim. Yavrucak, birden korkmuş gibi bağırdı: Anne ! Anne ! Bir tek söz söylemeden, ona baktım. Daha hızlı yrdm ama, o gene umutsuz bir sesle bağıra bağıra koluma asılıp peşimden gelmekte devam ediyordu. Bu biim bağırışı ben bilirdim ! Sonra kesik birka szle bana, annesinin ldğn, kim olursa olsun, birini ağırmak iin, anasının acısını dindirebilen birini bulmak iin ylesine sokağa ıktığını syledi. Arkasından gitmedim. Tersine, kendisini başımdan savmak istedim. Bunu dşnrken, gidip bir yardımcı bulmasını sylemekle yetimdim kendisine. Ama o küçük ellerini kavuşturdu ve yürüyüp gitmeme zaman bırakmaksızın, yanım sıra gene ağlaya ağlaya koştu. Artık sabırsızlandım. Ayağımı yere vurup korkuttum kendisini. Yeniden bağırdı : "Bayım ! Bayım ! „ Ama beni bıraktı, hızlıca sokağı geti ve ıkagelen başka bir yolcunun ayaklarına kapandı.
Beşinci katıma ıktım. Yoksulca dşeli, pencere diye bir tepe deliği bulunan bir oda tutuyorum. zeri muşamba kaplı bir kanapem, kitaplarım iin bir masam, iki sandalye ile eski bir koltuğum var. Bir mum yaktım, oturdum ve dşnmeğe başladım... Benimkinden hafif bir blmeyle ayrılmış, bitişik odada, gndr dğn bayram ediliyordu. Burada bir yedek yüzbaşı oturuyordu, iskambil oynaya oynaya, kendisiyle birlikte imam suyu ien bir yarım düzine haydutla dayalı dşeli sayılmayan konutunun altını stne getirmişti. Geen gece, burada bir kızılca kıyamet, kopmuştu; ev sahibesi mırın kırın etmek istemişti ama, yzbaşıdan mthiş korkuyordu. Bizim beşinci katta, başka kiracı olarak, bir askerin dul karısı ve hepsi de hasta kk ocuğun anası, ufak tefek bir elimsiz kadınımız vardı; bu çocukların en küçüğü avgl doğuşu dinlerken öylesine korkmuştu ki bir biim inir buhranına kapılmıştı. Ben ise blmenin arkasından bağırmaktan vazgemiştim. Dnya umurumda değildi. O akşam, odama girince, masanın gzndeki tabancamı aldım ve yanıma koydum. Ona dokunur dokunmaz, iimden : " Pek doğru mu bu ? „ diye geirip şu karşılığı verdim : "ok doğru !...„ (O kadar doğru ki beynimi para para edecektim.)
O akşam kendimi ldrmeğe karar vermiştim ama, tatarımı dşnmekle daha ne kadar zaman
geirecektim ? Hibir şey bilmiyorum... Ve olabilir ki kızcağıza rastlamadan sıkacaktım
kurşunu beynime...
bence herşey bir olmakla beraber, fizik acıdan korkuyordum. Ve sonra, demin sokakta rastlanan o kk kıza acıma da duyuyordum gene, nasıl da yardım edebilirdim. Neden ağrısına koşmamış-tım ? Ah! herşeyin bence boş olmasını istediğim ve kıza acıma duymaktan u-tanmış olduğum iin. Acıma yüznden, şimdi kendimi öldrmek istiyordum ! Küçük kızın acısı beni neden ilgisiz bırakmıştı ?... Garipti bu ! Şimdi işte yreğim yanıyordu buna !... Hay kr şeytan l iki saat sonra kendimi öldrürsem, bu küçük kızın mutsuz olup olmaması neme gerekirdi benim ? Artık daha çok düşünemezdim, artık hiçbir şey de olmıyacaktım. İşte bunun için alakcasına üzülmüştüm küçüğe. Ancak iki saat sonra, benim için herşey sönüp gideceğine göre, birşeyler yapabilirdim. öyle sanıyordum ki dünya bana bağlıydı, benim için yaratılmıştı yalnız- Benden sonra, belki gerekten, artık hibir şey olmıyacaktı, bilincimin yok olduğu anda, dnya da yok olacaktı. Evrenin ve kalabalıkların yalnız benim iimde olup olmadıklarını kim bilirdi ? Sonra aklıma garip bir dşnce takıldı : Eğer, Ay'da ya da Mars gezegeninde gemiş, bir önceki hayatta, kötü ve yüz kızartıcı bir iş yapmışsam, yeryüzüne oradan bozulmuş olmanın, şerefsiz olmanın bilincini getirmişsem, Dn-ya'dan, Mars'a ya da Ay'a baktığımda, utancım bana boş mu gelecekti ?
• • • Ve, gerekten, boştu bu soru, aptalcaydı. Tabanca işte nmde duruyordu ; kendimi öldürmek istiyordum ama, uğursuz soru aklımı kurcalıyordu, kızmıştım üstelik. Ya artık
saçma sapan soruma karşılık bulmuş olmadan ölmek istemiyorsam ?
5 Haz 2012
Yeraltından Notlar / 9
İnsanın yaratmayı, yol açmayı sevdiği su götürmez bir gerçektir. Ama sorarım size, neden bir yandan da yıkmaya, her şeyi darmadağın etmeye bayılır? Yanıtlar mısınız bu sorumu? Bu konuda birkaç sözüm daha var. Sakın insanoğlu hedefe ulaşmaktan, kurmakta olduğu yapıyı bitirmekten içgüdüsel bir ürküntü duyduğu için yıkmayı, bozup dağıtmayı seviyor olmasın? (Bu işi yaparken öyle bir tat alır ki, deme gitsin!) İnsanın yapılan bir yeri yakından değil de uzaktan sevdiğini, onun içinde oturmayı değil yalnızca kurmayı, sonunda da karıncalar, koyunlar gibi animaux domestiques'e bırakmayı düşündüğünü yadsıyabilir miyiz? Karıncalara gelince, onların ev yapma düşünceleri bambaşkadır. Karınca yuvası denen, yıkılmak bilmez, şaşılası bir yapıları vardır.
Saygıdeğer karıncalar yapı işine karınca yuvasıyla başlayıp hâlâ da öyle sürdürmekle olumlu, direşken (sebatlı) davranış adına büyük bir onur kazanmışlardır. Gelgeç gönüllü, tutarsız bir yaratık olan insanoğluysa, belki de satranç oyunları gibi hedefi değil, hedefe giden yolu sever. Kim bilir, belki (Doğruluğuna bel bağlayamayız kuşkusuz.) insanın yöneldiği tek hedef, hedefini elde etmek için harcadığı sürekli çabadır, başka bir deyişle yaşamın kendisidir. Oysa hedef iki kere iki dörtten, bir formülden başka bir şey olamaz; iki kere iki dört ise yaşam değildir, beyler, ancak ölümün başlangıcıdır. İnsan iki kere iki dörtten, en azından bir korku duymuştur, bu korku benim şu anda bile içimdedir. Evet, insanın tek yaptığı şey, iki kere iki dörtlerin peşine düşmek, okyanusları aşmak, bu uğurda seve seve yaşamını vermektir; ama öbür yandan aradığını bulacağı için de ödü patlar. Çünkü bulursa arayacak başka bir şeyi kalmayacağını hissetmektedir. İşçiler işlerini bitirince para alırlar, daha sonra da gidecekleri bir meyhane, düşecekleri bir de karakol çıkar nasıl olsa. İşte size bir haftalık iş güç. Peki, ama bizler nerelere gideriz? Onun için hedefe her varışta bir tedirginlik duyulur. İnsanoğlu amacına doğru ilerlemeyi sever, fakat amacını elde etmeyi değil. Çok gülünç bir durum doğrusu. İnsanın yaratılıştan gülünç bir varlık olmasındadır bütün terslik zaten. İki kere iki dört çekilmez bir şey. İki kere iki dört, bana sorarsanız, bir küstahlıktır. İki kere iki dört, ellerini böğrüne dayayarak yolumuzu kesen, sağa-sola tükrük atan bir külhanbeyinin ta kendisidir. İki kere iki dördün yetkinliğine (mükemmelliğine) inanırım, ama en çok övülmeye değer bir şey varsa, o da iki kere ikinin beş etmesidir.
Peki ama nasıl oluyor da siz yalnız olumlu, normal durumların, kısacası refahın insan çıkarlarına uygun olduğunu böylesine kendinizden emin, böbürlene böbürlene söyleyebiliyorsunuz? Mantığınızın çıkar konusunda yanıldığını hiç düşünmediniz mi? Belki de insan yalnızca refahı sevmiyor, refah kadar da acılardan hoşlanıyordur. İnsanoğlu için acıların refah derecesinde yararlı olması da mümkündür. Şurası kesindir ki, bizler, acıyı bazen tutkuya varan bir sevgiyle severiz. Bunu anlamak için dünya tarihine başvurmaya gerek yok; eğer siz de bir insansanız, azıcık da olsa yaşamışsanız, kendinize danışın yeter. Benim düşüncemi sorarsanız, yalnızca refahı sevmek ayıptır üstelik. Sonu iyi mi olur, kötü mü, orasını bilmem, ama bir şeyi devirip kırmanın bazen hoş bir yanı vardır. Bu bakımdan ne başlı başına refahı, ne acıları tutarım. Ben yalnız kaprislerimden ve istediğim her an kapris yapabilmekten yanayım. Sırça köşkte acı çekmekse bütün bütüne yakışıksız düşer, çünkü acı çekmek kuşku demektir. İçinizde kuşku uyandıran bir sırça köşk nasıl bir şey olurdu dersiniz?
Yine de şuna iyie inandım ki, insanoğlu karışıklık çıkarmaktan, kırıp dökmekten kendini alamayacaktır. Acı duymak anlamanın tek kaynağıdır. Her ne kadar notlarımın başında anlamayı insanın baş belası saydığımı söyledimse de, insanın anlamayı sevdiğini, onu dünyanın hiçbir zevkine değişmeyeceğini biliyorum. Anlama iki kere ikiyle oranlanmayacak bir yüceliktedir. İki kere ikiden sonra artık yapılacak değil, tanıyacak bir şey de kalmamıştır. Olsa olsa beş duyunuzu körleştirip düşüncelere dalarsınız, o kadar. Gerçi anlama da insanı aynı sonuca götürür, yani gene yapacak işiniz kalmaz, ama hiç olmazsa kendi kendinizi döverek biraz olsun canlanabilirsiniz. Gerici bir davranış olmakla birlikte hiç yoktan iyidir.
15 Mar 2012
Yeraltından Notlar X I
Varıp dayandığımız sonuç:
En iyisi hiçbir şey yapmamaktır. Bir köşeye çekilip, seyirci kalmaktan iyisi var mı? Onun için yaşasın yeraltı! Normal insanı ölesiye kıskandığımı söyledim, gördüğüm kadarıyla gene de onların durumunda olmak istemem. (Kıskanmaktan geri durmayacağım gene de... Ama hayır, hayır, ne olursa olsun yeraltı daha kazançlı!) Orada hiç olmazsa insan... Eh!.. Şimdi bile yalan söylüyorum. Yalan, çünkü iyi olanın yeraltı değil, özlemini duyduğum, ama bir türlü elde edemediğim başka, bambaşka bir şey olduğunu iki kere ikinin dört ettiği gibi biliyorum. Cehenneme kadar yolu var yeraltının!
Ah, şimdi şuraya yazdıklarımın bir bölümüne bari inansam başka ne isterdim! Yemin ederim ki, beyler, şu çiziktirdiklerimin bir sözcüğüne bile inanmıyorum. Daha doğrusu belki inanıyorum, ama bir yandan da nedense her sözümün yalan olduğunu hissediyor, kuşkular içinde kıvranıyorum.
