.

.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..

Tutunamayanlar / Oğuz Atay
Orhan Pamuk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Orhan Pamuk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Eki 2020

insan mahkemelerinde eşyalar davayı kazanır mı?

 


yalnızlık tek başına kalmak değil, tek başına kalmaktan kaçmaya çalışmaktır. bunun için ne kadar uğraşırsan durumun o kadar acıklı hale gelir. geceyi uzatmak, son bir sigara yakmak, bir kadeh daha içmek, ayak sürümek, bin dereden su getirmek... bütün bunlar, kapının arkasına gizlenmiş seni bekleyen tekilliğinle karşılaşmanı geciktirmeden ve çaresizliğini arttırmaktan başka işe yaramaz. durumu sukûnetle kabullendiğin ve onunla savaşmaktan vazgeçtiğinde ise aniden daha az yalnız biri haline gelirsin. bu konuda bilinmesi gerekenler fazla değildir. yalnızlıkta 'çat kapı' yoktur ve yalnız biri kimsenin hayatının doğal uzantısı olmadığından, biriyle buluşmak için daima randevulaşmak zorundadır. kimsenin hayatını tamamlamaz ve bunun karşılığı olarak da kimse onun hayatını bütünlemez. kimileri böyle olmasını tercih ettikleri için, kimileri de kimse onları tercih etmediği için yalnızdır. yalnız biri sadece bir aksesuardır. süslü bir toka, zarif bir kolye, boktan bir kemer ya da bir çift güzel küpe... o kadar. yoklukları üzüntü verici olsa da kimseyi öldürmez.

kahperengi - hande altaylı

"çok büyük bir uzaklık, çok fazla olanaksızlıklar vardı sizinle aramızda; aynı oyunu oynamıştık, ancak siz hala canlıydınız ve size gerçeği anlatmanın bir yolu yoktu."

julio cortazar-kızıl çember içinde birleşme

“bilinç ne kadar artarsa umutsuzluk o kadar şiddetlenir.”

soren kierkegaard / ölümcül hastalık umutsuzluk

asıl körlük, umudun tükendiği bu dünyada yaşamaktı.

körlük, josé saramago

“karanlık, yaslı bir kenti sırtında taşıyıp getirmiş gibiydi evin sessizliğine. ışıkları yakmadan salondaki koltuğa bıraktı kendini. gözlerini kapayıp bir süre kaldı. bugün de mi yirmi dört saat? neler oldu oysa. tek bir günün sırası gelsin diye yaşam boyu bekliyoruz.”

bir gün tek başına.vedat türkali

her şeyin ulaşılabilir olduğu bir dünyada hiçbir şeyin anlamı yoktur.

cesur yeni dünya, aldous huxley

bir gün beni farkettiğinde, beni farketmenin artık benim için farketmeyeceğini farkedeceksin.

tehlikeli oyunlar - oğuz atay

belki de yıkım, ötekilerin üstünlüğünü görerek onlara benzemeye çalışmak demekti.

orhan pamuk/ beyaz kale

"...vicdanın gözlerinden yaş getirdi, ama asla gerektiği şekilde seni değiştirmeye yetmedi."

dünyanın anlamsızlığı üzerine, francesco petrarca

“keşke düşüncelerim de kapansa / gözlerim kapanınca.“ 

-william shakespeare, fırtına

"..... geniş yatağımın kenarına oturup, var olmak için elimde olmadan harcadığım çabayı, ağır bir kıyafet gibi üzerimden çıkarmak istiyorum"

 fernando pessoa

"akıllılıkla ilgisi yok bunun. insanların büyük çoğunluğu düşen bir yaprak gibidir, kapılıp gider rüzgarın önüne, havada süzülür, dönüp durur, sağa sola yalpalar vurarak iner yere. pek az kişide vardır, yıldızlara benzer, belli bir yörüngede ilerler durur, hiçbir rüzgar varamaz yanlarına, kendi yasalarını ve izleyecekleri yolu kendi içlerinde taşırlar."

hermann hesse-siddhartha

söyler misiniz, sözgelimi müzik dinlerken, sevdiğimiz insanlarla güzel bir akşam geçirirken, onlarla sohbet ederken duyduğumuz haz neden daha çok bir yerlerde var olan büyük bir mutluluğun yansımasıymış gibi gelir bize?

babalar ve oğullar-ivan sergeyeviç turganyev

insan yaşamının esas gailesi, kendi tedavisidir, yani kendi eksikliklerini tamamlamak, çatışmalarını çözümlemek ve zedelenmişliklerinin ıstırabını azaltmaktır. bunu başarmak, dünyayı, yeniden ve merkezinde kendisi olmak kaydıyle, yani, kendi dünyası olarak "tamam" etmektir: "yaratıcılık" dediğimiz, hiç bitmeyecek, yani hiçbir zaman ufkuna ulaşamayacak eylem de budur: "dünyayı-tamam-etme-eylemi"...

dört arketip -, carl gustav jung

bana benzeyen bir insan arıyordum ama bulamıyordum. bütün köşe bucaklarını arayıp taradım yeryüzünün; boşunaydı direnmem. yalnız kalamıyordum bununla birlikte. kişiliğimi onayan biri olmalıydı; benim gibi düşünen biri olmalıydı.

...

"kendine sevdiğin kişinin ölümlü olduğunu, sevdiğin şeylerin sana ait olmadığını, sana birer hediye olarak verildiklerini, sonsuza kadar senin olmayacaklarını hatırlat. üzüm ya da incir bile sadece mevsiminde toplanır.

epiktetos

"nasıl oluyordu da, bazı insanlar geri kalan herkesi yönetmedikleri sürece kendilerini zavallı bir orospu çocuğu gibi hissediyorlardı?"

hakan günday - daha

hatırlamanın malzemesi budur -dokunma, görme, koklama: görmemizi, duymamızı, dokunmamızı sağlayan kasar- zihin değil, düşünce değil: bellek diye bir şey yoktur: beyin sadece kasların körü körüne yaptıklarını hatırlar: ne eksik ne fazla: sonuçta ortaya çıkan yekûn ise genelde yalan yanlıştır ve sadece rüya adıyla anılmaya layıktır.- düşün, uyurken savrulan el, başucundaki muma değdiğinde acıyı nasıl hatırlar, kendiliğinden geri sıçrar, bu esnada zihinle beyin uykuya devam eder ve karşılaştığı bu sıcaklıktan gerçekliğin kaçabileceği beş para etmez bir mit yaratır; ya da o aynı uyuyan el, ipeksi bir yüzeyle şehvetli izdivaç hâlinde, aynı uyuyan beyin ve zihin tarafından bütün deneyimlerden kotarılan aynı hayal mahsulüne dönüştürülür. evet, keder biter, silinir; biliyoruz -ama bir de göz pınarlarına sor ağlamayı unutmuşlar mı?-

abşalom, abşalom! - william faulkner

caddenin kaldırımlarında yürüdüğüm bir gün çizgilere basmamaya dikkat ederim ve uzun bir süre böyle yürümeye çalışırım, ertesi gün yine aynı kaldırımda bu sefer de aynı çizgilere sürekli basarak yürümeye çalışır ve uzun süre böyle devam ederim. ruhum herhangi bir rutinlik peşinde değil zira tutarsızlıkta denemez buna. bir gün herkesle selamlaşıp tebessüm ederim ertesi gün kimsenin yüzüne bakmam ve kaçarım onlardan. evet bir bakıma dengesizlik gibi görünebilir bu dışarıdan bakınca ama samimi bir ruh hastalığı, samimi bir dengesizlik, sahte bir denge değil.

...

"senin türünün olduğu yerde her zaman kabus bulunur. her zaman."

"insanlar pek çok farklı parçadan oluşmuştur. kim oldukları, maruz kaldıkları koşullara bağlıdır."

 zaman çarkı - geceyarısı kuleleri

"...ancak hayatına anlam kazandırmak için bir basit gerçeğe inanmak son derece korkakça bir şey gelmişti. yaşayan her varlık sadece kendi anlamsızlığı ve kaosuyla baş başaydı."

dmitry glukhovsky, metro 2033

anlatsam inanmazlar oğul, masal derler; masala inanmazlar, masalı yalnızca dinlerler, sanki hakikati bilirmiş gibi, sanki hakikatin sırrına ermiş gibi, masala inanmayan gerçeğe inanır mı ?

lal masallar, murathan mungan

"neden kendi kendimize sorular soruyor, karanlıkları aydınlatmaya ya da kabullenmeye çalışıyoruz? gözyaşlarımı yapayalnızken deniz kıyısındaki kumlara gömsem daha iyi olmaz mı? ama ben asla ağlamadım, çünkü gözyaşlarım düşüncelere dönüştü, gözyaşları kadar acı düşüncelere."

umutsuzluğun doruklarında - emil michel cioran

 bir şeyden kaçıyorum bir şeyden, kendimi bulamıyorum dönüp gelip kendime yerleşemiyorum, kendimi bir yer edinemiyorum, kendime bir yer... kafatasımın içini, bir küçük huzur adına aynalarla kaplattım, ölü ben'im kendini izlesin her yandan, o tuhaf sır içinden! paniğini kukla yapmış hasta bir çocuğum ben. oyuncağı panik olan sayrı yalnızlık kendi kendine nasıl da eğlenir.

nilgün marmara - defterler


her aydınlığı yangın sanıp söndürmeğe koşan zavallı insanlarım: karanlığa o kadar alışmışsınız ki yıldızlar bile rahatsız ediyor sizi! düşüncenin kuduz köpek gibi kovalandığı bu ülkede, düşünce adamı nasıl çıkar?

mağaradakiler - cemil meriç


28 May 2015

Gomez - Pg.Lost



belki de yarındır benim ruhumu özgür bırakmak ve senin aklını karıştırmak için en uygun zaman, çünkü bir inanışa göre nasıl öteki dünyada-eğer gerçekse,varsa-bedensiz ruhlar huzurluysa, bu dünyada da ruhsuz bedenler olmalıyız galiba... ( Benim adım kırmızı )


        

24 Eki 2013

Sessiz Ev



Sinemanın sokağına girdim, müziği duydum, filmden önce çalarlar. Burası iyi aydınlatılır. Resimlere baktım: Cennette Buluşalım. Eski film: Hülya Koçyigit, Ediz Hun bir resimde sarılmışlar birbirlerine, sonra Ediz hapishanede, sonra Hülya şarkı söylüyor, ama hangi sırayla olduğunu filmi görmeden
anlayamaz kimse. Resimleri, belki de bunu bildikleri için dışan asarlar; insan merak eder. Gişeye gittim, bir tane lütfen, bileti kesip uzattı, teşekkür ederim, sordum:

"Film güzel mi?"