- Öyleyse ne diye yazdınız bunları? diyeceksiniz.
- İşsiz-güçsüz olarak sizi de yeraltına sokup, kırk yıl sonra "Durumunuz nicedir?" diye sormaya gelsem, sizin karşılığınız ne olurdu? İnsan kırk yıl tek başına, işsiz-güçsüz bırakılır mı, efendim?
Başınızı hor görürcesine sallayarak, belki de,
- Bu ne utanmazlık, bu ne alçaklık! diyeceksiniz. Yaşamaya susadığınız halde, dolambaçlı mantık yollarıyla yaşam sorunlarını tartışmaya kalkışıyorsunuz. Hem sırnaşık, küstahça davranışlarda bulunuyorsunuz, hem de korkudan ödünüz patlıyor. Saçmaladığınız zaman keyfinize diyecek yok, ama küstahlığa başladınız mı, hemen ürküyor, özür üstüne özür diliyorsunuz. Bir yandan bize korkmadığınızı söylüyor, öte yandan yaltaklanmaktan geri durmuyorsunuz. Bizi hıncınızdan dişlerinizi gıcırdattığınıza inandırmaya çalışırken güldürmek için nükteler savuruyorsunuz. Nüktelerinizin bayat olduğunu bilmiyor değilsiniz, ama taşıdıkları edebi değer dolayısıyla da pek sevinmiş görünüyorsunuz. Belki gerçekten acı çektiniz, fakat çektiğiniz acılara hiç mi hiç saygınız yok! Söyledikleriniz doğru olmakla birlikte efendilik eksik sizde, gururunuz yüzünden, ufacık bir şeyi sorun yapıp içinizdeki gerçeğin ipliğini pazara çıkarıyor, değerini beş paralık ediyorsunuz. Bir şeyler söylemek istediğiniz anlışılıyor, fakat korkudan son sözleri geveleyip duruyorsunuz. Açık konuşacak kadar kararlı değilsiniz, ürkekçe bir küstahlık sizinki. Anlayışınızla övünüyorsunuz, bir yandan da ikircimlerle (tereddütlerle) dolusunuz; çünkü kafanız işlediği halde yüreğiniz kötülük batağına gömülmüş; oysa yüreği temiz olmayanın anlayışı da kıttır. Ya o küstahlığınız, sırnaşmanız, kırıtmalarınız! Yalan, yalan, hepsi yalan!
Yukarıdaki sözlerinizi de ben uydurdum kuşkusuz. Onlar da yeraltından çıkmadır. Kırk yıldır kapı aralığından konuşmalarınızı dinlemekteyim. Kafam hep böyle şeylerle dolu olduğu için uydurmak da kolay oluyor. Ezbere bildiğim bu sözlere edebi bir biçim verdim, o kadar... Peki ama bütün bunları yayımlayarak üstelik bir de sizlere okutacağımı düşünecek kadar ağır başlılıktan yoksun musunuz?
Sonra, bir sorun daha var: Sizlere niçin "beyler, efendiler, okurlarım!" diye sesleniyorum? Az sonra yazacağım itiraflar ne yayımlanabilir, ne de başkalarına okutulur türdendir. En azından ben kendimde bu güveni bulamıyorum, hem bulsam ne çıkar!.. Fakat ne yaparsınız ki, içime bir heves düştü, ben de bu hevesi gerçekleştirmeye çalışacağım. Durum şu:
Her insanın anılarında herkese söyleyemeyeceği, ancak dostlarına açabileceği şeyler vardır. Hatta dostlarına bile açılamayacak, gizli kalması koşuluyla yalnız kendi kendimize itirafta bulunacağımız durumlar olur. Ama bir de öyleleri vardır ki, kendi kendimize bile açmaktan korkarız. Her aklı başında insanın dağarcığında bile böyleleri yığınla bulunur. Daha doğrusu, insan aklını başına topladıkça bunların da sayısı artar. Geçenlerde, eski serüvenlerimi kafamda şöyle bir toparlayayım diye karar verdiğim halde şimdi bir türlü yapamıyor, büyük bir tedirginlikle çoğunu geçiştirmeye çalışıyorum... Yalnız anımsamakla kalmayıp, bunları bir de yazmaya karar verdiğim şu anda bir deneme yapacağım. İnsan hiç olmazsa kendi kendisiyle içli-dışlı olabiliyor, gerçekleri çekinmeden söyleyebiliyor mu? Sırası gelmişken belirteyim;
Heine, doğru bir özgeçmiş (otobiyografi) yazmanın mümkün olmadığını, insanın kendisi hakkında bir sürü yalan söylemeden edemeyeceğini ileri sürer. Heine'ye sorarsanız Rousseau İtiraflar'ında yalan üstüne yalan kıvırmış, üstelik bunları gururu yüzünden bile bile yapmıştır. Heine'nin haklı olduğuna inanıyorum; insan salt gururu yüzünden cinayet yalanlarına dek bulaştırabilir kendini, böyle bir gururun ne menem bir şey olduğunu da pek iyi biliyorum. Ama Heine, toplum önünde içini döken birinden söz ediyordu. Oysa ben kendim için yazıyorum, okurlarımla konuşmakla, bana da kolay gelen, alışılmış bir yazı biçimine uymuş oluyorum; bunu bir kez daha, açıkça belirtirim. Bütün yaptığım, pek de gerekli olmayan bir geleneğe bağlı kalmaktır, yoksa okurlarım olmayacak hiçbir zaman. Yukarda da söyledim ya...
Anılarımın düzenine aldırış bile etmeyeceğim. Aklıma nasıl gelirse öylece kâğıda aktaracağım. Ama sözlerime takılarak "Gerçekten okurlarınız olmayacağını öngördüğünüze göre, ne diye kendinize, hem de kâğıt üstünde birtakım koşullar ileri sürüyor; tertip, düzen düşünmeden, aklınıza geldiği gibi yazacağınızı söylüyorsunuz? Bu açıklamayı yapmanızın, üstelik bir de ezilip büzülmenizin sebebi ne olabilir?" diyeceksiniz.
Buna:
- Ne bileyim ben! diye karşılık vereceğim.
Hayli karışık bir konudur bu. Belki ödleğin biriyimdir de ondan böyle yapıyorum. Belki de yazarken daha ciddi olmak için gözümün önüne okurları getirmek istiyorum. Sebep mi ararsınız! Bir nokta daha var: Neden anılarımı ille de yazmak istiyorum? Okurlar için olmadığına göre, anılarımı kâğıda dökmeden, zihnimden geçirmekle yetinemez miydim?
Orası öyle, ama anılarım kâğıt üzerinde daha bir görkemli duruyor. Böylece etkisi daha da artacak, kişiliğim üstünde daha doğru bir yargıya varabileceğim; buna bir de üslup güzelliği eklenecek. Ayrıca, içimi dökmekle belki rahatlayacağım. Sırası gelmişken söyleyeceğim, eski bir anım var ki, şu sıralar canımı sıkıp duruyor. Geçenlerde birden kafama takıldı, o günden beri de, hep kulağımda çınlayan hüzünlü bir müzik parçası gibi, bir türlü aklımdan çıkmıyor. Peki ama, ondan kurtulmam da gerekli. Böyle anıların yüzlercesi var bende, zaman zaman bunlardan bir tanesi üste çıkarak beni bunaltmaya başlıyor. Yazmakla bunlardan kurtulacağıma inanıyorum nedense. Bir kez denesem ne çıkar? Üstelik, işsiz güçsüz, otura otura sıkıntıdan patlayacağım!
Anı yazmak da bir çeşit iştir. Çalışmakla insanın iyi ve namuslu olacağını söylerler. Hiç olmazsa bu da bir şans...
Bugün kar yağıyor; sarı, bulanık, sulu sepken gibi bir şey. Dün de, daha önceki günler de yağdı. Beni rahatsız edip duran o olay sulu sepken yüzünden kafama takılmış olsa gerek. Öyleyse bu da sulu sepken üstüne bir anı olsun.
SULU SEPKEN ÜSTÜNE
Ateşli sözlerimle kandırıp
Yanlış yolun karanlığından
Düşmüş ruhunu kurtardığım zaman,
Derin bir azap duyarak
Seni saran ayıbı
Pişmanlık içinde lanetledin.
Unutkan vicdanını anılarınla cezalandırmak için,
Benden önce olanları
Tek tek bana anlatırken,
Birdenbire yüzünü ellerinle kapadın;
Ruhundaki isyan sonunda
Utançla, dehşetle sarsılarak
Gözyaşlarına boğuldun...
vb, vb, vb...
N.A. Nekrasov'un bir şiirinden
19 Şub 2012
Yeraltından Notlar
VIII
- Kah-kah-kah! Ama gerçekte istek diye bir şey yok ki! diye gülerek sözümü keseceksiniz. Bilim, insanı şu zamanda bile öyle bir açıklığa kavuşturuyor ki, hep biliriz, istek, özgür irade dedikleri şey...
Durun biraz baylar, ben de bundan söz açacaktım, ama ne yalan söyleyeyim, göze alamamıştım. İsteklerimizin bilmem hangi sebeplere bağlı olduğunu ağzımdan kaçırmak üzereydim ki, çok şükür, bilimi anımsadım da sustum. Tam o sırada bu konuyu siz açtınız. Diyelim, gerçekten günün birinde bütün istek ve kaprislerimizin formülü bulunuverse; daha doğrusu isteklerimizin neye bağlı olduğu, hangi yasalara göre oluştuğu, nasıl geliştiği, değişik durumlarda ne gibi yönler aldığı üstüne kesin matematik formülleri ortaya çıkarılsa... O zaman, işte o zaman insanlar belki de isteklerinden vazgeçecekler, hem de yüzde yüz vazgeçeceklerdir. Çizelgeye bakarak istemenin ne tadı kalır? Bundan başka insan, insanlıktan çıkıp bir org vidasına ya da bunun gibi bir şeye dönüşecektir. Çünkü isteği, iradesi olmayan, istemeyi bilmeyen insan org silindirindeki bir vidadan başka nedir ki? Siz buna ne dersiniz? Bütün olasılıkları göz önüne alalım da, böyle bir şeyin olup olmayacağını bir düşünelim.
- Hımm!.. diyeceksiniz. Biz çıkarlarımızı anlamadığımız için, ne istediğimizi de çoğunlukla bilemeyiz. Gözümüze kestirdiğimiz bir çıkarı elde etmekte en kolay yolu seçiyoruz diye, bazen aptallığımızdan bir sürü saçmalıkyaparız. Oysa bütün bunların dökümü yapılıp kâğıda geçirilince (Olmayacak bir şey yok bunda, çünkü ileride insanların doğa yasalarının hepsini öğrenemeyeceklerine şimdiden inanmak çirkindir, anlamsızdır.) içimizde istekten de eser kalmaz. İstekler bir gün mantıkla karşı karşıya gelince, artık bizler istek duymayı bir yana bırakıp yalnızca düşünmeye başlayacağız, çünkü aklımız başımızdayken birtakım saçmalıkları istemek,böyle göz göre göre mantığa aykırı davranıp kendi kuyumuzu kazmak olanaksızdır... Nasıl olsa özgür irade yasaları açıklığa kavuşturulacağı için, bir gün bütün istek ve düşüncelerin dökümü de yapılarak -şaka biryana- belki birtakım çizelgeler düzenlenecek, biz de bu çizelgelere bakıp istekte bulunacağız. Sözgelişi bir gün birine nanik yapsam, hesaplar, kitaplar benim gerçekten öyle yapmam, hem de hangi elimi kullanmışsam o elimi kullanmam gerektiğini ortaya koysa, benim özgürlüğümden ne kalır? Üstelik bir de okumuş bilgin bir kişiysem? İşte o zaman yaşamımı otuz yıl ilerisine kadar hesaplayabilirim; kısacası, bütün bunların gerçekleşmesiyle her şeyi önceden görüp anlayacağım için, bana da yapacak bir şey kalmaz...
Aslında şunları aklımızdan hiç çıkarmamalıyız: Doğa neyi, ne zaman yapacağımızı bize hiç sormaz; onu hayalimizde canlandırdığımız gibi değil, gerçekte olduğu için kabul etmeliyiz; bir çizelge, bir takvim, hatta bir imbik peşindeysek, bunları kabul etmekten başka çaremiz yoktur! Böyle yapmasak bile, bize kendini nasıl olsa kabul ettirir.Hepsi güzel, ama burada aklımın takıldığı bir şey var! Felsefeye daldığım için özür dilerim, sevgili okuyucularım; ne yaparsınız, kırk yıllık yeraltı yaşamı, dile kolay! İzin verin, biraz da hayal kurayım. Mantık, kuşkusuz iyi şeydir, ama olup olacağı bir mantıktır ve insanın düşünme gereksinmesini gidermekten öteye geçemez; oysa istek yaşamın ta kendisidir, hem de en basit bir davranıştan yüce mantığa kadar. Gerçi isteğin eline kalmış bir yaşam çoğu zaman deli zırvasından başka bir şey değildir, ama unutmayalım, gene de yaşamdır, kare kökü almak değil.
Sözgelişi ben, salt düşünme gereksinmemi gidermek, insanoğlunun yaşama yeteneğinin yirmide birini ortaya koymak için değil, pek doğal olarak, yaşama gücümün tümünü seferber ederek yaşamak istiyorum. Akıl burada ne yapar? Akıl öğrenebildiği kadarını bilir, (belki geride öğrenemeyeceği çok şey kalacaktır. Avutucu bir yanı olmasa da bu gerçeği niçin gizleyelim?) insan yaşantısı ise bilinçli ya da bilinçsiz bütün eğilimleriyle, türlü türlü aldanmalarıyla sürer gider. Bana acıyarak baktığınızı hissediyorum, değerli okuyucular; okumuş, aydın, kısacası geleceğin insanının bile bile çıkarına uygun olmayan bir istekte bulunmayacağını, bunun matematik bir kesinlik taşıdığını üsteliyorsunuz.Ben de sizlerle aynı düşüncedeyim. Ama şunu size yüzüncü kez söyleyeyim ki, insanın bile isteye, bilinçli olarak zararlı, budalaca, hatta son derece budalaca bir isteğe kapıldığı bir durum, tek bir durum vardır: Yalnızca yararlı şeyler istemek zorunluluğundan kurtulup en saçmasından bile olsa bir şey istemek hakkına sahip olmak. Okuyucularım, bu saçma istek, bu kaprisler kimi durumlarda bizim için bütün dünya nimetlerinin üstünde bir değer kazanabilir. Özellikle, bize açıkça zararı dokunduğu, çıkar üstüne en akla yatkın düşüncelerimizle ters düştüğü zamanlar, bütün öbür çıkarlardan daha yarar sağlayabilir; çünkü en önemlisi, en değerli varlığımız olan kişiliğimizi, benliğimizi korumaktadır. Kimi insanlar bunun bizim en değerli
özelliğimiz olduğunu söylerler. Canı çektiği zaman isteğin akılla birleştiği de olur: aklı kötüye kullanmayıp ondan
yeterince faydalanırsa, bu birleşme yararlı, hatta övülmeye değer sonuçlar verir. Fakat isteğin sık sık, hatta üst üste mantıkla çeliştiği durumlar vardır ve... ve... bilir misiniz, bu durum hem çok yararlı, hem de beğenilecek bir olaydır.Şimdi bir an için insanların aptal olmadıklarını düşünelim. (Hiç olmazsa şundan dolayı insanların gerçekten aptal olduğunu söyleyemeyiz: Bizler aptal olursak, akıllı kime diyeceğiz?) Ama insanoğlu aptal değilse bile korkunç derecede nankördür. Evet, eşi bulunmaz bir nankör! Bana kalırsa insanın en iyi tanımlanması şöyle olmalı: iki ayaklı nankör bir yaratık. Hepsi bu kadarla kalsa gene iyi. Çünkü böylece en büyük kusuru unutulmuş olurdu. İnsanın en büyük kusuru, Nuh tufanından başlayıp Schlezwig-Holstein dönemine değin süren, alnının kara yazgısı olan erdemsizliğidir. Erdemsizlik ve buna bağlı olarak ölçüsüzlük. Ölçüsüzlüğün erdemsizlikten ileri geldiği çoktandır bilinen bir gerçektir. İnsanlık tarihine şöyle bir göz atın, bakın neler göreceksiniz! Görkem mi? Belki bunun için yalnızca Rodos anıtı yeter! Bizim Anayevski, kimilerinin bu anıtın insan elinden çıktığını, kimilerininse doğa tarafından yaratıldığını ileri sürdüklerini boşuna mı
söylüyor? Göz alıcılık mı? Olabilir. Çağlar boyunca her ulusun askerinin, sivilinin giydiği yalnızca tören üniformalarını alırsak ne demek istediğimiz anlaşılır. Hele özel frak çeşitleri karşısında apışıp kalmayacak tek tarihçi çıkmaz. Tekdüzelik mi? Bu da olabilir. Durmadan dövüşüyorlar; eskiden de, şimdi de, her zaman dövüştüler ve dövüşecekler. Yalnızca bu örnek yetmez mi tekdüzeliğe? Kısacası, insanlık tarihine her şey, hasta bir muhayyilenin uydurabildiği her şey yakıştırılır da, ağırbaşlılık yakıştırılamaz. Daha söze başlamadan sözünüz ağzınıza tıkılır.Yaşamda karşınıza şöyle tuhaf bir durum çıkmaktadır: Ellerinden geldiğince erdemli, ağırbaşlı davranmayı kendilerine amaç edinen, sanki dünyada erdemli, ağırbaşlı yaşanabileceğini göstermek istercesine çevrelerine ışık saçan birtakım erdemli, ağırbaşlı kişiler -insanseverler, bilgeler- vardır. "E, sonra?" diyeceksiniz. Sonrası belli: Bu gösteriş düşkünlerinin çoğu, eninde sonunda sapıtarak akla gelmedik herzeler yerler. Şimdi size sorarım: Bu gibi tuhaf nitelikleri olan yaratıklardan başka ne beklenir? Böyle birinin önüne
bütün yeryüzü nimetlerini serin; mutluluk denizine, başı kaybolana, hatta suyun üstünden hava kabarcıkları çıkana kadar gömün; elini sıcak sudan soğuk suya sokmadan, yalnızca uyuması, ballı-kaymaklı yemesi, bir de insan soyunun tükenmemesine çalışması için önüne bütün zenginlikleri yığın; bakın, bu insan salt nankörlüğü, rezilliği yüzünden başınıza ne püsküllü belalar açacaktır! Balı-kaymağı gözü görmez; bile bile en zararlı, çıkarına en aykırı yaramazlıklar, saçmalıklar yapar. Bunun tek nedeni, akıllı-uslu yaşayıştan bıkıp, tehlikelere doğru kanatlanan hayal gücünü her işine katmak istemesidir. Akıllara durgunluk veren hayallerini, en koyusundan ahmaklıklarını elden bırakmak istemez, çünkü (sanki pek gerekliymiş gibi) insanların piyano tuşu değil, hâlâ insan olduklarını kendi kendisine göstermeye çalışır. Gerçi tuşlarına basıp piyanoyu çalan da gene doğa yasalarıdır, bu çalış öylesine güzel ve dokunaklıdır ki, bir şey demeye güç bırakmaz insanda. Üstelik kendisinin gerçekten piyano tuşu olduğunu anlarsa ya da onun böyle olduğu fen bilimlerince matematik bir kesinlikle kanıtlanırsa, insanoğlu, gene de aklını başına toplamaz; tersine, salt nankörlüğünden, aklına eseni yapmak için bile bile haltlar karıştırır. Buna gücü yetmezse, zihninde birtakım karışıklıklar, fırtınalar yaratarak çeşitli acılar duymaya başlar; böylece dediğinde sonuna dek direnir. Dünyaya lanet üstüne lanet yağdırır, yalnızca insanoğlu lanet okuyabileceği için (İnsanı öbür hayvanlardan ayıran başlıca üstünlük de budur.), hiç olmazsa bu yolla istediğini elde eder, yani piyano tuş değil de insan olduğuna inanç getirir. "Bütün bu karışıklıkların, karanlıkların, lanetlerin çizelgeyle önceden kestirilerek önlenmesi, aklın da böylece ağır basması sağlanabilir." diyeceksiniz. İşte böyle bir durumda bile, insan mantığın elinden kurtulup gene bildiğini okumak için kendini deliliğin kucağına atar. Buna inanıyor, doğruluğu konusunda bütün sorumluluğu üstleniyorum. İnsanın bütün işi gücü, sanırım vida değil insan olduğunu her an kendi kendisine kanıtlamaktır. Bu uğurda başı belaya girecekmiş, gerekirse mağara adamına dönüşecekmiş, vız gelir ona... Bütün bunlardan sonra gel de günaha girme; henüz bu dereceye düşmediğimiz, isteğin bilmem hangi şeytanın buyruğunda olduğu açıklanmadığı için gel de sevinme!
Kimsenin elimden özgür irademi almadığını; ancak irademin, yine kendi isteğimle normal çıkarlarıma, doğa yasalarına, aritmetiğe uygun düşmesi için çalışıldığını söyleyeceksiniz bağıra bağıra. (Bana bağırmak lütfunda bulunursanız eğer.)
- Hadi, efendim; iş çizelgeyle aritmetiğe dayanınca iki kere ikinin dört etmesinden başka çıkar yol olmazsa iradenin ne önemi kalır? İradem işe karışmasa da iki kere iki dört ediyor. İrade bu mu demektir?