Görmemiş. Bazan, birden böyle konuşmak isteyiveriyorum. Gittim, yerime oturdum, bekledim. Biraz sonra film başladı. Önce tanıştılar, kız şarkıcı ve onu beğenmiyor, ama bir gün çocuk onu onlardan kurtarınca beğeniyor ve sevdiğini anlıyor, ama babası bu evliliğe karşı çıkıyor. Sonra çocuk hapse girdi. Ara verdiler, yerimden kalkıp kalabalığa çıkmadım. Sonra gene başladı ve kız gazinonun sahibiyle evlendi, ama çocukları olmadı ve olsun diye bir şey yapmadılar. Kocası o kötü kadının peşinden gidince, Ediz de hapisten kaçınca Boğaz Köprüsü'ne yakın bir evde buluştular ve Hülya Koçyigit şarkı söyledi. O şarkıyı dinlerken biraz tuhaf oldum. Sonunda, onu kötü kocadan kurtarmak isterken o zaten cezasını kendi bulunca anlaşıldı ki artık evlenebilirler. Babası arkalarından sevinçle bakıyor ve onlar yolda kolkola yürüyorlar, yürüyorlar, gittikçe küçülüyorlar ve SON.

Işıklar yandı, dışarı çıkıyoruz, fısır fısır filmden söz ediyor herkes. Ben de birisiyle filmden konuşmak isterdim. Saat onbiri on geçiyor, Büyükhanım bekliyordur, ama eve dönmek istemiyorum.
Plajın yokuşuna doğru yürüdüm. Belki eczacı Kemal Bey nöbetçidir, belki uyku tutmamıştır. Rahatsız ederim, konuşuruz, anlatırım, karşıdaki büfenin aydınlığında bağrışan araba yarıştıran gençlere bakarak dalgın dalgın dinler. Eczanenin ışıklarının yandığını görünce sevindim: Yatmamış. Kapıyı açtım, çıngırak çaldı. Hay Allah: Kemal Bey değil, karısı.

"Merhaba," dedim, biraz durdum. "Bir aspirin istiyorum."
"Kutu mu, tane mi?" dedi karısı.
"İki tane. Başım ağrıyor. Biraz canım sıkılıyor... Kemal Bey..." diyordum, dinlemiyor ki. Makası almış aspirini kesiyor, verdi.
Parayı veriyordum:
"Kemal Bey sabah balığa çıktı mı?" dedim.
"Kemal yukarıda uyuyor."

Bir an tavana baktım. Tavanın iki karış üstünde, orada uyuyor. Uyansa anlatırdım, belki arsız gençler için bir şey derdi, belki hiçbir şey demez, öyle düşünceli, dalgın dışarı bakardı, konuşurdum, konuşurduk. Karısının küçük beyaz elleriyle bıraktığı paranın üstünü aldım. Sonra hemen tezgâhın üzerinde duran şeye daldı; fotoroman olmalı. Güzel kadın! İyi geceler deyip, rahatsız etmeden çıktım, çıngırak şıngırdadı. Sokaklar tenhalaşmış, saklambaç oynayan çocuklar evlerine girmiş. Ne yapayım, eve dönüyorum. Bahçe kapısını örttükten sonra pancurlar arasından Büyükhanım'ın ışığını gördüm: Ben yatmadan uyumaz. Mutfak kapısından girdim, arkadan kilitledim, dolandım, merdivenleri ağır ağır çıkarken aklıma geldi. Üsküdar'daki evin merdivenleri var mıydı acaba? Hangi gazeteydi o, yarın gidip bakkaldan isteyeyim, sende Tercüman var mı derim, bizim Faruk Bey istiyor derim, tarihçidir, tarih köşesini merak etmiş... Yukarı vardım, odasına girdim, yatağında yatıyor.

"Ben geldim, Büyükhanım,

2 Ara 2012

Sokaklarda Ağzı Açık Yürümeyin




Yüz kırk yıllık İstanbul gazetecilik tarihinin en eğlenceli sayfalarını yazan gizli, açık şehir mektupçularının yüzbinlerce sayfalık mirasından, gelişigüzel bir öğütler, dikkatler, inciler, şikâyetler seçmesi sunuyorum:


"Fransız omnibuslardan ilham bizim dolmuş at arabaları, yolların bozukluğundan dolayı Beyazıt-Edirnekapı arasında keklik gibi taştan taşa sekiyorlar." (1894)

"Her yağmurdan sonra şehrin bütün meydanlarını sular basmasından bıktık usandık. Bu işi kim halledecekse halletsin artık." (1946)

"Dükkân kiralarının ve vergilerin artması ve şehrimize bitip tükenmez göçler sonucu, jiletçi, simitçi, midye dolmacı, kâğıt mendilci, terlikçi, çatal-bıçakçı, tuhafiyeci, oyuncakçı, sucu, gazozcudan sonra artık muhallebiciler, kokoreççiler, tatlıcılar, dönerciler de vapurları doldurdu." (1949)

"Şehri güzelleştirmek için at arabacılarının tek çeşit elbise giyeceği söylenmişti, bu fikir yerine getirilseydi ne şık olurdu." (1897)

"Örfi idarenin başarılarından biri de artık dolmuşların yalnızca kendilerine gösterilen duraklarda durmalarıdır. Neydi o eski anarşi." (1971)

"Şerbetçilerin ne tür boya ve meyve ile yaptıkları belediyece bilinmeyen şerbeti artık satamamaları iyi bir karardır." (1927)

"Sokaklarda güzel bir kadın gördüğünüzde, ona öldürecekmiş gibi nefretle veya aşırı istekle bakmayın, gözgöze gelirseniz, tatlılıkla bir gülümseyin ve gözlerinizi kaçırıp geçin." (1974)

"Paris'in meşhur Matın gazetesinde şehirde yürüme usûlleri hakkında çıkan yazıdan ilhamla, biz de İstanbul'da sokaklarda doğru dürüst yürümesini bilmeyenlere kendi meselemizi hatırlatalım: Sokaklarda ağzı açık yürümeyin." (1924)

"Askeri yönetimin taksilere taktırdığı yeni taksimetreleri umarız bu sefer hem şoförler, hem yolcular açtırır da, yirmi yıl önceki son taksimetreler zamanında olduğu gibi 'ne verirsen ağbi' aklıyla çıkan pazarlıklar, kavgalar, karakolluk olmalar artık şehrimizde yaşanmaz." (1983)

"Leblebiciler ve macuncuların çocuklara para ile değil bir parça kurşun karşılığında leblebi, macun vermesi yalnız çocukları hırsızlığa teşvik etmiyor, İstanbul'daki bütün çeşmelerin taşlarının çalınmasına, muslukların koparılmasına, türbe ve camilerin kulübelerini kaplayan kurşunların parça parça edilmesine yol açıyor." (1929)

"Aygaz, patates ve domates kamyonlarının hoparlörleri ve çirkin satıcı sesleri şehri cehenneme çevirdi." (1992)

"Köpekleri kaldıralım diye bir hamle ettik. O hızla bir-iki gün daha gidilmiş olsaydı, hepsi Hayırsızada'ya tıkılsaydı, bütün köpek çeteleri dağıtılsaydı belki bu hayvanlar bu şehirden tamamıyla kalkardı... Şimdi yine sokaklarda hırr...dan geçilmiyor." (1911)

"Beygir hamalları yine insafı elden bırakıp beygirlere tahammüllerinden ağır şeyler yükletiyorlar ve şehrin ortasında zavallı hayvanları dövüyorlar." (1875)

"Fakirin ekmek teknesi diye at arabalarının şehrimizin en müstesna köşelerine girmelerine hâlâ göz yummak İstanbul'u hiç hak etmediği manzaralara mahkûm etmektir." (1956)

"Vapurdan veya herhangi bir vasıtadan ilk çıkmak merakının bizde ne kadar ilerlemiş olduğunu bilince, vapur daha Haydarpaşa'ya yanaşmadan atlayanları, ne kadar 'ilk çıkan eşek' diye de bağırsak durdurmaya imkân yoktur." (1910)

"Bazı gazetelerin tirajlarını artırmak için Tayyare Bileti'ne (piyango) okuyucularını katması çekiliş gününde gazete idarehanelerinin önünde yakışıksız kuyruklar ve kalabalıklar yapmaktadır." (1928)

"Haliç, Haliç olmaktan çıktı da fabrikalarla atölyelerin, mezbahanın pis bir havuzu haline geldi: Gemi leşleri, fabrika asitleri, atölye katranları ve lağımlarla Haliç'i mahvettik." (1968)

"Çarşı ve mahalle bekçilerinin geceleri nöbetle sokaklarda gezmek yerine kahvehanelerde pineklediklerine, pek çok mahallede bekçi sopası işitilmediğine dair şehir mektupçunuza şikâyetler geliyor." (1879)

"Fransızların meşhur yazarı Victor Hugo Paris'te ekseriya atlı otobüslerin üst katına biner, şehri bir baştan bir başa dolaşır, hemşehrilerinin hallerini seyredermiş. Dün biz de aynı şeyi yaptık ve İstanbullu hemşehrilerimizin pek çoğunun sokaklarda çok dikkatsiz ve birbirleriyle çarpışa çarpışa yürüdüğünü, ellerindeki biletleri, dondurma külahlarını, mısır koçanlarını yerlere attıklarını, yayaların yolda, arabaların kaldırımda ilerlediğini ve fıkaralıktan değil ama tembellik ve cehaletten bütün şehrin çok kötü kıyafetler giydiğini tespit ettik." (1952)

"Sokaklarda, meydanlarda aklımıza estiği, içimizden geldiği gibi değil, Batı'da olduğu gibi trafik kurallarına riayet ederek yürümek bizi bu sokak kargaşasından kurtaracak. Ama bu trafik kurallarını bu şehirde bilen kaç kişi var derseniz, o ayrı mesele..." (1949)

"Köprünün (Karaköy) iki tarafındaki büyük saatler, şehrin bütün umumi saatleri gibi, zenberekleri tesadüfe göre hareket ederek, nicelerine, henüz iskelede bağlı vapuru çoktan hareket etmiş, başkalarına da, çoktan hareket etmiş vapuru hâlâ bekliyor zannı vererek İstanbullulara ümitle işkence etmektedir." (1929)