3 Kas 2011
Büyük Engizisyoncu
Hapishanenin demir kapısı zifiri karanlığa açılıyor. İhtiyar Büyük Engizisyoncu, elinde meşale ile içeri giriyor, kapı ardından hemen kapanıyor. Yalnızdır. Eşikte durarak bir iki dakika mahpusun yüzünü dikkatle süzüyor. Sonra ağır ağır yaklaşıp meşaleyi masaya koyuyor.- Demek sensin! sensin, öyle mi? Karşılıık almayınca aceleyle. - Cevap versene, bir şey söyle! diye eklliyor. Ama ne söyleyebilirsin, söyleyeceklerini zaten çok iyi biliyorum. Zaten bundan önce söylediklerine başka bir şey katmaya hakkın yok. Neden bize engel olmak istiyorsun? Bize engel olmak için geldiğini kendin de biliyorsun. Ama yarın ne olacağını biliyor musun? senin kim olduğunu bilmiyor, bilmek de istemiyorum. O musun, yoksa sadece O'nun benzeri misin - kim olursan ol, hemen yarın hüküm giydirip en azılı zındık olmak suçuyla yakacağım seni. Bugün ayaklarını öpen halk, yarın, bir göz işaretimle atılacağın ateşe odun taşımaya koşacak, bunu biliyor musun?... Gerçekten O musun?...Bakışını Mahpustan ayırmadan derin düşünceye daldı. Sonra gözlerini O'ndan ayırmadan,- Evet, belki sen de biliyorsun bunları,, diye ekledi.- Hayır, bunu yapmaya hakkın yok, çünkü bu seferki açıklaman ilk gelişinde söylediklerine katılacak, bununla yeryüzünde bütün gücünle savunduğun insan hürlüğü tehlikeye düşecek. Söylediğin her yeni şey hürlüğe indirilmiş yeni bir darbe olacak, oysaki daha bin beş yüz yıl önce insanların iman hürlüğü senin için her şeyin üstündeydi. "Sizleri hürlüğe kavuşturmak isterdim," diyen sen değil miydin? İhtiyar dalgın bir gülümsemeyle, "Şimdi gördün bu hür insanları; diye ekledi. Sonra sert bakışını mahpusun yüzüne dikerek devam etti:- Evet, yaptığımız iş bize pahalıya mal oldu ama senin adını kullanarak sonunu getirdik. On beş yüzyıldır bu hürlükle savaştık durduk ama bitti artık, kökünden hallettik. Buna inanmıyor musun? Bana sakin sakin bakıyor, kızmayı bile küçüklük sayıyorsun. Ama şunu bil ki, insanlar hür olduklarına şimdi her zamankinden çok daha eminler; oysaki özendikleri hürlüğü kendi elleriyle bize teslim ediyorlar. Bizim eserimiz bu. Sen bunu, böyle bir hürlüğü istemiyordun, değil mi?- Çünkü, ancak şimdi, (engizisyonu kasteederek) ilk defa olarak insan mutluluğunu düşünmek mümkün oldu. İnsanlar isyancıydı; isyancılar mutlu olabilirler mi?.... Seni uyarmaya çalıştılar; uyarma, öğüt eksik değildi ama dinlemedin, insanları mutluluğa götüren biricik yolu teptin. Bereket ki ayrılırken her şeyi bize bıraktın, bağlayıp çözmek hakkını bırakmaya söz verdin, bu hakkı geri almayı düşünemezsin artık. Şu halde ne diye bize engel olmaya geldin? Korkunç akıllı bir Ruh, yok etmeye ve yok olmaya kadir bir Ruh çölde seninle konuşmuş ¹ . Kitaplarımıza göre , seni doğru yoldan çıkarmaya çalışmış. Aslı var mı bunun? Kabul etmediğin ve kitapların "doğru yoldan çıkarma" diye adlandırdığı o üç sorudan daha özlü ne olabilir? Aslında dünyayı kökünden sarsacak, gerçek mucize o gün, o üç kandırıcı sorunun sorulduğu gün olmuştu: mucize, bu soruların ortaya atılmasındaydı! Sadece bir deneme, bir varsayım olarak korkunç Ruhun sorduğu üç sorunun Kitabımızda tamamen silindiği, bunları yeniden kitaplara yazdırmak için tekrar çalışmak, hazırlıklar yapmak gerektiğini düşünelim ki, bu iş için dünyanın en akıllı, olgun insanlarıyla devlet ve kilise büyükleri, bilginler, filozoflar, şairler birleşmiştir. Onlara verilen mesele de şu: Düşünüp üç soru bulun. Ama öyle sorular ki üç kelimeyle, üç cümleyle dünyanın ve insanların bütün geleceği deyimlenebilsin. Yeryüzünde zeka, akıl diye bildiğimiz ne varsa birleşerek kudretli Ruhun sana çölde sorduğu iç soruya kuvvet ve derinlik bakımından benzer bir şey sorabileceklerini düşünebilir misin? Yalnız bu soruların ortaya atılmasındaki mucize karşısında geçici değil, ölümsüz, mutlak bir zeka bulunduğunu gösteriyor. İnsanlık bir bütün halinde derlenerek bütün geleceği topu topu üç soruya sığdırılıyor. Bu sorular insan tabiatının çözümlenmemiş ve tarihleşmiş çelişmelerinin üç şeklidir. Daha önce bunu anlamak mümkün değildi, geleceğimiz karanlıktı; ama şimdi, üzerinden on beş yüzyıl geçince görüyoruz ki bu üç soruda her şey o kadar önceden kararlaştırılmış, söylenmiş ve yerine gelmiş ki buna ne bir şey katılabilir ne de eksiltilebilir. Kimin haklı olduğuna karar vermek sana düşer: sen mi?, sana sorular soran mı?... Birinci soruyu hatırla. Tam değilse bile, anlamı aşağı yukarı şöyleydi. "İnsanlar alemine gitmek istiyorsun ve eli boş gidiyorsun. Onlar basitlikleri ve doğuştan gelme savruklukları yüzünden bunu kavrayamayacak, hatta korkacaklar verdiğin sözden… Çünkü insanoğlunun, insan toplumunun ezelden beri, hürlükten çok yadırgadığı şey olmamıştır! Şu çıplak, kızgın çöl taşlarını görüyor musun? Onları ekmek yap, insanlar minnetle, uysal bir sürü halinde hem peşinden koşacak hem nimetlerini geri alırsın diye korkudan titreyeceklerdir. Ama sen insanları hürlükten yoksun etmek istemedin, bu teklifi geri çevirdin; ekmek pahasına satın alınan itaatin değersiz olduğunu düşündün. "Yalnız ekmekle yaşanmaz", diye karşılık verdin. Ama bir gün Toprak Ruhu, ölümlü dünyanın yeryüzünün ekmeği sebebiyle senin üstüne yürüyecek, dövüşüp seni yenecektir. İnsanlar da, "Bu hayvanın benzeri yok, bize gökten ateş indirdi!" diye bağırıp onun peşinden koşacaklar; biliyor musun bunu? Yüzyıllar geçecek, insanlar akıl ve bilim ağzıyla suçu ve tabii günahı da bir yana koyarak ayakta kalanın yalnız açlık olduğunu haykıracaklar; bunu da biliyor musun? Sana karşı isyan bayrağı çekip tapınağını yıkanlar o bayrağa, "Karınlarımızı doyur, sonra bizden erdem iste! "diye yazacaklar. Tapınağının yerini teni bir yapı, korkunç yeni bir Babil Kulesi alacak. Hoş o da öteki gibi yarıda kalacak ama yeni kulenin yapılmamasına meydan vermemek senin elindeydi - hiç değilse insanlığı bin yıl uğraşıp didindikten sonra insanlar bin yıllık ıstıraptan kurtarabilirdin. Çünkü kuleyle bin yıl uğraşıp didindikten sonra insanlar nasıl olsa bize gelecekler. Bizi gene yer altı mağaralarımızda bulacaklar (çünkü tekrar tekrar baskı ve eziyet göreceğiz ) Bizi bulunca, " Doyurun bizi, diye yalvaracaklar. Bize gökten ateş indirmeyi vadedenler sözlerini tutmadılar." O zaman kulenin yapısını biz tamamlayacağız. Çünkü ancak onları doyuran yapacak bunu. Bu işi biz, hem senin adını yalandan kullanarak yapacağız. Biz olmasak bunlar kendilerini asla, asla doyuramazlar! İnsanlar hür kaldıkça dünyanın bütün bilgilerini ekmek sağlamaz onlara. Sonunda hürlüğü ayaklarımızın dibine sererek, "Köleliğe razıyız, tek doyurun bizi!" diyecekler. Hürlükle doyasıya dünya nimetinin bir arada olamayacağını anlayacaklar ve bunu aralarında paylaşmaya asla yanaşmayacaklar. Ondan başka ahlaksız, değersiz isyancı oldukları içi asla hür olamayacaklarına kanaat getirecekler. Sen onlara gökteki nimeti vaat etmiştin, ama tekrar söylüyorum, zayıf, içi daima bozuk, ezelden asaletten yoksun insanoğulları gökteki nimetleri yeryüzündekine üstün tutar mı hiç? Binlerce, on binlerce kişi göğün ekmeği uğruna senin ardından gitse bile, ölümlü dünyanın nimetlerinden geçemeyen milyonlarca, milyonlarca insan ne olacak? Yoksa sence ancak büyük güçlü olan on binlerin değeri var da denizde kum misali çok aciz ama gene de seni sevenleri, ötekilere malzeme olarak mı bırakırsın? Yo, biz zayıf ve acizlerin değerini biliriz! Kusurludur, isyancıdırlar ama sonunda onlarda yola gelir. Bize hayran olacaklar, başlarına geçip onları ürküten hürlükten kurtarmaya razı olduğumuz için bize Tanrı gözüyle bakacaklardır; hür kalmaktan bu derece korkar bunlar! Biz de senin sözünle, senin adına hüküm sürdüğümüzü söyleyeceğiz. Yani tekrar aldatacağız onları, çünkü seni bir daha yanımıza yaklaştırmayacağız. Yalan söylemek zorunda olduğumuz için ıstırap duyacağız. İşte sana çölde sorulan birinci sorunun anlamı ve her şeye üstün tuttuğun hürlük uğruna çiğnediğin şey buydu. Oysaki bu soruda dünyanın en büyük sırrı gizliydi. Yeryüzü nimetlerini kabul etmekle gerek tek tek, gerekse toplu olarak bütün insanların ezeli bir derdini halletmiş olurdun. Başı boş kaldıkça hemen tapınacağı bir mabut bulmak insanoğlunun en büyük kaygısıdır. Ama önünde dize gelecekleri mabudun değerinin su katılmadık cinsten olmasını da yüzde yüz isterler, mabudun büyüklüğünü herkes kabul etmiş olmalı… Çünkü bu zavallı yaratıkların tasası yalnız senin-benim için tapınacağımız bir varlık bulmak değil, herkesin ve ille hep birlikte, imanla, baş tacı edecekleri birini bulmaktır. İşte bu ortaklaşa tapınma ihtiyacı hem tek tek hem toplu olarak bütün insanların ta ilk yüzyıllardan beri başlıca ıstırap konusu olmuştur. Toplu tapınma yüzünden birbirlerinin kanına girerlerdi. Kendilerine bir takım tanrılar icat ederler, birbirlerine " Tanrılarınızdan vazgeçin, bizimkileri kabul edin; yoksa sizi de tanrılarınızı da yok ederiz! "diye haber salarlardı. Bu kıyamete kadar böylece sürüp gidecektir. Dünyadaki tanrıları tüketince bu sefer de putlara tapınmaya başlayacaklardır. İnsan tabiatının bu temel sırrını biliyordun, bilmemene imkan yoktu, ama insanların sana kayıtsız şartsız tapınmasını sağlayacak biricik gerçeği bu dünyanın nimetlerini temsil eden bayrağı, göklerin ekmeği uğruna reddettin. Daha sonra yaptıkların da caba… Bunlar da hep hürriyet uğrunaydı. Dedim ya sana, zavallı bir yaratık olan insanoğlunun baş derdi, kendilerine doğuştan bağışlanan hürriyetten sıyrılıp bunu bir an önce başkalarına devredebilmektir. Hürlüklerini, vicdanlarını huzura kavuşturana pekala teslim edebilirler. Ekmek senin elinde emin bir zafer bayrağı olurdu, vereceğin ekmek uğruna insanlar önünde eğilirdi. Gerçekten, ekmek kaygısından daha önemli bir dava düşünülemez. Yalnız bir başkası ekmek verdiğin kişinin vicdanını çelerse, o zaman bu kimse uzattığın ekmeğe sırt çevirip vicdanını çelenin peşinden gidecektir; bunda sen haklıydın. Zira, insanların var olmasının sırrı yalnız yaşamakta değil, yaşamalarının nedenindedir. Ne için yaşadığını kesin olarak bilmeden insan yaşamayı kabul etmez, hatta dünya nimetlerine boğulsa bile kendini yok etme yoluna gider. Bu böyleyken ne oldu: sen insanların hürriyetlerini ellerinden alacak terde bunu daha da arttırdın. İnsanların iyiyle kötüyü diledikleri gibi seçmek hakkına pek değer vermediklerini; rahatı, hatta ölümü tercih ettiklerini unuttun mu? İnsan için vicdan hürriyeti kadar çekici ama o kadar da azap verici şey yoktur. Oysaki sen vicdan huzuruna güvenilir bir temel sağlayacak yerde - en olmayacak, kararsız, karanlık, insan gücünün üstünde birtakım şeyler peşine düştün. Bununla insanları sevmezmiş gibi hareket ettin. Hem de kim yaptı bunu - hayatını onların yoluna vermek için dünyaya gelen sen! İnsan hürlüğünü ele geçirecek yerde arttırdın, insanların iç alemine sonsuzluğa kadar sürecek çeşitli ıstıraplar kattın. Hiçbir baskının etkisinde kalmamış insan sevgisini arzuluyordun, seni içten severek çekici kuvvetine bağlanarak, kendiliklerinde, peşinden gelmelerini istedin. Eski, sert kanunlardan insan artık hürlükle, gözlerinde yalnız senin hayalinle kendi başına karar verecekti. Fakat seçme hürlüğü gibi ağır bir yük altında ezilenlerin, senin hayalini de verdiğin gerçeği de iteleyip, hatta seni bile inkara varacaklarını düşünmedin mi hiç? Sonunda gerçeğin sende olmadığını söyleyeceklerdir; böyle olmasa çeşitli kaygılar ve çözümsüz problemler bırakarak onların endişelenip üzülmesine sebep olmazdın. Böylece sen kendin krallığının temelini sarstın, bunda hiç kimseye suç bulma. Halbuki sana teklif edilen bu muydu? Sana baş kaldıran güçsüz isyancıların vicdanlarını, hem de kendi mutlulukları için ebediyen bağlayan, etki altında tutan üç kuvvet var: mucize, sır ve otorite. sen üçünü de teptin. Korkunç muzır akıl ruhu seni mabedin kulesine çıkarıp, gerçek Tanrı Oğlu olup olmadığını öğrenmek isterken, " Kendini aşağı at, diyordu. Zira, Kitaplarda, meleklerin O'nun yere düşmesine vakit bırakmadan kollarına alarak göğe çıkaracakları yazılıydı. Böylece Tanrı Oğlu olup olmadığını öğrenir ve tanrı Babana olan inancını ispat edersin." Ama sen bu teklifi kabul etmedin, kanmadın, kendini aşağı atmadın. Şüphesiz, bu, bir Tanrıya yakışır, gururlu, ihtişamlı bir hareketti. Ama insanlar, bu zayıf ruhlu, kendi arasında kaynaşıp duran sürü Tanrı değildi ki! Kendini aşağı atmak için bir adım atar gibi olsaydın, kıpırdansaydın azıcık, Tanrıya karşı gelmiş olurdun. O'na olan imanını kaybederdin, sonunda, kurtarmaya geldiğin toprağa düşerek ölürdün. seni iğfal etmeye uğraşan muzır akıllı Ruhun da istediği olurdu. Ama tekrar söylüyorum: Sana benzeyen kaç kişi çıkar? İnsanların böyle bir kötü çağrıya karşı koyabilecek güçte olduğuna bir an olsun inanabildin mi? Hayatın korkunç anlarında, iç alemin en önemli, acı problemleri karşısında sadece kalpten gelen kararlarla yetinilir mi? Evet. sen, kahramanlığının kitaplarda kalacağını, zamanın ve yeryüzünün en uzak sınırlarına yayılacağını biliyordun. Senin peşinden giden insanların Tanrıya bağlı oldukları için mucizeye ihtiyaçları kalmayacağını umdun. Ama insanın mucizeyi inkar eder etmez peşinden Tanrıyı da inkar etmeye kalkacağını bilemedin; oysaki bu böyledir, çünkü insan Tanrıdan çok mucize arar.üstelik mucizesiz duramayacağı için bu sefer kendisi bir takım yeni mucizeler yaratmaya kalkar. Üfürükçüler, büyücü, kocakarılar önünde dize gelir. Yüz kere asi, dinsiz veya din sapığı olsa da yapar bunu. Halk, " Çarmıhtan inersen sen olduğuna iman getiririz!" diye haykırışıp, seni alaya alırken çarmıhtan inmedin. İnsanların imanını mucizeye bağlamak istemedin; hür, açık bir inanç peşindeydi. Kuvvet korkusundan ezilmiş kölelerin yaltaklanıcı hayranlığını değil, hür, içten gelme sevgiyi bekliyordun sen. Ama bunda bile insanlara hak ettiklerinden daha büyük değer vermiştin: yaratılıştan isyancı oldukları halde sadece köledir onlar. Bak ve hükmünü ver. Onbeş yüzyıl geçti; git gör onları. Şu kendine kadar yücelttiklerinin halini gör! Yemin ederim - insan, onu bildiğinden çok daha zayıf, basit bir yaratıktır. senin yaptığını yapabilir mi, elinden gelir mi? Ona bu kadar değer vermekle, hiç acımazmış gibi gücünün üstünde çaba istedin ondan. Bunu sen, insanları canından fazla seven sen yaptın! Daha az değer verseydin, onlardan isteklerin de daha az olurdu, görev yükünü hafifletmekle sevgin onlara daha yakınlaşırdı. İnsanoğlu zayıf ve alçaktır. Varsın her yerde bize karşı baş kaldırıp isyanlarıyla övünsün. Çocukçadır, okul çocuklarının böbürlenmesine benzer bu… Çıngar çıkarıp öğretmenlerini sınıftan atan çocuklara benzerler: taşkınlığın sonunda nasıl olsa hesap vereceklerdir. Bunlar da tapınakları yıkarak dünyayı kana boğacaklar, sonunda, akılsız çocuklar ne derece yetersiz birer isyancı olduklarını, hiçbir sonuç elde edemeyeceklerini anlayacaklardır. Ahmakça göz yaşları dökerek, halkedenin onları asi olarak alay için yaptığını da kabul edecekler. Bunu acı bir umutsuzlukla söyleyecekler; sözleri Tanrıya küfür olduğu için bahtsızlıkları bir kat daha artacak. Gerçekten, insan tabiatının kutsallığı küfre hiç tahammülü yoktur, ergeç kendi kendini bu yüzden cezalandırır. Görüyorsun ya, insanların bugünkü kaderi sadece huzursuzluk, endişe ve bedbahtlıktan örülmüş. Hem de bunlar, hürriyetleri uğruna senin çektiklerinden sonra oluyor! Büyük Peygamberin hayalleri rumuzlu tasvirler ² arasında ölümden sonra ilk dirilmeyi gören tanıkların sözü ediliyor; her kabileden on ikişer kişiymiş. Bu kadar çok olduklarına göre, onlar da insan üstü, tanrılar gibi yaratıklar olsa gerek. Mademki onlar da senin çektiğini çektiler, yıllarca kupkuru çölde, çekirgeyle, nebat kökleriyle beslenerek yaşadılar, sen de bu hürlük, bağımsız sevgi çocuklarıyla, senin adına yaptıkları olağanüstü fedakarlılarıyla şüphesiz, övünebilirsin. Ama şunu unutma ki, onlar topu topu birkaç bin kişi ve adeta tanrısal insanlardı. Ya geri kalanlar?.... Ayrıca; öteki, zayıf insanlar güçlü olanların çektiklerini çekmedilerse suçlu mu sayılacaklar? Zayıf bir ruh, tabiatın imkan verdiğinden daha ağır bir yükü kaldıramıyorsa ne yapsın? Senin yalnız seçme kimseler, sadece onlar için geldiğin doğru muydu? Doğruysa bu, bizim anlayamadığımız bir sırrı kabul etmek gerekiyordu. Sırrı kabul edince de insanlara serbestçe kararının, ne sevginin önemi olmadığını, gerekirse vicdanın sesini körleterek itaat edecekleri sırrın ne olduğunu öğrettik onlara. Böyle yaptık işte. Senin eserine başka şekil vererek temelini mucize, sır ve otoriteye dayandırdık. İnsanlar bir sürü örnekte görüldüğüne göre, yüreklerinden onlara azap vermekten başka işe yaramayan yükün kalkmasına sevindiler, rahat nefes alabildiler. Böyle yapmakta, bunları öğretmekte haklı değil miydik, söyle. İnsanların aczini kabul ederek, yaratılış zaaflarını, hatta günahlarını hoşgörürlükle karşılayarak yüklerini hafifletmekle onlara sevgimizi göstermedik mi? Şimdi buraya gelip bize ne diye engel olmak istiyorsun? Derin, içli bakışını üzerime dikmiş neden yanık yanık seyrediyorsun beni? Hadi darıl bana, senin sevgini istemiyorum, çünkü ben de sevmiyorum seni. Bunu ne diye saklayayım? Kiminle konuştuğumu bilmiyor muyum sanki?... Sende sana söyleyeceklerimi biliyorsun, bunu gözlerinden okuyorum. Sırrımızı nasıl saklarım senden? Ama bunu ille ağzımdan duymak istiyorsan - hay hay, dinle! Hem çoktandır, sekiz yüzyıldır seni bırakıp O'ndan yana olduk. Tam sekiz yüzyıl önce sana dünyanın bütün krallıklarını göstermiş, bağışlamak istemişti; bu nimetleri nefretle teptin. Biz aldık onları. Roma ile Sezar kılıcını O'nun elinden kabul edince kendimizi yeryüzünün tek hakanı ilan ettik. Gerçi eserimizi henüz tamamlayamadık ama suç kimde? Evet , eserimizin başlangıcındayız, ama başladık ya!...Tamamlanmasına daha çok var, toprak ana çok çekecek daha, gene de biz gayemize ulaşacağız; dünyanın hakimi olacak, sonra da bütün insanların mutluluğunu düşüneceğiz. Oysaki sen Sezar kılıcını daha o zaman alabilirdin. Niçin teptin o son bağışı?... Kudretli Ruhun sonuncu öğüdünü kabul etseydin insanları yeryüzünde bütün aradıklarına kavuştururdun. Onlara tapınacak, vicdanlarına bekçilik edecek hepsini ahenkli, barışsever karıncalar gibi, birbirine bağlı bir kütle halinde getirecek bir varlık sağlamış olacaktın. İnsanların üçüncü ve son evrensel birleşme ihtiyacıdır. Öteden beri yeryüzünde toplu olarak yaşama çabası içindeydiler. Tarihleri büyük olan birçok millet gelip geçti. Ama hepsi büyüklükleri ölçüsünde bahtsız oldular. Çünkü insanların evrensel birleşme ihtiyacını diğer milletler arasında en çok onlar duydular. Bütün dünyayı elde etmek isteğiyle yeryüzünden kasırga gibi gelip geçen Timur, Cengiz Han gibi büyük fatihler belki de bilmeden hep insanların o yenilmez evrensel birleşme ihtiyacına cevap vermişlerdi. sen de Sezar hükümranlığını eline alarak evrensel bir krallık kurar, dünyayı huzura kavuştururdun, çünkü insanlara vicdanlarını ve ekmeklerini elinde tutanlardan başka kim hükmedebilir? Böylece Sezar