"Yağmur mevsimi geldi, şemsiyeler maşallah açıldı, ama açık şemsiyenin kenarıyla birbirimizin gözünü oymadan, lunaparklardaki çarpışan arabalar gibi öteki şemsiyelilerle çarpışmadan ve şemsiye görüş açımızı kapadığı için t kaldırımlarda serseri mayın gibi onun bunun üzerine üzerine varmadan yürümesini biliyor muyuz acaba?" (1953)

"Seks filmlerinden, kalabalıktan, otobüslerin, arabaların egzozundan, ne yazık ki artık Beyoğlu'na çıkılamaz oldu." (1981)

"İstanbul'un bir yerinde bulaşıcı bir hastalık meydana çıktı mı, belediyelerimiz genellikle pis, murdar sokaklarımızın birkaçının ötesine berisine kireç serper; halbuki pislik öbek öbek ortalarda..." (1910)

"Cümleye malum olduğu üzere belediye köpeklerle merkepleri, polis de dilencilerle serserileri İstanbul'dan bütünüyle kaldıracaklardı. Ama bu olmadığı gibi bir de şimdi yalancı şahitler güruhu boy göstermiştir." (1914)

"Dün kar yağdı diye ne tramvaya önden binmek, ne büyüklere saygı... Zaten kimsenin bilmediği şehir adabının unutulduğunu esef ederek hep görüyoruz." (1927)

"Bu yaz artık her akşam, İstanbul'un her köşesinden deliler gibi atılan şenlik fişeklerinin maliyetini sorup öğrenince, keyif ve gösteriş için israf edilen bütün bu paranın on milyonluk şehrimizin fakir çocuklarının eğitimine harcanmasının, o düğünlerde eğlenen hemşehrilerimizi bile daha mutlu edeceğim düşündüm. Haksız mıyım?" (1997)

"Bütün zevk ve kalp sahibi frenk sanatkârlarının öğürürcesine iğrendiği 'tatlısu' binaları, bilhassa son devirde tıpkı güve güzel bir kumaşı yer gibi İstanbul manzarasını dişleye dişleye kemiriyor. Bu gidişle bütün İstanbul Yüksekkaldırım ve Beyoğlu gibi iğrenç bir bina kümesi olacak ve bunun sebebini yalnız yangınlar, artık fakir olmamız, güçsüzlük değil, biraz da yeniye olan merakımızda aramalı." (1922)


İstanbul - Hatıralar ve Şehir / Orhan Pamuk

22 Tem 2012

Bekleme acısıyla aşkı birbirinden ayıran şey



"Beni seviyor musun?" dedi İpek.
"Çok seviyorum."
"Doğru mu bu?"
"Çok doğru."

Bir süre sustular. Ka, İpek'in bakışını izleyerek pencereden dışarıya baktı. Kar yeniden başlamıştı. Otelin önündeki sokak lambası yanmıştı, iri kar tanelerini aydınlatmasına rağmen karanlık daha tam çökmediği için sanki boşuna yanıyormuş gibi gözüküyordu.
"Sen odana çık. Onlar gidince geleceğim," dedi İpek.

Ama İpek hemen gelmedi. Bu da Ka'nın hayatının en büyük işkencelerinden biri oldu. Âşık olmaktan, beklemenin verdiği bu mahvedici acı yüzünden korktuğunu hatırladı. Odaya çıkar çıkmaz önce kendini yatağa atmış, hemen kalkmış, üstüne başına çekidüzen vermiş, ellerini yıkamış, ellerinden kollarından, dudaklarının ucundan kanın çekilmekte olduğunu hissetmiş, titreyen eliyle saçlarını taramış, sonra camda yansıyan görüntüsüne bakıp eliyle tekrar karıştırmış, bütün bunların pek az zaman tuttuğunu görerek dehşetle pencereden dışarıya bakmaya başlamıştı.

Pencereden önce Turgut Bey ile Kadife'nin gidişini görmesi gerekiyordu. Belki de Ka helaya gittiğinde gitmişlerdi. Ama o sırada gitmişlerse İpek'in şimdiye kadar gelmiş olması gerekiyordu. Belki de şimdi İpek dün gece gördüğü odasında kokular ve boyalar sürerek ağır ağır hazırlanıyordu. Birlikte geçirebilecekleri zamanı bu işlerle harcıyor olması ne kadar yanlış bir karardı! Onu ne kadar çok sevdiğini bilmiyor muydu? Hiçbir şey şu anki bekleyiş gibi dayanılmaz bir acıya değmezdi; bunu gelince İpek'e söyleyecekti, ama gelecek miydi? İpek'in son anda fikir değiştirdiğine, gelmeyeceğine her an daha çok inanıyordu.

Bir at arabasının otele yanaştığını, Kadife'ye yaslanarak ilerleyen Turgut Bey'in Zahide Hanım'ın ve resepsiyona bakan Cavit'in yardımıyla bindirildiğini, arabanın yanlarını örten muşambaların çekildiğini gördü. Ama araba kıpırdamadı. Sokak lambasının ışığında her biri daha da kocaman gözüken kar taneleri tentesinde hızla birikirken öylece durdu. Zaman da durmuş gibi geldi Ka'ya, delireceğini sandı. Derken Zahide koşa koşa gelip arabanın içine Ka'nın göremediği bir şey uzattı. Araba hareket edince Ka'nın yüreği hızlandı.

Ama İpek gene gelmedi.

Bekleme acısıyla, aşkı birbirinden ayıran şey nedir? Tıpkı aşk gibi bekleme acısı da Ka'nın midesinin üst kısmıyla, karın adaleleri arasında bir yerde başlıyor, bu merkezden göğsünü, bacaklarının üst kısmını ve alnını işgal ederek yayılıyor, bütün gövdesini uyuşturuyordu. Otelin iç tıkırtılarını dinleyerek İpek'in şu anda ne yaptığını tahmin etmeye çalıştı. Sokaktan geçen ve ona hiç benzemeyen bir kadını İpek sandı. Kar ne kadar güzel yağıyordu! Bir an beklediğini unutmak ne güzeldi! Çocukluğunda aşı olmak için okulun yemekhanesine indirildiklerinde, tentürdiyot ve kızartma kokuları içinde kolunu sıvayıp sırada beklerken de karnı böyle ağrır, ölmek isterdi. Evde, kendi odasında olmak isterdi. Frankfurt'ta kendi berbat odasında olmak istiyordu. Buraya gelmekle ne büyük hata etmişti! Şimdi şiir bile gelmiyordu aklına. Boş sokağa yağan kara bile acıdan bakamıyordu. Gene de kar yağarken bu sıcak pencerenin önünde durmak güzeldi; ölmüş olmaktan daha iyiydi bu durum, İpek gelmezse ölebilirdi de çünkü.

Elektrikler kesildi.

Bunu kendisine yollanmış bir işaret olarak gördü, İpek elektriklerin kesileceğini bildiği için gelmemiş olabilirdi. Gözleri kar altındaki karanlık sokakta oyalanacak bir kıpırtı arıyordu. İpek'in hala gelmemiş olmasını açıklayacak bir şey. Bir kamyon gördü orada, bir askerî kamyon muydu, hayır bir yanılsamaydı, şimdi merdivenlerde duyduğu sesler de öyle. Kimse gelmeyecekti. Pencereden çekildi, sırtüstü yatağa attı kendini. Karnının ağrısı derin kuvvetli bir acıya, pişmanlıkla yüklü bir çaresizliğe dönüşmüştü. Bütün hayatının boşa gittiğini, burada mutsuzluktan ve yalnızlıktan öleceğini düşündü. Frankfurt'taki o küçük fare deliğine yeniden girecek gücü de kendinde bulamayacaktı, içini acıtan, kendini kahreden şey bu kadar mutsuz olması değil, aslında biraz akıllıca davransaydı hayatını çok daha mutlu geçirebileceğini anlamasıydı. Daha korkuncu, mutsuzluğunu ve yalnızlığını kimsenin fark etmemesiydi. İpek fark etmiş olsaydı hiç bekletmeden yukarı gelirdi! Annesi bu halini görseydi dünyada bir tek o çok üzülür, saçlarını okşayarak onu teselli ederdi. Kenarları buz tutmuş pencerelerden Kars'ın soluk ışıkları, ev içlerinin turuncumsu rengi gözüküyordu. Kar bu hızla günlerce, aylarca yağsın, Kars şehrini kimsenin bir daha bulamayacağı kadar örtsün, uzandığı bu yatakta uyuyakalıp, annesiyle birlikte güneşli bir sabah kendi çocukluğuna uyansın istedi.

Kapı vuruldu. Mutfaktan biri diye düşündü Ka. Ama fırlayıp açtı kapıyı ve karanlıkta İpek'in varlığını hissetti.
"Nerede kaldın?"
"Geç mi kaldım?"

Ama Ka onu duymamış gibiydi. Hemen bütün gücüyle sarıldı ona; kafasını boynuyla saçlarının arasına soktu; orada hiç kıpırdamadan durdu. O kadar mutlu hissetti ki kendini, bekleme acısı iyice saçma geldi. Gene de bu acıdan yorgundu ve bu yüzden gerektiği kadar coşku duyamıyordu. Bu yüzden, yanlış olduğunu bile bile, geciktiği için İpek'ten hesap sordu, şikâyet etti. Ama İpek babası gider gitmez geldiğini söyledi: Ha, evet, mutfağa inmiş ve Zahide'ye akşam için biriki şey söylemişti, ama bir dakikadan fazla sürmemişti bu; bu yüzden Ka'yı bekletmekte olduğunu düşünmemişti hiç. Böylece Ka, ilişkinin henüz başındayken kendisinin daha hevesli ve kırılgan olduğunu göstererek güç dengesinde altta kaldığını hissetti. Bu güçsüzlükten korkarak çektiği bekleme acısını gizlemek ise onu samimiyetsiz durumuna düşürürdü. Oysa artık her şeyi paylaşmak için âşık olmak istemiyor muydu? Aşk zaten her şeyi söyleyebilme isteği değil miydi? Bir anda bütün bu düşünce zincirini İpek'e bir itiraf heyecanıyla hızla anlattı

"Bütün bunları unut şimdi," dedi İpek. "Buraya seninle sevişmeye geldim."

Öpüştüler ve Ka'nın çok hoşuna giden bir yumuşaklıkla yatağa devrildiler. Dört yıldır kimseyle sevişmemiş Ka için mucizevi bir mutluluk ânıydı bu. Bu yüzden yaşadığı ânın tensel zevklerine kendini vermekten çok, o ânın ne kadar güzel olduğuna ilişkin düşüncelerle doluydu, ilk gençlik yıllarındaki cinsel deneyimlerinde olduğu gibi, aklında sevişmeden çok kendisinin sevişiyor olması vardı. Bu ilk başta Ka'yı aşırı heyecandan korudu. Aynı anda Frankfurt'ta tiryakisi olduğu pornografik filmlerden bazı ayrıntılar, sırrını çözemediği, şiirsel bir mantıkla gözünün önünden hızla geçmeye başladı. Ama sevişirken kendisini kışkırtmak için pornografik sahneler düşlemek değildi bu; tam tersi, aklında sürekli bir hayal olarak yer alan bazı pornografik görüntülerin en sonunda bir parçası olabilme imkânını kutluyordu sanki. Bu yüzden Ka yaşadığı yoğun heyecanın İpek'e değil, hayalindeki pornografik bir kadına, o kadının burada yatakta olması mucizesine yöneldiğini hissediyordu. Elbiselerini çekiştire çekiştire çıkartarak, hatta biraz vahşi bir kabalıkla ve beceriksizlikle onu soyunca İpek'in kendisini ancak fark etti. Göğüsleri kocamandı, omuzlarının ve boynunun çevresinde teni yumuşacıktı ve tuhaf ve yabancı bir şey gibi kokuyordu. Dışarıdan gelen kar ışığında onu seyretti ve arada bir parlayan gözlerinden korktu. Kendinden çok emindi gözleri; İpek'in yeterince kırılgan olmadığını öğrenmekten de korkuyordu Ka. Saçlarını acıtarak bu yüzden çekti, bundan zevk alınca inatla daha da çok çekti, kafasındaki pornografik görüntülere uygun şeylere zorladı onu ve beklemediği bir içgüdünün müziğiyle sert davrandı. Onun da bundan hoşlandığını sezince içindeki zafer duygusu bir kardeşliğe dönüştü. Kars şehrinin zavallılığından yalnız kendisini değil, İpek'i de korumak ister gibi bütün gücüyle sarıldı ona. Ama yeterince tepki alamadığına karar vererek uzaklaştı ondan. Bu arada aklının bir yanıyla da cinsel akrobatiğin ahengini ve gidişini kendinden hiç ummadığı bir dengeyle denetliyordu. Böylece İpek'ten iyice uzaklaştığı bir akılcılık ânında kadına şiddetle yaklaştı ve onun canını yakmak istedi. Ka'nın tuttuğu ve okurlarıma aktarmam gerektiğine inandığım bu sevişme hakkındaki birkaç nota göre, bundan sonra birbirlerine şiddetle yaklaşmışlar ve dünyanın geri kalanı artık iyice dışarıda kalmıştı. Yine Ka'nın notlarına göre sevişmelerinin sonuna doğru İpek pes bir sesle bağırmış, Ka da aklının paranoya ve korkuya iyice açılmış yanıyla, otelin en ücra köşesindeki bu odanın ta baştan bu yüzden kendisine verildiğini düşünmüş, birbirlerine verdikleri acıdan karşılıklı zevk aldıklarını bir yalnızlık duygusuyla hissetmişti. Derken otelin bu ücra koridoru ve odası aklında otelden kopmuş ve boş Kars şehrinin ücra bir mahallesine yerleşmişti. Kıyamet sonrasının sessizliğini hatırlatan o boş şehirde de kar yağıyordu.

Uzun bir süre birlikte yatakta yatıp dışarıda yağan kara hiç konuşmadan baktılar. Ka bazan yağan karı İpek'in gözlerinde de görüyordu.

Kar / Orhan Pamuk

5 May 2012

Ben, Seküre



Kara, beyaz atının üzerinde, tam karsımdan geçerken ben niye! orada penceredeydim? Tam o anda, bir sezgiyle niye kepengi açmıstım da karlı nar dallarının arasından onu görünce öyle uzun uzun bakmıstım? Bunları size tam söyleyemem. Hayriye ile Ester'e ben haber saldım; Kara'nın oradan geçeceğini biliyordum elbette.

Nar ağacına bakan gömme dolaplı odaya, o ara, ben tek basıma sandıklardaki çarsaflara bakmak için çıkmıstım. Đçimden öyle geldiği için kepengi o an coskuyla bütün gücümle itince önce odaya günes doldu: Pencerede durdum ve Kara ile günesten gözlerim kamasır gibi göz göze geldim; çok güzeldi. Büyümüs, olgunlasmıs, gençliğindeki o sarsak sallantılı halini üzerinden atmıs da yakısıklı olmus. Bak Seküre, dedi yüreğim bana, Kara yalnızca yakısıklı değil, gözlerinin içine bak, yüreği çocuk gibi, ne kadar temiz, ne kadar yalnız. Evlen onunla. Ama ben ona tam tersini yazdığım bir mektup gönderdim.

Benden on iki yas büyük olmasına rağmen, ben on ikisindeyken, ondan daha yetiskin olduğumu bilirdim. O zamanlar karsımda bir erkek gibi dimdik durup, sunu yapacağım, bunu yapacağım, suradan atlayıp, buraya tırmanacağım diyeceğine, her seyden utanmıs olarak önündeki kitabın ve resmin içine gömülür, gizlenirdi. Sonra o da bana âsık oldu. Bir resim çizip askını ifade etti. Đkimiz de büyümüstük artık. On iki yasıma geldiğimde Kara'nın benim gözlerimin içine bakamadığını, sanki göz göze gelirsek bana âsık olduğunu anlayacağımdan korktuğunu sezdim. "Su fildisi saplı bıçağı verir misin?" derdi mesela, ama bıçağa bakardı da sonra gözünü kaldırıp benim gözümün içine bakamazdı. "Visne serbeti güzel mi?" diye sorarsam mesela, bani hepimizin ağzımız doluyken yaptığı gibi tatlı bir gülümseme, bir yüz ifadesiyle güzel olduğunu ifade edemezdi. Bir sağırla konusur gibi bütün gücüyle "Evet," diye bağırırdı. Çünkü korkudan suratıma bakamazdı. Çok güzeldim o zamanlar. Bütün erkekler, uzaktan, perdeler, kapılar ve kumasların kalabalığı arasından da olsa, bir kere beni görebilmis olanlar hemen âsık olurlardı bana. Bunları övünmek için değil, hikâyemi anlayın da kederimi paylasın diye söylüyorum. Herkesin bildiği Hüsrev ile Sirin'in hikâyesinde bir an vardır, Kara ile ben çok konusmustuk bunu. Hüsrev ile Sirin'i birbirlerine âsık etmeye niyetlidir Sapur. Bir gün, Sirin.nedimeleriyle birlikte kır gezintisine çıktığında, altlarında oturup dinlendikleri ağaçlardan birinin dalma Sapur gizlice Hüsrev'in resmini asar. Sirin yakısıklı Hüsrev'in o güzel bahçenin bir ağacına asılı resmim görünce âsık olur ona. Bu ânı, nakkasların dediği gibi bu meclisi, Sirin'in Hüsrev'in dala asılı resmine hayranlık ve saskınlıkla bakısını gösterir çok resim yapılmıstır. Kara babamla çalısırken pek çok kere görüp bir iki kere de baka baka istinsah etmisti bu resmi tam aynısı gibi. Sonra bana âsık olunca bir kere de kendi için yeniden yapmıs. Ama resimdeki Hüsrev ile Sirin'in yerine kendisiyle beni, Kara ile Seküre'yi resmetmis. Resimdeki kız ile erkeğin bizler olduğunu altındaki yazı olmasaydı bir tek ben anlayabilirdim, çünkü bazen sakalasırken beni ve kendini aynı hatlarla, renklerle resmederdi: Ben maviler içinde; kendisi de kırmızı olurdu. Bu yetmiyormus gibi, bir de Hüsrev'in ve Sirin'in resimlerinin altına adlarımızı yazmıstı. Resmi bir suç gibi, benim görebileceğim bir yere bırakmıs kaçmıstı. Resme bakısımı, ondan sonra ne yapacağımı seyrettiğini hatırlıyorum.


Sirin gibi ona âsık olamayacağımı çok iyi bildiğim için önce hiç renk vermedim. Tâ Uludağ'dan getirildiği söylenen buzlarla soğutulan visne suruplarıyla serinlemeye çalıstığımız o yaz gününün aksamı, Kara evine döndükten sonra, onun bana ilam ask ettiğini babama söyledim. Kara o zamanlar medreseden yeni çıkmıstı. Kenar mahallelerde müderrislik ediyor, kendi isteğinden çok babamın zorlamasıyla pek güçlü, pek itibarlı olan Naim Pasa'ya intisap etmeye çalısıyordu. Babama göre aklı bir karıs havadaydı. Naim Pasa'nın yanına girebilmesi, en azından bir katiplikle ise baslayabilmesi için dertlenen ve Kara'nın da bunun için pek bir sey yapmadığını, yani akılsızlık ettiğini söyleyen babam, o aksam bizi kastederek, "Gözü çok daha yukarılardaymıs meğer fakir yeğenin," demisti. Anneme aldırmayarak, söyle de demisti: "Sandığımızdan da akıllıymıs meğer." Ondan sonraki günlerde babam neler yaptı, ben Kara'dan nasıl uzak durdum, önce evimizden, sonra bütün bütün semtimizden; ayağı nasıl kesildi, bütün bunları kederle hatırlıyorum, ama size anlatmak istemiyorum: Babamı ve beni sevmezsiniz diye. Đnanın bana, baska çaremiz yoktu. Umutsuz ask umutsuz olduğunu anlar, kural tanımaz gönül dünyanın kaç bucak olduğunu kavrar da böyle zamanlarda makul insanlar kibarca "bizi birbirimize uygun bulmadılar" diyerek kısa keserler ya haklı olarak: Öyleydi iste. Annemin birkaç kere "Bari çocuğun kalbini kırmayın," dediğini hatırlatayım. Annemin çocuk dediği Kara yirmi dört, ben ise onun yarı yasındaydım. Babam Kara'nın ask ilanını küstahça bulduğu için annemin ricasını kasten yerine getirmemis de olabilir.