kılıcı bizim elimize geçti; sonra da seni reddederek ötekinin peşinden gittik. Ama akıl serbestliği, ilim ve yamyamlık hengamesinin ardının alınmasına daha yüzyıllar var… Zira bizi hesaba katmadan Babil Kulesini yükseltmeye başlayan insanın son yapacağı yamyamlıktır. O zaman karşımızda yerlerde sürünerek ayaklarımızı yalayan, kanlı göz yaşları döken bir hayvan göreceğiz. Hayvanın sırtına binerek, üzerinde " Sır " yazılı kupayı havaya kaldıracağız. İşte insanlar ancak o zaman huzura, mutluluğa kavuşacaklar. sen seçtiklerinle övünebilirsin ama topu topu bir tek sınıfa sahip olduğunu unutma! Oysaki biz herkesin derdine deva bulacağız. Öte yandan seçtiğin, seçilmeye layık, güçlü kimselerden çoğu beklemekten yoruldular; ruhlarının, kalplerinin bütün güç ve ateşini başka alanlara verdiler. Sonunda sana isyan bayrağı açacakları yüzde yüz…Bu bayrağı onlara sen kendi elinle verdin. Oysaki bizde herkes mutlu olacak, bağışladığın hürlük havasında her yerde yaptıkları gibi ne isyan edecek ne birbirlerine kıyacaklar. Evet, ancak hürlüklerini ellerimize teslim ederek gösterdiğimiz yoldan gidince tam manasıyla hür olacaklarına inandıracağız onları. Peki, haklı mıyız yoksa yalan mı söylüyoruz? Verdiğin hürlüğün onları nasıl bir köleliğe, şaşkınlığa götürdüğünü hatırlayınca haklı olduğumuza inanacaklar. Hürlük, fikir serbestliği ve ilim onları öyle içinden çıkılmaz bir hale sokacak, öyle akıl ermez sırlarla karşı karşıya kalacaklardı ki, isyancı ve haşin olanlar kendi kendilerini yok edecek; gene asi ama güçsüz olan başkaları birbirlerine kıyacaklardı. Sağ kalan üçüncüler, aciz ve bahtsızlar, ayağımıza gelip " Evet, haklısınız; diyecekler. O'nun sırrı yalnız sizin elinizde; size döndük, bizi kendimizden koruyun! É ekmeği elimizden alırken, şüphesiz, bunun kendi el emekleri olduğunu, bizim mucize falan yaratmadan, taşları ekmek yapmadan sadece onlardan aldığımızı gen onlara dağıttığımızı görecekler. Ama sevinçleri yüzde yüz ekmeğe kavuşmalarından çok bunu elimizden almalarından doğacak. Çünkü bundan önce ellerindeki ekmek taş haline gelirken, bize sığındıktan sonra taşların olduğunu hatırlarında tutacaklar. Kayıtsız şartsız itaat etmenin gerçek değerini çok, çok iyi anlayacaklar! Ama bunu anlayana kadar insanlar bedbahtlıktan kurtulamayacaklar. Bunun da en büyük nedeni kim, söylesene! Sürüyü kim parçalayıp bilinmez yollara sürdü? Ama sürü gene toparlanıp uslanacak, hem de son olarak artık. O zaman biz onlara, yaratılışlarına göre, yani zayıf yaratıkların kaldırabileceği sakin, kendi halinde bir mutluluk bağışlayacağız. Gururdan vazgeçireceğiz onları. sen, paye vermekle gururu öğrettin onlara. Aciz, güçsüz çocuklar olduklarını ama en tatlı mutluluğun da çocuk mutluluğu olduğunu ispat edeceğiz. O zaman pısırıklaşıp, tıpkı korku içinde ana tavuğun kanatları altına üşüşen civcivler gibi bize sokulacaklar. Milyarlık bir sürüyle baş edebildiğimiz için kudretimize, zekamıza hayranlık duyarak bizimle övünecekler. Akıllarını yitirecek derecede hiddetimizden korkarak çocuklar veya kadınlar gibi sulu gözlü olacaklar; ama bir işaretimizle göz yaşlarından neşeye, gülmeye, temiz bir sevince ve mutluluk dolu çocuk şarkılarına geçecekler. Tabii çalıştıracağız onları, ama işten arta kalan zamanlarını çocuk oyunlarına benzeyen şarkılar, korolar ve masum rakslarla dolduracağız. Hatta günah işlemelerine de izin vereceğimiz için çocukça sevecekler bizi. İznimizle işlenen bütün günahların bağışlanacağını; onları sevdiğimiz için buna göz yumarak günahlarının cezasını üzerimize aldığımızı söyleyeceğiz. Alacağız da; onlar da Tanrıya karşı günahlarının sorumluluğunu yüklendiğimiz için velinimetleri gözüyle bakacak, tapacaklar bize…Bizden gizli hiçbir şeyleri olmayacak; karılarıyla, metresleriyle yaşamaya, çocuk yapıp yapmamalarına hep bize gösterdikleri itaate göre ya izin verecek, ya da yasak edeceğiz. Sözümüze seve seve, candan gönülden uyacaklardır. En koyu vicdan sırlarını, her şeyi, her şeyi bize taşıyacaklar, biz de hepsine yol göstereceğiz. Kararlarımızı sevinçle kabul edecekler, çünkü bu şekil onları bugünkü şahsi serbest karar verme azabından kurtaracak. Böylece başlarında onları idare eden birkaç yüz bin kinin dışında kalan milyonlarca insan mutlu olacak. Yalnız sırların koruyucusu bizler bedbaht olacağız. Yeni doğmuş milyarlık mutlu bir kuşağın yanında iyilikle kötülüğü bilmek uğursuzluğuna uğramış yüz bin bahtsız bulunacak. Bu yüz bin senin uğruna sessizce, belirsizce sönüp gidecek, üstelik öbür dünyada da kaderleri sadece ölüm olacak. Biz, iyiliklerini düşünerek sırlarımızı saklamaya devam edeceğiz. Gökte alacakları ölümsüz mükafatlardan söz açarak avutacağız onları. Ama ölümün ötesinde bir şey varsa bile bunun onlar gibiler için olmadığını elbette biliyoruz! Bazı söylenti ve kehanetlere göre, sen yeryüzüne bir daha gelip zaferler kazanacaksın. Başı dik, gücü yerinde müritlerinle birlikte gelecekmişsin. O zaman, onlar yalnız kendilerini selamete çıkardılar, biz hepsini kurtardık; diyeceğiz. Söylentilere göre, hayvana binmiş, ellerinde Sırrı tutan zaniyeyi isyan eden acizler alaşağı edip erguvan örtülerini parçalayacaklar, mekruh gövdesini çıplatacaklarmış ² ...O zaman ben milyarlarca mutlu, günah bilmez kulu göstereceğim sana. Saadetleri uğruna günahlarını kabullenen biziz. senin karşına çıkarak, "Elinden gelirse, cesaretin varsa suçlandır bizi! Diyeceğiz. Bil ki, ben de çölde kaldım, çekirgelerle, bitki kökleriyle beslendim, insanlara bağışladığın hürlüğü ben de kutsadım, ben de " sayı doldurmak için" güçlü yakınlarının saflarına katılmaya hazırlanıyordum. Ama sonunda ayrıldım, deliliğe hizmet etmek istemedim. Döndüm ve senin eserini düzelten kütleye katıldım. Gururlu olanlardan ayrılarak mutluluklarını sağlamak için alçak gönüllülerin yanlarına döndüm. Sana söylediklerimin hepsi gerçekleşecek ve hükümranlığımız kurulacaktır. Tekrar ediyorum, bu sürünün bize nasıl itaat ettiğini - yarından tezi yok - göreceksin. İşlerimizi karıştırmaya geldiğin için yakacağım seni, onlar da ilk işaretimle ocağı beslemeye koşacaklar. Evet, yakılmayı en çok hak eden biri varsa, o da sendin. Yarın yakacağız seni. Dixi ³
Dipnotlar:_________
¹ İncil'e göre İsa vaftizinden sonra çölde kırk gün kırk gece oruç tutup ibadet etmiş. Açlık hissettiği bir anda Şeytan gelip ona " Tanrı oğlu isen, buradaki taşları ekmek haline getir, karnını doyur; demiş. İsa, " Kitaplarda - Yalnız ekmekle yaşanmaz yazılıdır; cevabını vermiş. Bunun üzerine Şeytan İsa'yı kutsal şehre götürüp bir kilisenin en yüksek kulesine çıkarmış. " Tanrı oğlu isen, kendini aşağı at, demiş. Çünkü Kitaplar, böyle bir şey olunca meleklerin kollarını uzatarak seni tutacaklarını yazıyor. İsa, " Tanrımı denemeye kalkışma" sözleriyle Şeytanın ikinci iğvasını da reddetmiş. Şeytan da bu defa onu yüksek bir dağa götürmüş. Yukardan, aşağıya serilmiş dünyayı göstererek " Bana Secde edersen hepsi senin olur! " demiş. İsa, ancak Tanrının önünde secde edildiğini söyleyerek Şeytana onu rahat bırakmasını emretmiş, ibadetine devam etmiş.
² İohanna'nın Apokalyps'i
³ Latince: " Sözüm bitti" anlamına gelir.
Dipnotlar:_________
¹ İncil'e göre İsa vaftizinden sonra çölde kırk gün kırk gece oruç tutup ibadet etmiş. Açlık hissettiği bir anda Şeytan gelip ona " Tanrı oğlu isen, buradaki taşları ekmek haline getir, karnını doyur; demiş. İsa, " Kitaplarda - Yalnız ekmekle yaşanmaz yazılıdır; cevabını vermiş. Bunun üzerine Şeytan İsa'yı kutsal şehre götürüp bir kilisenin en yüksek kulesine çıkarmış. " Tanrı oğlu isen, kendini aşağı at, demiş. Çünkü Kitaplar, böyle bir şey olunca meleklerin kollarını uzatarak seni tutacaklarını yazıyor. İsa, " Tanrımı denemeye kalkışma" sözleriyle Şeytanın ikinci iğvasını da reddetmiş. Şeytan da bu defa onu yüksek bir dağa götürmüş. Yukardan, aşağıya serilmiş dünyayı göstererek " Bana Secde edersen hepsi senin olur! " demiş. İsa, ancak Tanrının önünde secde edildiğini söyleyerek Şeytana onu rahat bırakmasını emretmiş, ibadetine devam etmiş.
² İohanna'nın Apokalyps'i
³ Latince: " Sözüm bitti" anlamına gelir.
27 Nis 2011
yer altindan notlar
Siz insanların çıkarlarının yalnızca doğal, olumlu konularla ilgili bulunduğunu, yani refahın insan çıkarlarıyla ilgili olduğunu niçin bu kadar kesinlikle düşünüyorsunuz? İnsan aklının çıkarlarla ilgili konularda aldandığı olmuyor mu hiç? Belki de insan yalnızca refahtan değil, acıdan da aynı ölçüde hoşlanıyor. Hatta acının mutluluk kadar yararlı olduğu bile düşünülebilir. İnsanın yeri geldiğinde acıyı, tutkuya varan derecede sevdiği bir gerçektir. Bunu anlamak için insanlık tarihine bakmaya gerek yok, yaşamın ne olduğunu bilen bir insansanız kendi kendinize sorun yeter. Benim kişisel düşünceme göre, yalnızca refahı sevmenin biraz ayıp yanı bile vardır. İyi mi kötü mü olduğunu bilmem ama bazen bir şeyleri kırıp dökmenin bile kendine özgü bir tadı olabiliyor. Bu açıdan, ben ne yalnız başına refahı, ne de yalnız başına acıyı yeğlerim. Ben kişisel kaprisimden, onu istediğim anda tatmin edebilme olanağımın olmasından yanayım. Komedilerde acının yerinin olmadığını biliyorum. Acı, camdan saraylara ise tümüyle yabancıdır. Acı,kuşku demektir, yadsıma demektir. İçimizde kuşku uyandıran bir camdan sarayı düşünemeyiz bile. Bununla birlikte insan gerçek acıyı tatmak istediğinden, çevresinde bir kargaşa yaratmak, yok etmek, dağıtmak hevesinden asla kendisini uzaklaştıramaz. Bizim manevi varlığımızın biricik kaynağı acı değil mi?
16 Şub 2011
İnsan kendisine karşı tümüyle içten olabilir mi? | Yeraltından Notlar
”İnsan kendi kendisine karşı tümüyle içten olabilir mi?… Heine öz yaşam öyküsü yazmanın hemen hemen olanaksız olduğunu, insanın kendisinden söz ederken birtakım yalanlar katabileceğini söyler. Heine’ye göre Rousseau ‘İtiraflar’ adlı kitabında mutlaka yalan üstüne yalan kıvırmış, üstelik bunları gururu sebebiyle bilerek, isteyerek yapmıştır. Ben de Heine’nin haklı olduğuna inanıyorum. İnsan gerçekten de bazen yalnızca gururu nedeniyle kendisini cinayete kadar uzanabilecek yalanlara bulaştırabilir. Bunun ne biçim bir gurur olduğunu da çok iyi anlıyorum.
Ama Heine, itirafını topluma, başkalarına sunan bir kimseden söz ediyordu. Oysa ben yazdıklarımı yalnız kendim içim yazıyorum.”(s.55) der Yeraltından Notlar’da Dostoyevski. Hilmi Yavuz Üç Anlatı adlı eserinin birinci anlatısı olan Taormina adlı bölümünde Dostoyevski’nin bu cümlelerini tırnak içinde ama isim vermeden aktarır (metinlerarasılıktır ve bu, dikkatli, zeki okuyucuya bir göndermedir) şöyle der: “Böyle dedim -ve bir gün, nescafeme süt koymayı unutarak, romanıma başladım.” 1 Otobiyografik roman yazacağından bahseder okuyucuya, kendi otobiyografisinin artık roman olacağını ve otobiyografi kabul edilmeyeceğini düşündüğü için. Bu baştan, eserime yalan katacağım ve anlattıklarımın hepsine inanmayın, demenin diğer yoludur ya da otobiyografinin bir yeniden yaratma, kurgu olduğunu söylemenin değişik biçimi. Bu noktada akla gelen soru şudur, Dostoyevski’nin okuyucusuna aktardıklarından ne kadarı gerçektir? Örneğin romandaki kahramanın kendisine iki yıl önce çarpan subaydan intikam alabilmek için mektupla onu düelloya çağırması ama mektubu göndermemesi, yolda ona çarparak onurunu, gururunu kurtarmak için planlar yapması, hangi mesafeden ne miktarda çarpacağını düşünerek geceleri uykusuz kalması… ya da Simonov’un evinde karşılaştığı eski okul arkadaşlarına kendisini zorla istenmediği bir yemeğe davet ettirmesi ve orada kavga çıkarmaya çalışması ya da randevu evinde tanıştığı ve -kırılan gururunun acısını çıkartığı- Lisa?…gerçek midir? Genç Dostoyevski bunları yaşadı mı ve kırk yaşında olanı, olanın ne kadarını aktardı ya da ne kadarına yalan kattı, cevabını bilmemizse mümkün değil. Aslında bu metin geçmişe bakışla hatırat/anı, okuyucuyla içten samimi konuşma ve tartışmalarla sohbet, içindeki olaylarla otobiyografik bir roman birlikteliğinde kompleks bir anlatı özelliği taşımakta. Bu noktada anlatı, birçoklarının dediği gibi sadece bir kurgu/fiction ve kahramanı da bir kurgu-karakter; ya da André Malraux: “Her roman aslında bir otobiyografidir.”dediği gibi, gerçeğe biraz daha yaklaşan ya da gerçeği değiştiren bir otobiyografik roman mıdır sorusunun cevabı nedir? Dostoyevski’e göre cevap şöyledir:
”Bu notlar da bunların yazarı da besbelli hayal ürünüdür. Bununla birlikte, toplumumuzun durumunu, yapısını göz önüne alacak olursak, bu notların yazarı gibi kişilerin aramızda bulunmasının yalnızca mümkün değil, aynı zamanda zorunlu olduğunu kabul ederiz. Benim bütün istediğim, pek yakın bir zaman öncesinin tiplerinden birini herkesin gözü önüne daha açık olarak sermektir. Bu tip, henüz tükenmemiş bir kuşağın temsilcisidir.”2 ve başka yerde de şunu: “…aklı başında ve namuslu bir adamın sözünü etmekten en çok hoşlanacağı konunun ne olduğunu bilir misiniz? Cevabı, kişinin bizzat kendisidir… şimdi ben de size kendimden bahsedeceğim…”(s.12)
Tam kırk yaşında yazmıştır Dostoyevski Yeraltından Notlar’ı.3 Roman kahramanın/kendisinin, kırk yaşın olgunluğundan genç kahramana bakışıdır aslında bu eser. Kırk yaşın yazar için sorgulama dönemi olması ve geçmişine bakışını tamamen değiştirmesidir bu eserin ortaya çıkış nedeni. Dostoyevski anlatısında, “tüm güzel ve yararlı şeyler kırk yaşımda bana önemli ölçüde sıkıntı verdi ama bu kırk yaşındayken oldu.”(s.31)der ve kahramanının gençlik halinin kritiğine başlar bu sözden sonra.
Yeraltı, kendine ait bir alan, bir gizil köşe, dünyayı izlediği gözetleme kulesidir ama bir fildişi kule değildir. “Vardığım sonuca göre, en iyisi hiçbir şey yapmamak! Her şeyden iyisi, bir köşeye çekilip seyirci kalmak. Onun için yaşasın yer altı!”dese de anlatının kahramanı, engel olamaz arzularına ve bir şey yapmadan duramaz, yazar ve yazdıklarını kendine ait odanın dışına, yer altını yer üstüne taşır. Daha fazlasını ister, yazmak değildir sadece istediği, herkesten, çevresinden daha iyidir, üstündür, zekidir ve istediği yerde değildir, geçim telaşı ona istediklerini yapma fırsatı vermez. Kendine ait odası vardır ama o oda kiralıktır. Kızgındır bu yüzden ona hak ettiği değeri ve saygıyı göstermeyen çevresine ve yer altı; sevgiden çok nefret, mutluluktan çok hüzün, acı doludur. Gençliğinin tüm hayalleri, hüzünleri, istekleri, hezeyanları, sorgulamaları, gitgelleri, küstahlık ve pişmanlıkları… hepsi onun gizli kalmış tarafından yer üstüne, kağıda, okurun gözüne sunulurlar -çünkü daha görkemlidirler kağıdın üstünde- tam da okuyucusuyla sohbet eder havasında ama aslında kendisine tam bir iç döküş, günah çıkartma havasında. Kendi soruları kadar okuyucunun kendisine soracağı sorulara da cevap verir. Küstahtır yeri geldiğinde, kimi yerde ise bir örümcekten daha değersiz ve var olma, varlığını ispatlama derdindedir. İkinci bölümün başına şöyle başlar Dostoyevski ve bu ifadeler ilerde Kafka’yı etkileyecek ve onun Değişim adlı (Gregor Samsa’yı anlatan) romanının esin kaynağı olacaktır:
”Değerli okurlarım, şu an siz dinlenmek isteseniz de istemeseniz de ben sizlere bir şey bile olamadığımı anlatmak istiyorum. Tüm içtenliğim ve ciddiliğimle söyleyeyim, böcek olmayı bile şiddetle istedim. Ama ne yazık ki buna bile ulaşamadım.”(s.13) “Oysa orada bana bir böcek kadar bile değer vermediler.”(S. 66) “Ben, herkesten daha akıllı ve daha soylu, daha kültürlü olan ben; başkalarının karşısında ezilip büzülmekten, onların horlamaları karşısında yıkıla yıkıla, zararlı iğrenç bir böcek durumuna düşmüştüm ve bunu düşündükçe eriyor, kahroluyordum.”(s. 70)
Kendisini böyle önemserken, içine düştüğü durumlarla baş edemeyen ve kendisini istenmeyen, hor görülen, düzeyinin altında muamele edilen bir insan olarak görmek, aslında insan olarak görememek ve bir böcekten aşağı olduğunu vehmederek her şeyden ve özellikle kendisinden nefret etmek. Aslında subay Nevskiy’le yaşadığı aslında yaşamadığı ama yaşamayı çok istediği olayda bu duygunun sebebi bellidir. “Bu subaya karşı sokakta bile eşitmişiz gibi davranamadığım için kendimi yiyip bitiriyorum.”(s.70)derken, hiyerarşinin ezdiği bir egonun eşitsizliğe duyduğu hıncı dile getirir.
Aşk anlayışını tembellik ve boşluk duygusuna bağlar kahraman. “İnanır mısınız? İki kez de böyle aşık olmayı denedim ve bu yüzden olmadık acılar da çektim. Kalbimin bir köşesinde bu acıya inanmamazlık ve hem de bu acıyla alay etmek yeşerirken, yine de acı çekmeyi sürdürdüm. Üstelik sırılsıklam bir aşık gibi kıskanıyor ve kendimi kaybediyordum. Bunun tek sebebi can sıkıntısıydı. Maalesef bu bir can sıkıntısı… Tembelliğin ve bir şey yapmamanın verdiği can sıkıntısı beni eziyordu. Bunun sonucu da haylazlığa yöneliyordum. Zaten bu haylazlık, bilincin doğal ürünü olan tembellikten başka nedir ki?” (s.28)
Kahramanın kendisini akıllı ve zeki kabul etmesinin sebebi ise bir hayli ilginçtir: “Değerli okurlarım, belki de benim kendimi akıllı ve zeki sanmamın tek sebebi hayatım boyunca başladığım bir işi bitirmemiş olmamdır. Ben de herkes gibi geveze, boşboğaz, can sıkıcı birisi olayım ne çıkar! Her akıllı ve zeki insanın önce geveze olması, elbette havanda su dövmesi alnına yazılmışsa elden bir şey gelebilir mi?”(s.29)
Ve birçok yazarın da değindiği 19.yy. aydınının psikolojisi, değerleri ve var olma edimlerinin keskin eleştirisi. Kitap boyunca adı olmayan ama aydın olarak betimlenen karakterin kendisini de aynı sınıfa sokarak yaptığı değerlendirmelerden bazıları şunlar:
”Değerli okuyucularım, and içerim ki, her şeyi tam anlamıyla algılamak bir hastalıktır. İnsanın günlük yaşamı için çok daha yalın bir anlama gücünün, şu kadersiz on dokuzuncu yüzyıl aydınının payına düşen anlayış gücünün yarısı, hatta dörtte biri bile yeterlidir. Hele bu insanlar yeryüzünün en duyarsız, en fırsatçı kentlerinden biri olan Petersburg’ta oturmak gibi bir felakete de uğramışlarsa daha azı bile yeter.”(s.13)
”Değerli okuyucularım, sizlerden özür dilerim, diş ağrısıyla iç içe yaşayan şu on dokuzuncu yüzyıl aydınının sızlanmalarına, inlemelerine, hastalığının ikinci, üçüncü, dördüncü gününde bir kulak verin. Artık onların inlemesi, ilk gündeki gibi, yalnızca diş ağrısından ileri gelen, kaba bir köylünün inlemesinden oldukça farklı olduğunu söyleyebilirim. Topraktan ve halkın özünden sıyrılıp uygarlıktan, Avrupa kültüründen bir şeyler kapmış bir insana yakışır biçimdeki inlemelerdir. İnlemesi gitgide çirkinleşerek, sonunda pis bir hırçınlığa dönüşür… Yanlarında çırpınıp durduğu ailesinin, yakınlarının ona hiç inanmadığını, usanç içinde bu kişinin şımarık ve yapmacıklı durumundan uzak kalarak acısını daha doğal ve yalın bir şekilde sürdürdüğünü düşündüklerini çok iyi bilmektedir. Bu algılama ve rezilliğini böyle duyumsaması, bu işten aldığı zevkin belki de en yüksek noktasıdır…”(s.24)ve ekler okuyucusuna “bu hazzın tüm içtenliğine inebilmeniz için daha gelişmeniz, üstün bir kavrama gücüne ulaşmanız gerekiyor.(s.24) Siz bunu anlamıyor ve gülüyorsunuz. Ama öyle mi? Sevindim. Şüphesiz ki şakalarımın zevksiz, karışık ve berbat olduğunun bilincindeyim. Ayrıca güvenim de yok. Ama bu benim kendime karşı saygı duymadığım için böyle. Neyse! Tam anlamıyla anlama gücüne sahip bir insan hiç kendine saygı duyabilir mi?…”(s.25)