İstanbul'dan gittiği haberini aldığımızda onu büsbütün unutmadıysak bile gönlümüzden tamamen çıkarmıstık. Yıllarca hiçbir sehirden haberini de almadığımız için, yapıp da bana gösterdiği resmi çocukluk hatıralarımızın ve çocukça arkadaslığımızın bir nisanesi olarak saklamamın yerinde olduğunu düsünmüsümdür. Önceleri babam, sonraları da savasçı kocam resmi bulup huzursuz olmasın, kıskanmasın diye altındaki Seküre ile Kara kelimelerinin üstünü babamın Hasan Pasa mürekkebi sanki damlamıs da damladan çiçekler yapılmıs gibi ustaca örtmüstüm. Bugün ona o resmi geri yolladığıma göre, aranızda pencerede onun karsısına çıkıvermis olmamı benim aleyhime yorumlamaya çalısanlar varsa, belki biraz utanır, belki biraz düsünürler.

Onun karsısına on iki yıl sonra birdenbire çıktıktan sonra orada, pencerenin önünde, aksam günesinin kızıl ısıkları içinde bir süre kaldım da, bahçenin bu ısıkta hafifçe kırmızımsı bir renge, turunç rengine bürünüsüne, iyice üsüyene kadar hayranlıkla baktım Hiç rüzgâr yoktu. Sokaktan geçen biri ya da babam beni açık pencerede görseydi, ya da Kara atıyla geri dönüp önümden geçseydi ne derlerdi umurumda değildi. Haftada bir güle oynaya hamama gittiğim Ziver Pasa'nın kızlarından o hem sürekli gülen, eğlenen, hem de en olmadık zamanda en sasırtıcı lafı eden Mesrure bir keresinde, hiçbir zaman tam ne düsündüğünü insanın kendisinin bile bilemeyeceğini söylemisti bana. Ben söyle düsünürüm: Bazen bir sey söylüyorum, onu düsünmüs olduğumu söylerken anlıyorum, ama anladığını vakit tam tersim inançla düsünüyorum.

Benim Adım Kırmızı / Orhan Pamuk

27 Mar 2012

Kısa Süren Bir Mutluluk




Bir daha ne zaman buluşacağız?

Kısa süren bir mutluluk

Ka ile İpek seviştikten sonra birbirlerine sarılarak bir süre hiç kıpırdamadan yattılar. Bütün dünya öylesine sessiz ve Ka da öylesine mutluydu ki bu çok uzun bir süreymiş gibi geldi ona. Sırf bu yüzden bir sabırsızlığa kapıldı ve yataktan fırlayıp pencereden dışarıya baktı. Daha sonra o uzun sessizliğin hayatının en mutlu ânı olduğunu düşünecek ve İpek'in kollarından çıkıp bu eşsiz mutluluk ânını neden bitirdiğini soracaktı kendine. Bir telaş yüzünden diye cevaplayacaktı bu soruyu, sanki pencerenin öte yanında, kar içindeki sokakta bir şey olacaktı da ona yetişmesi gerekiyordu.
Oysa pencerenin öte yanında yağan kardan başka hiçbir şey yoktu. Elektrikler hâlâ kesikti ama, alt katla, mutfakta yanan bir mumun ışığı buzlu pencereden dışarıya sızıyor, ağır ağır inen kar tanelerini hafif turuncumsu bir ışıkla aydınlatıyordu. Ka hayatının en mutlu ânını fazla mutluluğa dayanamadığı için kısa kestiğini de düşünecekti sonraları. Ama ilk anda, İpek'in kolları arasında yatarken o kadar mutlu olduğunu da bilmiyordu; bir huzur vardı içinde, bu da o kadar doğal bir şeydi ki, daha önceleri niye hayatını kahır ve telaş arası bir duyguyla geçirdiğini unutmuştu sanki. Bu huzur bir şiir öncesi sessizliğe de benziyordu ama şiir gelmeden önce dünyanın bütün anlamı çırılçıplak gözükür, bir coşku duyardı. Bu mutluluk ânında içinde böyle bir aydınlanma yoktu; daha basit ve çocuksu bir saflık vardı: Dünyanın anlamını kelimeleri yeni öğrenen bir çocuk gibi söyleyiverecekti sanki.
Öğleden sonra kütüphanede kar tanelerinin yapısı hakkında okudukları tek tek aklına geldi. Kütüphaneye kar hakkında bir başka şiir gelirse hazırlıklı olmak için gitmişti. Ama şimdi şiir yoktu aklında. Kar tanelerinin ansiklopediden okuduğu çocuksu altıgen yapısını kendisine kar taneleri gibi teker teker gelen şiirlerin ahengine benzetti. Şiirlerin hepsinin daha derindeki bir anlama işaret etmesi gerektiğini o an düşünmüştü.
"Ne yapıyorsun orada?" dedi tam aynı anda İpek.
"Kara bakıyorum, canım."
Kar tanelerinin geometrik yapısında güzellikten öte bir anlam bulduğunu İpek'in sezdiğini hissediyor, ama bunun olamayacağını da aklının bir yanıyla biliyordu. Bir yandan İpek Ka'nın kendisinden başka bir şeyle ilgilenmesinden huzursuz oluyordu. İpek'e karşı kendini çok istekli ve bu yüzden fazlasıyla silahsız hissettiği için Ka bundan memnun oldu ve sevişmenin kendisine biraz olsun güç kazandırdığını anladı.
"Ne düşünüyorsun?" diye sordu İpek.
"Annemi," dedi Ka ve birden neden böyle dediğini anlayamadı, çünkü yeni ölmesine rağmen aklında annesi yoktu. Ama daha sonra o ânı yeniden hatırlarken, Kars yolculuğumda aklımda hep annem vardı diye ekleyecekti.
"Annenin nesini?"
"Bir kış gecesi pencereden yağan kara bakarken saçlarımı okşayışını."
"Çocukken mutlu muydun?"
"İnsan mutluyken mutlu olduğunu bilmez. Yıllar sonra, çocukken mutlu olduğuma karar verdim: Aslında değildim. Ama sonraki yıllardaki gibi mutsuz da değildim. Mutlu olmakla ilgilenmezdim çocukluğumda."
"Ne zaman ilgilenmeye başladın?"
"Hiçbir zaman," diyebilmek isterdi Ka ama hem doğru değildi bu, hem de fazla iddialıydı. Gene de böyle söyleyerek İpek'i etkilemek geçti bir an içinden, ama şimdi İpek'ten beklediği etkilenmekten daha derin bir şeydi.
"Mutsuzluktan hiçbir şey yapamaz olunca, mutluluğu düşünmeye başladım," dedi Ka. iyi mi etmişti bunu söylemekle? Sessizlikle endişelendi. Frankfurt'taki yalnızlığını ve yoksulluğunu anlatırsa İpek'i oraya gelmeye nasıl ikna edebilirdi? Kar tanelerini dağıtıveren telaşlı bir rüzgâr esti dışarıda, Ka yataktan çıkarken kapıldığı telaşa kapıldı, karnını ağrıtan aşk ve bekleyiş acısını şimdi daha da şiddetle hissetti. Az önce o kadar mutlu olmuştu ki, şimdi, bu mutluluğu kaybedebileceğini düşünmek aklını başından alıyordu. Bu da mutluluktan şüpheye düşürüyordu onu. "Benimle Frankfurt'a gelecek misin?" diye sormak istiyordu İpek'e, ama istediği cevabı vermez diye korkuyordu da.
Yatağa döndü, arkadan bütün gücüyle İpek'e sarıldı, "Bir dükkân var çarşıda," dedi. "Peppino di Capri'nin 'Roberta' adlı çok eski bir parçasını çalıyordu. Nereden bulmuşlar onu?"
"Kars'ta hâlâ şehri terk edememiş eski aileler vardır," dedi İpek. "En sonunda anneyle baba da ölünce, çocuklar eşyaları satıp giderler ve şehrin bugünkü fakirliğiyle hiç uyuşmayan tuhaf şeyler çıkar piyasaya. Sonbaharda İstanbul'dan gelip bu eski eşyaları ucuza kapatıp giden bir eskici vardı bir zamanlar. Artık o bile gelmiyor."
Ka az önceki eşsiz mutluluğu bir an yeniden bulduğunu sandı, ama aynı duygu değildi bu artık. O ânı bir daha bulamama korkusu içinde birden hızla büyüdü, her şeyi önüne katıp sürükleyen bir telaşa dönüştü: Frankfurt'a gelmeye İpek'i asla ikna edemeyeceğini korkuyla sezdi.
"Hadi canım, kalkayım artık ben," dedi İpek.
"Canım" demesi, kalkarken dönüp onu tatlılıkla öpmesi bile Ka'yı yatıştırmadı.
"Bir daha ne zaman buluşacağız?"
"Babamı merak ediyorum. Polis onları izlemiş olabilir."
"Ben de merak ediyorum onları..." dedi Ka. "Ama bundan sonra ne zaman buluşacağımızı şimdi bilmek istiyorum."
"Babam oteldeyken bu odaya gelemem."
"Ama artık hiçbir şey aynı değil," dedi Ka. Karanlıkta hünerle ve sessizce giyinen İpek için her şeyin aynı olabileceğini bir an korkuyla düşündü. "Başka bir otele geçeyim ben, hemen oraya gelirsin," dedi. Kahredici bir sessizlik oldu. Kıskançlık ve çaresizlikten beslenen bir telaş. Ka'yı çekip içine aldı. İpek'in başka bir sevgilisi daha olduğunu düşündü. Aklının bir yanı bunun tecrübesiz bir âşığın sıradan bir kıskançlığı olduğunu hatırlatıyordu, ama içindeki daha güçlü bir duygu da İpek'e bütün gücüyle sarılması, onunla arasındaki olası engellere hemen saldırması gerektiğini söylüyordu. İpek'e daha fazla ve hızla yaklaşmak için alelacele yapacağı, söyleyeceği şeylerin kendini zor duruma düşüreceğini sezdiği için kararsızlıkla sessiz kaldı.


Kar / Orhan Pamuk

12 Mar 2012

Ben Enistenizim / Benim Adım Kırmızı


Ben Kara'nın Eniste Efendisiyim, ama baskaları da Eniste der bana. Bir zamanlar, annesi bana Kara'nın öyle seslenmesini isterdi, sonra bunu yalnız Kara değil, herkes kullanır oldu. Kara, evimize gidip gelmeye bundan otuz yıl önce, Aksaray'ın arkalarında kestane ve ıhlamur ağaçlarının gölgelediği o karanlık ve nemli sokağa yerlesmemizden sonra basladı. O bundan önceki evimizdi. Yazları ben Mahmut Pasa ile sefere çıkarsam, sonbaharda İstanbul'a döndüğümde Kara'yı annesiyle bizim eve sığınmıs bulurdum.

Rahmetli anası, benim rahmetli hanımın ablasıydı. Bazen de, kıs aksamları eve döndüğümde anasıyla benimkini birbirlerine sarılmıs gözleri yaslı dertlesirlerken görürdüm. Hiçbirinde tutunamadığı küçük ve ücra medreselerde müderrislik eden babası huysuzdu, öfkeliydi ve iyice de içerdi. Kara, o zamanlar altı yasındaydı, annesi ağlıyor diye ağlar, annesi sustu diye susar, bana, Enistesine korkuyla bakardı. Simdi onu karsımda kararlı, kemale ermis ve saygılı bir yeğen olarak görmekten memnunum. Bana gösterdiği saygı, elimi öpüsündeki dikkat, hediye getirdiği Moğol hokkasını verirken "yalnızca kırmızı mürekkep için," deyisi, karsımda dizlerini dikkatlice birlestirmis olarak derli toplu oturusu, bütün bunlar, yalnız onun olmak istediği aklı basında, yetiskin adam olduğunu değil, benim de olmak istediğim ihtiyar adam olduğumu bana bir kere daha hatırlatıyor.

---

Simdi Kara'nın baska bir temel bilgiyi de edinmis olduğunu sevinçle görüyorum: Nakıs ve sanatta hayâl kırıklığına uğramak istemiyorsan eğer, sakın onu mesleğin olarak görme. Ne kadar hünerin ve yeteneğin olursa olsun parayı ve iktidarı baska yerlerde ara ki, hüner ve emeğinin karsılığını alamayınca sanata küsmeyesin.

---

Kara'nın yokluğunda yaptırdığım bu yeni evden önce hiç söz etmedik. Büyük bir ihtimalle, servet ve itibar sahibi olmayı aklına koymus istekli bir gencin hissedebileceği gibi Kara, bu konulardan söz açmayı çok ayıp bir sey olarak görüyor. Ama yine de daha eve girer girmez merdivenlerde ikinci katın her zaman daha kuru olduğunu, kemiklerimdeki ağrılara ikinci kata tasınmanın iyi geldiğini söyledim. İkinci kat, derken tuhaf bir utanç duyuyordum, ama sunu bilmenizi de isterim: Benden çok az serveti olanlar, küçük bir tımarı olan basit sipahiler bile yakında iki katlı ev yaptırabiliyor olacaklar. Biz kısları nakıs odası olarak kullandığım odadaydık. Bitisikteki odadaki Seküre'nin varlığını Kara'nın hissettiğini sezdim. Onu İstanbul'a çağırmak için Tebriz'e yolladığım mektupta anlattığım asıl konuya girdim hemen.
"Tıpkı senin Tebriz'deki hattatlar ve nakkaslarla yaptığın gibi ben de bir kitap hazırlatıyordum," dedim.
"Benim siparisçim Âlemin Temeli Padisahımız Hazretleri'dir. Kitap gizli olduğundan, Padisahımız benim için Hazinedarbası'ndan gizli bir para çıkarttı. Padisahımızın nakkashanesinin en usta nakkaslarıyla tek tek anlastım.
Onların kimine bir köpeği, kimine bir ağacı, kimine kenar süsleriyle ufuktaki bulutları, kimine atları resimlettiriyordum. Resmettirdiğim seyler, tıpkı Venedikli üstatların resimlerindeki gibi, Padisahımızın bütün âlemini temsil etsin istiyordum. Ama bunlar Venediklilerin yaptığı gibi malın mülkün değil, tabii ki iç zenginliğinin ve Padisahımızın âleminin sevinçlerinin ve korkularının resimleri olacaktı. Para'yı resmettirdiysem küçümsemek içindir, Seytan'ı ve Ölüm'ü korkuyoruz diye koydum. Bilmiyorum dedikodular ne diyor.
Ağaçlarının ölümsüzlüğü, atlarının yorgunluğu, köpeklerinin arsızlığı Padisahımız Hazretleri'ni ve âlemini temsil etsin istedim. Leylek, Zeytin, Zarif ve Kelebek takma adlı nakkaslarım da keyiflerince konu seçsin istedim. En soğuk, en uğursuz kıs geceleri bile Padisahımın nakkaslarından biri kitap için resmettiği seyi göstermeye gizlice bana gelirdi."
"Nasıl resimler yapıyorduk ve neden öyle yapıyorduk, onu simdi tam söyleyemem. Senden sakladığım, söyleyemeyeceğim için değil. Resimlerin neyi anlattığım sanki tam ben de bilmediğim için. Ama onların nasıl resimler olması gerektiğini biliyorum." Kara'nın benim mektubumdan dört ay sonra İstanbul'a döndüğünü eski evimizin sokağındaki berberden isitmis, onu eve ben çağırmıstım. Hikâyemde bizi birbirimize bağlayacak bir dert ve bir mutluluk vaadi olduğunu biliyordum.
"Her resim bir hikâye anlatır," dedim. "Okuduğumuz kitabı güzellestirmek için nakkas, hikâyenin en güzel meclisini resmeder. Âsıkların birbirini ilk defa görüsü; kahraman Rüstem'in seytani canavarın kafasını kesisi; öldürdüğü yabancının kendi oğlu olduğunu anlayan Rüstem'in kederi; askından aklını kaçıran Mecnun ıssız ve vahsi tabiatın içinde aslanlar, kaplanlar, geyikler, çakallar arasında; İskender savastan önce kuslardan geleceği okumak için gittiği ormanda kendi çulluğunun koca bir kartal tarafından paralandığını görünce dertleniyor... Bu hikâyeleri okurken yorulan gözümüz resme bakarak dinlenir. Eğer hikâyede aklımızın ve hayal gücümüzün canlandırmakta zorlandığı bir sey varsa, resim hemen imdada yetisir. Resim hikâyenin renklerle çiçeklenisidir. Kimse hikâyesi olmayan bir resim düsünemez."
"Düsünemez sanırdım," diye ekledim sanki bir pismanlıkla. "Ama bu yapılabiliyormus. İki yıl önce Padisahımızın elçisi olarak bir kere daha Venedik'e gitmistim. Hep İtalyan üstatlarının yaptığı yüz resimlerine bakıyordum. Resmedilenin hangi hikâyenin hangi meclisi olduğunu bilmeden, ama anlamaya ve hikâyeyi çıkarmaya çalısarak. Günün birinde, bir saray duvarında bir resimle karsılasınca tutulup kaldım."
"Resim her seyden çok, birinin, benim gibi birinin resmiydi. Bir kâfir elbette, bizim gibi biri değil. Ama ona baktıkça ona benzediğimi hissediyordum. Üstelik, bana hiç mi hiç de benzemiyordu. Kemiksiz, yuvarlak bir yüz, elmacık kemikleri hiç yok, buna karsılık, benim masallardık çeneden onda hiç iz yok. Bana hiç benzemiyor, ama nedense baktıkça sanki benim resmimmis gibi yüreğimi oynatıyor."

"Hangi hikâyeyi süslemek ve tamamlamak için bu resim yapılmıstı? Resme bakarken anlıyordum ki bu resmin hikâyesi kendisiydi. Bir hikâyenin uzantısı değildi de resim, kendisi için bir seydi."

2 Mar 2012

Benim Adım Kırmızı / Katil Diyecekler Bana





O budalayı öldürmeden az önce bile, herhangi birinin canını alacağını bana söylense inanmazdım. Bu yüzden yapmıs olduğum sey bazen ufukta kaybolan yabancı bir kalyon gibi benden gittikçe uzaklasıyor. Bazen hiçbir cinayet islememisim gibi de hissediyorum. Zavallı Zarif kardesimi hiç de istemeden gebertmemin üzerinden dört gün geçti, ve simdiden duruma biraz alıstım. Önüme çıkı veren berbat meseleyi adam öldürmeden çözebilmeyi çok isterdim, ama hemen de anladım baska bir yol olmadığını. Đsi hemen orada bitirdim; bütün sorumluluğu yüklendim. Bir akılsızın iftirası yüzünden bütün nakkaslar camiasının tehlikeye atılmasına izin vermedim. Yine de ama katilliğe alısmak zor. Evde duramıyorum, sokağa çıkıyorum, sokakta duramıyorum, öteki sokağa yürüyorum, sonra o sokaktan sonrakine yürüyorum ve insanların yüzlerine baktıkça görüyorum ki ellerine daha cinayet isleme fırsatı geçilmemis oldukları için pek çok kisi masum zannediyor kendini. Bu küçük talih ve kader meselesi yüzünden, insanların çoğunun benden daha ahlaklı ya da iyi olduğuna inanmak zor. Olsa olsa henüz cinayet islemedikleri için biraz daha aptal suratlı oluyorlar ve bütün aptallar gibi iyi niyetli gözüküyorlar. Gözünde bir zekâ ısıltısı, yüzünde ruhundan yansıyan bir gölge gördüğüm herkesin gizli bir katil olduğunu anlamam için o zavallıyı öldürdükten sonra, Đstanbul sokaklarında dört gün yürümem yetti. Yalnızca aptallar masumdur.