”Çağımızın bütün aydınlarınınki gibi bende de hastalıklı bir zihin gelişimi vardı. Bu aydınların tümü de birbirinden mıymıntı, bir sürünün koyunları gibi birbirinin aynıdır. Belki de dairemizde emek verenlerin içinde yalnız ben aydın olduğum için, kendini ürkek, köle ruhlu duyumsayan tek kişi de bendim. Yalnız duyumsamak olsa yine iyi, ben gerçekten köle ruhlunun, korkağın alçağın biriyim. Çağımızda aklı başında olan her insan korkaktır, köle ruhludur ve ne yazık ki böyle olmak zorundadır.”(s.61)
”Bizler hayata olan alışkanlığı kaybettiğimiz, topallaya topallaya yürüdüğümüz için, yazdıklarım etkili olacak. Bizim hayata karşı duyduğumuz yabancılaşma, canlı hayattan tiksinecek, onun ismini bile duymak istemeyecek derecededir. Üstelik bu canlı yaşamı, bir iş gibi, bir görev gibi kabul ediyoruz ve onu kitaptan öğrenmeyi daha üstün olarak tutuyoruz.”(s.158)
Kalıplara, duvarlara karşı çıkar kahraman ve özgür düşünceye önem verir:”Sözün gelişi, sana maymundan geldiğimizi kanıtlamışlarsa, bu gerçeği yüzünü buruşturmadan kabul edeceksin. Gövdendeki tek bir yağ damlasının senin için yüz binlerce hemcinsininkinden değerli olması gerektiği; erdem, sorumluluk, safsata, boş inanç denen şeylerin hep bu sonuca göre çözümlendiği kanıtlanırsa yine olduğu gibi kabul edeceksin, çünkü matematiğin ‘iki kere iki dört eder’ kesin sonucu vardır bunlarda. Hele bir karşı durmaya kalkın; ‘Aman efendim, nasıl karşı çıkarsınız? Bu, iki kere ikinin dört etmesi kadar açıktır! Doğa size danışmaz, onun sizin isteklerinizle, yasalarının hoşunuza gidip gitmediğiyle işi yoktur. Doğayı olduğu gibi, bütün sonuçlarıyla kabul etmek zorundasınız. Duvar duvardır vb. vb.’ diye bağırırlar. Aman tanrım, herhangi bir sebepten ötürü doğa yasaları ile iki kere ikinin dört ettiği hoşuma gitmiyorsa, bana ne bu yasalardan, bana ne aritmetikten? Duvarı delmeye gücüm yetmiyorsa, ‘ille deleceğim’ diye yırtınmam elbette; ama önümde yıkmaya gücümün yetmediği bir taş duvar bulunmasına da razı olamam.”(s.20-21)
Ve kahramanın, yazma ve yazdıklarını okutma isteğinin kendince açıklamaları:
”Ama bütün bunları yayınlatarak, ayrıca sizlere okutacağımı düşünüyorsanız eğer, aklınıza şaşarım doğrusu. Sonra sizlere ‘Sayın baylar, değerli okuyucularım!’diye niçin hitap ettiğimi de bilmiyorum. Yazmaya başlamak istediğim itiraflar ne yayımlanabilir ne de başkaları tarafından okunabilir. Ya da şöyle söyleyebilirim, ben kendimde bunu yapacak cesareti bulamıyorum, ayrıca buna gerek de duymuyorum. Yalnız içimde şaşılacak bir istek var, bu isteğe boyun eğmeye karar verdim.”(s.54-55)
”Oysa ben yazdıklarımı yalnız kendim için yazıyorum. Okuyucularıma niçin mi sesleniyorum? Bunun daha kolay olduğunu düşündüğüm için böyle yazıyorum.”(s.55)
”Bu yazıları yazmamdaki asıl hedefim nedir? Yazmamın sebebi okuyucular değilse, anılarımı kağıda dökmemin bir anlamı var mı? Beynimde de tutabilirdim. Kağıt üzerinde görkemli duruyor. Öylece etkisi artmış olarak kendi kişiliğim hakkında daha ciddi olarak karar verebileceğim ve anlatımımın keskinliği de artacak, belki de içimdekileri kağıda dökmekle rahatlayacağım… anı yazmak da bir çeşit iş değil midir? Çalışmanın insanı iyi ve namuslu yapacağını söylerler. İyi, hiç olmazsa bu da bir şans.”(s.56-57)
”Notlar’ımı burada bitirsem mi? Zaten bunları yazmakla da yanlışlık yaptım, diye düşünüyorum. Bunları yazarken de utançla dolmaktan kendimi kurtaramıyordum. Belki de benimkisi, edebi bir yapıt yazmak değil de suçlarımın bedelini ödemek oldu…(s.158) Fakat bu çelişkiler içindeki hastanın Notlar’ı burada bitmiyor. O dayanamadığı için yazmayı sürdürmüştü. Fakat zannediyorum ki biz burada bir yolunu bulup durmalıyız artık…”(s.160)
Dostoyevski, Yeraltından Notlar’da bir anti-karakter yaratır ve kendi ifadesiyle, bir kahramanın karşıtı ne varsa, özellikle bir araya getirir. Bu kahramana; 19.yy. aydınını, aşkı, sistemlerin vaat ettiği iyileşme ve kötülüğün ortadan kalkacağı… gibi söylemleri, uygarlık nedir’i, akıl-istek ayrımını, insanlık tarihini, irade nedir’i, insanın yapmak-yıkmak eğilimini, insanın arayışını, öz yaşam öyküsünün yazılıp yazılamayacağını, yazma isteğini, kendine olan nefretini, duygularındaki tutarsızlıkları, Rus-Alman ve Fransız romantiklerinin ayrımını, okuduğu kitapların kişiliğine etkisini, hiyerarşinin bireyde yol açtığı ezik egoyu, hayallerini ve hayallerindeki olmak istediği kahraman karakterini, çocukluk ve gençlik anılarının içindeki sevgisizliği ve nefreti körüklediğini, evlilik hakkındaki görüşlerini, kadın, aile, kadın bedeninin aşkla yükseleceğini ve satılık kadın bedeninin kadını nasıl aşağıladığını ve bu kadınların insanlar tarafından nasıl kullanıldığını, insan nedir’i sorgulatır ve tüm bu sorgulamalarda zıtlıklarla dolu olan ve hayata karşı yabancılaşma yaşayan asosyal bireyi, özellikle de aydın -hatta daha özelde Rus aydını- üzerinden ele alır. Orhan Pamuk, Yeraltından Notlar için anlatının arka kapağında şu tespitlerde bulunur: “Bugün insan anlayışımızda, kendi kokumuz, pisliğimiz, yenilgilerimiz ve acılarımızı sahiplenip sevebilmek ve aşağılanmanın zevklerinde bir mantık olduğunu kabul etmek varsa bu görüşün başlangıcı Yeraltından Notlar’dadır. Modern edebiyatta pek çok yeniliğin, Dostoyevski’nin Avrupa düşüncesine yatkınlığıyla ona duyduğu öfke, Avrupalı olmak ile Avrupa’ya karşı çıkmak arasında hissettiği kahredici gerginlikten çıktığını hatırlatmak gene de rahatlatıcı… Bir yandan Rusya’da işlerin Batılılaşma ile yürütülebileceğini bilmesi, öte yandan da Batılılaşmacı, materyalist ve mağrur Rus aydınlarına duyduğu öfke, ya da Dostoyevski’nin bilgisi ile öfkesi arasındaki gerginlik Yeraltından Notlar’ın tuhaflığı, değişikliği ve özgünlüğünü çıkardı ortaya.”
Hayatına baktığımızda, gençken liberal özgürlükçüdür Dostoyevski. Sibirya sürgünü, sara hastalığı ile o, sürgün dönüşünde geleneklerine bağlı, dini ve kiliseyi el üstünde tutan, sağcı hatta ulusalcı bir kimliğin sahibidir. Genç Dostoyevski, kırk yaşından fazla yaşamak bence ayıp bir şeydir derken hem de, 100 yaşına dek yaşamış ve dünya edebiyatına Suç ve Ceza, Kumarbaz, Ebedi Koca, Budala, Ecinniler, Delikanlı, Karamozov Kardeşler, Ölüler Evinden Anılar, Beyaz Geceler… gibi başyapıtlar kazandırmıştır. Tüm bu yapıtlar için ne söylenebilir? Hermann Hesse, bir denemesinde Dostoyevski için: “Dostoyevski, ancak kendimizi berbat hissettiğimizde, acı çekebilme sınırımızın sonuna varmışsak ve yaşamı bütünüyle alev alev yanan bir yara diye algılıyorsak, eğer artık yalnızca çaresizliği soluyorsak ve umutsuzluğun bin bir ölümünü yaşamışsak, işte ancak o zaman okumamız gereken bir yazardır. Ancak o zaman, yani acıdan yapayalnız kalmış, felce uğramış olarak yaşama baktığımızda, o vahşi ve güzel acımasızlığı içersinde yaşamı artık anlayamaz olduğumuzda ve ondan hiçbir şey istemediğimizde, evet, ancak o zaman bu korkunç ve görkemli yazarın müziğine açığız demektir. Böyle bir durumda artık birer izleyici olmaktan, yalnızca okuduklarımızın tadına varıp onları değerlendirmekle yetinen kişiler olmaktan çıkmış, Dostoyevski’nin eserlerindeki o zavallı ve yoksul kardeşlerin arasına katılmışız demektir; o zaman biz de onların acılarını çekeriz, onlarla birlikte, soluk bile almaksızın, yaşamın anaforuna, ölümün sonrasız öğüten değişmenine bakışlarımızı dikip kalırız. Ve yine ancak o zaman Dostoyevski’nin müziğine, bizi teselli etmek için söylediklerine, sevgisine kulak veririz; ancak o zaman onun korkutucu, çoğu kez cehennemden farksız dünyasının anlamını kavrarız.”4 der, aslında bu sözler, Dostoyevski’nin roman dünyasının özeti gibidir ve Dostoyevski okuyucusu iseniz onun kahramanlarından birinin bir özelliği mutlaka sizi size anlatıyordur hem de hiç taviz vermeden ve ölçülü olmak kaygısına düşüp de gerçeği gizlemeden, çarpıtmadan.
Yazarın, “…sizlerin yarı yolda bıraktığınız şeyleri, sonuna kadar götürdüm yalnızca. Ayrıca siz korkaklığınıza ölçülü davranmak adını veriyor ve böylece kendinizi aldatıyor ve avutuyorsunuz.”(s.159) dediği gibi, kendini kandırmaktan çok kendini çözmek isteyen okuyucunun yazarıdır Dostoyevski ve her okurun bir yer altı vardır yer üstüne çıkmayı bekleyen…
Suzan Başarslan
[1] Hilmi Yavuz, Üç Anlatı, Can Yayınları, İstanbul, 1995, s.45.
[2] Dostoyevski, ”Yeraltından Notlar”, İletişim Yay., İst. 2004, s., 15, (Çev. Mehmet Özgül)
[3] Dostoyevsky, Yeraltından Notlar, Akvaryum Yayınevi, İstanbul, 2005.(Çev.Zeynep Güleç)
[4] Ethem Baran, Kafka’nın Böceğinden Yer Altından Notlar’a, Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim Dergisi,Şubat 2003, Yıl 3, Sayı 36.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)