Bu aksam mesela, Esir Pazarı'nın arkalarındaki kahvehanede sıcak kahvem ile ısınır, arkadaki köpek resmine bakıp köpeğin anlattıklarına herkesle birlikte kendimi koyuvererek gülerken, yanımda oturan bir herifin de benim gibi katilin teki olduğu duygusuna kapıldım. O da benim gibi meddaha gülebiliyordu, ama kolunun benim kolumun yanıbasında kardes kardes durmasından mı, fincanı tutan kıpır kıpır parmaklarının huzursuzluğundan mı neden bilmiyorum, onun da benim soyumdan olduğuna hükmediverdim ve birden dönüp suratına dik dik baktım. Hemen korktu, yüzü allak bullak oldu. Kahve dağılırken bir tanıdığı onun koluna girmis:
"Artık Nusret Hocacılar burayı basar," diyordu. Ötekini kas göz isaretiyle susturdu. Onların korkuları bana da bulastı. Kimse kimseye güvenmiyor, her an karsısındakinden bir alçaklık bekliyor herkes. Hava daha da soğumus ve sokakların köselerinde, duvar diplerinde kar iyice tutmus, yükselmis. Kör karanlıkta gövdem yolunu dar sokakları ancak hissederek buluyor. Bazen de, kepenkleri iyice çekili, pencereleri kapkara tahtayla kaplı evlerin bir yerinden içerde hâlâ yanan bir kandilin soluk ısığı dısarı sızıp karda yansıyor, çoğu zaman ise hiçbir ısık, hiçbir sey göremiyorum da bekçilerin sopalarının taslara vurusuna, çılgın köpek sürülerinin ulumalarına, evlerin içlerinden gelen iniltilere kulak verip yolumu buluyorum. Bazen, gece yarıları sehrin dar ve korkutucu sokakları karın sanki kendi içinden sızan harika bir ısıkla aydınlanıyor ve karanlıkta, yıkıntılar ve ağaçlar arasında yüzlerce yıldır Đstanbul'u tekinsiz kılan hayaletleri gördüğümü sanıyorum. Bazen de, evlerin içinden mutsuzların uğultusu geliyor; ya harıl harıl öksürüyor, ya burunlarını çekiyor, ya rüyalarında ağlayarak çığlık atıyor, ya da karı kocalar, yanıbaslarında çocukları ağlarken birbirlerini boğazlamaya girisiyorlar. Katil olmadan önceki mutlu hayatımı hatırlamak, neselenmek için bir iki aksam bu kahvede meddahı dinlemeye geldim. Bütün ömrümü birlikte geçirdiğim nakkas kardeslerimin çoğu her aksam gelirler. Tâ çocukluktan beri birlikte naksettiğimiz bir budalaya kıydım kıyalı hiçbirini görmek istemiyorum artık. Birbirlerini görüp dedikodu etmeden yapamayan kardeslerimin hayatında, buradaki rezil eğlence havasında beni utandıran çok sey var. Beni burnu büyük bulup iğnelemesinler diye bir iki resim de ben yaptım meddah için, ama bunun kıskançlığı durduracağını da sanmam. Ama kıskanmakta çok da haklılar.. Renk karıstırmakta, cetvel çekmekte, sayfa istifinde, konu seçiminde, yüz çizmekte, kalabalık savas ve av meclislerini yerlestirmekte, hayvanları, padisahları, gemileri, atları, savasçıları, âsıkları resmetmekte, naksın içine ruhun siirini dökmekte, hatta, tezhipte de en usta benim. Bunu size övünmek için değil beni anlayın diye söylüyorum. Kıskançlık, zamanla usta nakkasın hayatında boya kadar vazgeçilmez bir malzeme olur.

Huzursuzluktan gittikçe uzayan yürüyüslerimin ortasında bazen saf mı saf, masum mu masum din kardeslerimden birisiyle gözgöze geliyorum ve birden su tuhaf düsünce beliriyor içimde: Simdi katil olduğumu düsünürsem, karsımdaki bunu yüzümden anlayacak.Böylece hemen kendimi baska seyler düsünmeye zorluyorum; tıpkı ilk gençlik yıllarımda namaz kılarken kadınları düsünmemek için utanç içinde kıvranarak kendimi zorladığım gibi. Ama çiftlesmeyi aklımdan bir türlü çıkaramadığım o gençlik buhranlarının tersine, islediğim cinayeti unutabiliyorum. Bütün bunları durumumla iliskili olduğu için anlattığımı anlıyorsunuzdur. Bir
seyi aklımdan bile geçirirsem her seyi anlarsınız. Bu da aranızda bir hayalet gibi gezinen adsız, hüviyetsiz bir katil olmaktan çıkarır da beni, yakayı ele vermis, yüzü belirgin, kafası vurulacak sıradan bir suçlu durumuna düsürür. Đzin verin de her seyi düsünmeyeyim; kendime bir seyler saklayayım: Sizin gibi ince kisiler de ayak izlerine bakarak hırsızı bulur gibi, kelimelerimden ve renklerimden benim kim olduğumu kesfe çalıssınlar. Bu da bizi simdi çok revaçta olan üslup konusuna getiriyor: Nakkasın kendi sahsi usûlü, kendine mahsus bir rengi, sesi, var mıdır, olmalı mıdır?
Ustalar ustası, naksın piri Behzat'ın bir resmini ele alalım. Bir cinayet resmi olduğu için, benim durumuma da iyi uyan bu harika seye, acımasız bir taht kavgasında öldürülmüs bir Acem sehzadesinin kütüphanesinden çıkmıs Herat isi doksan yıllık bir kusursuz kitabın Hüsrev ile Sirin'in hikâyesini anlatır sayfalarında rastlamıstım. Hüsrev ile Sirin'in sonunu bilirsiniz; Firdevsi'nin değil de Nizami'nin anlattığını diyorum: Đki âsık ne maceralar ve fırtınalardan sonra evlenirler, ama Hüsrev'in önceki karısından olan çocuğu genç Siruye Seytan gibidir, onları rahat bırakmaz. Babasının tahtında ve genç karısı Sirin'de gözü vardır bu sehzadenin. Nizami'nin "Ağzı aslanlar gibi pis kokardı," dediği Siruye, bir yolunu bulup babasını esir alır ve tahtına oturur. Bir gece, babasının Sirinle yattığı odaya girer, karanlıkta dokuna dokuna onları yatakta bulur ve hançeriyle babasını ciğerinden bıçaklar. Babanın kanı sabaha kadar akacak ve yanında huzurla uyuyan güzel Sirin ile paylastıkları yatakta ölecektir. Büyük üstat Behzat'ın resmi, bu hikâye kadar yıllardır içinde tasıdığım gerçek bir korkuyu da isliyordu: Gece yarısı karanlıkta uyanıp, göz gözü görmez odada tıkırtılar çıkaran baska birisi olduğunu farketmenin dehseti! O baska birisinin bir elinde bir hançer olduğunu, öbür eliyle de sizin boğazınıza sarıldığını düsünün. Odadaki ince ince islenmis duvar, pencere ve çerçeve süslerinin, sıkılmıs gırtlağınızdan çıkan sessiz çığlığın rengindeki kızıl halının kıvrım ve yuvarlaklarının ve katilinizin sizi öldürürken çıplak ve iğrenç ayağıyla acımasızca bastığı harika yorgana inanılmaz bir incelikle ve neseyle islenmis sarı ve mor çiçeklerin hepsi, aynı amaca hizmet ederler: Bir yandan bakmakta olduğunuz resmin güzelliğini vurgularken, bir yandan da içinde ölmekte olduğunuz odanın, terketmekte olduğunuz dünyanın ne de güzel bir yer olduğunu hatırlatırlar. Resmin ve dünyanın güzelliğinin sizin ölümünüze kayıtsızlığı, ölürken yanınızda karınız da olsa yapayalnız olusunuz resme bakarken kafanıza dank eden asıl manadır. "Behzat'ın," demisti yirmi yıl önce benimle birlikte titreyen ellerimdeki kitaba bakan ihtiyar usta. Yüzü yanı basımızdaki mumdan değil, görme zevkinden aydınlanmıstı. "O kadar Behzat'ın ki, imzaya gerek yok."
Behzat da bunu bildiği için imzasını resmin gizli bir kösesine bile atmamıstı.

18 Şub 2012

Benim Adım Kırmızı



Benim Adım Kara

İstanbul'a, doğup büyüdüğüm sehre, on iki yıl sonra bir uyurgezer gibi girdim. Ölecekler için toprak çekti derler, beni de ölüm çekmisti. Đlk basta sehre girdiğimde yalnızca ölüm var sanmıstım, sonra ask ile de karsılastım. Ama ask, o ara, Đstanbul'a ilk girdiğimde, sehirdeki hatıralarım kadar uzak ve unutulmus bir seydi. On iki yıl önce İstanbul'da teyzemin çocuk yastaki kızına âsık olmustum. İstanbul'u terk ettikten yalnızca dört yıl sonra, Acem ülkesinin bitip tükenmez bozkırında, karlı dağlarında ve kederli sehirlerinde gezer, mektup tasır, vergi toplarken, Đstanbul'da kalan çocuk sevgilimin yüzünü yavas yavas unuttuğumu farkettim. Telasa kapılıp bu yüzü hatırlamaya çok gayret ettim ama, ne kadar çok severseniz sevin, insanın hiç görmediği bir yüzü yavas yavas unutacağını da anladım. Doğu'da kâtiplikler ve yolculuklarla pasaların hizmetinde geçirdiğim yılların altıncısında hayalimde canlandırdığım yüzün İstanbul'daki sevgilimin yüzü olmadığım biliyordum artık. Altıncı yılda yanlıs hatırladığım yüzü, daha sonra, sekizinci yılda bir kere daha unutup, yine bambaska bir sey olarak hatırladığımı da biliyordum. On iki yıl sonra, otuz altı yasımda sehrime geri döndüğümde, sevgilimin yüzünü böyle böyle çoktan unutmus olduğumun acıyla farkındaydım. Dostlarımın, akrabalarımın, mahallemdeki tanıdıkların çoğu bu on iki yılda ölmüslerdi. Haliç'e bakan mezarlığa gittim, annem ve yokluğumda ölen amcalarım için dua ettim. Çamurlu toprağın kokusu hatıralarımla karıstı; birisi annemin mezarının kenarında bir testi kırmıstı, nedense kırık parçalara bakarken ağlamaya basladım. Ölülere mi, onca yıldan sonra tuhaf bir sekilde hâlâ hayatımın basında olmama mı, yoksa tam tersini sezdiğim, hayat yolculuğumun sonuna geldiğimi hissettiğim için mi ağlıyordum, bilmiyorum. Belli belirsiz bir kar atıstırmaya baslamıstı. Oradan oraya savrulan tek tük tanelere dalıp gitmistim, kendi hayatımın belirsizlikleri içinde yolumu kaybetmistim ki, baktım mezarlığın karanlık bir kösesinde karanlık bir köpek bana bakıyor. Gözyaslarım dindi. Burnumu sildim. Kara köpeğin bana dostlukla kuyruğunu salladığını görüp mezarlıktan çıktım. Daha sonra, baba tarafından akrabalarımdan birinin eskiden oturduğu evlerden birini kiralayıp mahalleye yerlestim. Ev sahibesi kadın, savasta Safevi askerlerinin öldürdüğü oğluna benzetti beni. Eve çekidüzen verecek, yemeklerimi yapacaktı. İstanbul'a değil de, dünyanın öbür ucundaki Arap sehirlerinden birine geçici olarak yerlesmisim de sehir nasıl bir yerdir diye meraklanıyormusum gibi sokaklara çıktım, uzun uzun, doya doya yürüdüm. Sokaklar mı darlasmıstı, yoksa bana mı öyle geliyordu? Kimi yerlerde, birbirlerine karsılıklı uzanmıs evler arasına sıkısmıs sokaklarda, üzerleri yüklü atlara çarpmamak için duvarlara, kapılara sürüne sürüne yürümek zorunda kaldım.

Zenginler de artmıs mıydı, yoksa bana mı öyle geliyordu. Gösterisli bir araba gördüm, böylesi ne Arabistan'da, ne Acem ülkesinde vardır; mağrur atların çektiği bir kale gibiydi. Çemberlitas'ın orada, Tavukpazarı'ndan gelen pis kokunun içinde birbirlerine sokulmus, paçavralar içinde arsız dilenciler gördüm. Biri kördü ve yağan kara bakıp gülümsüyordu. Eskiden Đstanbul daha fakir, daha küçük, daha mutluydu deseler inanmazdım belki, ama kalbim böyle diyordu. Çünkü arkamda bıraktığım sevgilimin evi yerli yerinde ıhlamur ve kestane ağaçlarının içindeydi, ama kapıdan sordum bir baskası oturuyordu artık orada. Sevgilimin annesi, teyzem, ölmüs, Enistem ile kızı tasınmıslar ve böyle durumlarda kalbinizi ve hayallerinizi nasıl da acımasızca kırdıklarını hiç farketmeyen kapıdaki adamların söylediği gibi, baslarından bazı felaketler geçmisti. Size simdi bunları anlatmayayım da eski bahçedeki ıhlamur ağacının dallarından küçük parmağım büyüklüğünde buz parçacıkları sarktığını, sıcak, yemyesil ve günesli yaz günlerini hatırladığım bahçenin kederden, kardan ve bakımsızlıktan insanın aklına ölümü getirdiğini söyleyeyim. Akrabalarımın baslarına gelenlerin bir kısmını Enistemin bana, Tebriz'e yolladığı mektuptan biliyordum zaten. O mektupta, Enistem beni İstanbul'a çağırmıs, Padisahımız için gizli bir kitap hazırladığını, benim ona yardım etmemi istediğim yazmıstı. Benim, bir dönem Tebriz'de Osmanlı pasaları, valiler, İstanbul'daki ricacılar için kitaplar hazırlattığımı Enistem isitmisti. Tebriz'de yaptığım, kitap siparis eden ricacılardan pesin para alıp, savaslardan ve Osmanlı askerinden sikâyetçi nakkaslardan ve hattatlardan hâlâ sehri terk edip Kazvin'e ve diğer Acem sehirlerine gitmemis olanları bulmak ve parasızlık ve ilgisizlikten sikâyetçi bu büyük üstatlara sayfaları yazdırtıp, naksettirip, ciltlettirip kitabı İstanbul'a yollamaktı. Gençliğimde Enistemin bana geçirdiği nakıs ve güzel kitap askı olmasaydı hiç giremezdim bu islere.

8 Şub 2012

Benim Adım Kırmızı




1

Ben Ölüyüm
Simdi bir ölüyüm ben, bir ceset, bir kuyunun dibinde. Son nefesimi vereli çokoldu, kalbim çoktan durdu, ama alçak katilim hariç kimse basıma gelenleri bilmiyor. O ise, iğrenç rezil, beni öldürdüğünden iyice emin olmak için nefesimi dinledi, nabzıma baktı, sonra böğrüme bir tekme attı, beni kuyuya tasıdı, kaldırıp asağı bıraktı. Tasla önceden kırdığı kafatasım kuyuya düserken parça parça oldu, yüzüm, alnım,yanaklarım ezildi yok oldu; kemiklerim kırıldı, ağzım kanla doldu.Dört gün oldu eve dönmeyeli: Karım, çocuklarım beni arıyorlardır. Kızım ağlaya ağlaya tükenmis, bahçe kapısına bakıyordur; hepsinin gözü yolda, kapıdadır.Gerçekten kapıda mıdır, onu da bilmiyorum. Belki de alısmıslardır, ne kötü! Çünkü insana buradayken, arkada bıraktığı hayatın eskiden olduğu gibi sürüp gitmekte olduğu duygusu geliyor. Ben doğmadan önce arkamda sınırsız bir zaman vardı. Ben öldükten sonra da, bitip tükenmeyecek bir zaman! Yasarken hiç düsünmezdim bunları; ısıklar içinde yasayıp giderdim, iki karanlık zamanın arasında. Mutluydum, mutluymusum; simdi anlıyorum: Padisahımızın nakkashanesinde en iyi tezhipleri ben yapardım ve ustalığı bana yaklasabilecek baska bir müzehhip de yoktu. Dısarıda yaptığım islerle elime ayda dokuz yüz akçe geçerdi. Bunlar da tabii, ölümümü daha da dayanılmaz kılıyor. Yalnızca nakıs ve tezhip yapardım; sayfa kenarlarını süsler, çerçeve içine renkler, renkli yapraklar, dallar, güller, çiçekler, kuslar çizerdim: Kıvrım kıvrım Çin usûlü bulutlar, birbirinin çine geçen yapraklar, renk ormanları ve içlerinde gizlenmis ceylanlar, kadırgalar, padisahlar, ağaçlar, saraylar, atlar, avcılar... Eskiden bazen bir tabak içine nakıs yapardım; bazen bir aynanın arkasına, bir kasığın içine, bazen Boğaziçi'nde bir yalının, bir konağın tavanına, bazen bir sandığın üzerine... Son yıllarda ise yalnızca kitap sayfaları üzerinde çalısıyordum, çünkü Padisahımız çok para veriyordu nakıslı kitaplara. Ölümle karsılasınca paranın hayatta hiç önemli olmadığım anladım, diyecek değilim. Đnsan hayatta değilken bile paranın önemini biliyor. Simdi bu durumumda benim sesimi isitiyor olmanıza, bu mucizeye bakıp söyle düsüneceğinizi biliyorum: Bırak simdi yasarken kaç para kazandığını. Bize orada gördüklerini anlat. Ölümden sonra ne var, ruhun nerede, Cennet ve Cehennem nasıl, orada neler görüyorsun? Ölüm nasıl bir sey, canın yanıyor mu? Haklısınız. Yasarken insanın öte tarafta neler olup bittiğini çok merak ettiğim biliyorum. Sırf bu merakı yüzünden kanlı savas meydanlarında cesetler arasında gezmen birinin hikâyesini anlatmıslardı... Can çekismekte olan yaralı cengâverler arasında ölüp de dirilen birine rastlarım da, o da bana öbür dünyanın sırlarını verir diye aranan bu adamı Timur'un askerleri düsman sanıp bir kılıç darbesiyle ikiye biçmisler de, oda, öte dünyada insanın ikiye bölündüğünü sanmıs. Böyle bir sey yok. Hatta dünyada ikiye bölünen ruhların burada birlestiğini bile söyleyebilirim. Ama, dinsiz kâfirlerin, zındıkların ve Seytan'a uyan küfürbazların iddialarının tersine bir öbür dünya da, sükür var. Oradan size sesleniyor olmam bunun kanıtı. Öldüm, ama gördüğünüz gibi yok olmadım. Öte yandan, Kuran-ı Kerim'de sözü edilen ve altlarından ırmaklar akan altından, gümüsten Cennet kösklerine, dolgun meyvalı iri yapraklı ağaçlara, bakire güzellere rastlayamadığımı söylemek zorundayım. Oysa Vakıa suresinde anlatılan Cennetteki o iri gözlü hurileri pek çok kereler nasıl da keyiflenerek resmettiğimi simdi çok iyi hatırlıyorum. Kuran-ı Kerim'in değil de, Đbni Arabi gibi genis hayallilerin ballandırarak anlattıkları sütten, saraptan, tatlı sudan ve baldan yapılmıs o dört ırmağa da tabii hiç rastlayamadım. Haklı olarak öte dünyanın umut ve hayalleriyle yasayan pek çok kisiyi inançsızlığa sürüklemek istemediğim için bütün bunların kendi özel durumumla ilgili olduğunu hemen belirtmem gerekir: Ölümden sonraki hayat konusunda biraz olsun malumatı olan her mümin, benim durumumdaki bir huzursuzun Cennet'in ırmaklarını görmekte zorlanacağını kabul eder. Kısaca: Nakkaslar bölüğünde ve üstatlar arasında Zarif Efendi diye bilinen ben öldüm, ama gömülmedim. Bu yüzden de, ruhum gövdemi bütünüyle terk edemedi. Cennet, Cehennem, neresiyse kaderim, ruhumun oralara yaklasabilmesi için gövdemin pisliğinden çıkabilmesi gerekir. Baskalarının basına da gelen bu istisnai durumum, ruhuma korkunç acılar veriyor. Kafatasımın paramparça olmasını, gövdemin yarısının buz gibi bir suda kırıklar ve yaralar içinde çürümesini duymuyorum da, gövdemi terk etmek için çırpman ruhumun derin azabını hissediyorum. Sanki bütün âlem benim içimde bir yerde sıkısarak daralmaya baslıyor. Bu daralma hissini, o essiz ölüm anımda hissettiğim sasırtıcı genislik hissiyle karsılastırabilirim ancak. O hiç beklemediğim tas darbesiyle kafatasım kenarından kırıldığında, o alçağın beni öldürmek istediğini hemen anladım da, öldürebileceğine inanamadım. Umutla dopdoluymusum, ama nakkashane ile evim arasındaki solgun hayatımı yasarken hiç farketmezmisim bunu. Hayata parmaklarım, tırnaklarım ve onu ısırdığım dislerimle tutkuyla sarıldım. Basıma yediğim diğer darbelerin acısıyla sizlerin canını sıkmayayım. Öleceğimi kederle anladığım zaman, içimi inanılmaz bir genislik hissi sardı. Geçis anım, bu genislik hissiyle yasadım: Bu yana varmam, insanın kendi rüyasında kendini uyur gibi görmesi gibi yumusacık oldu. En son, alçak katilimin karlı, çamurlu ayakkabılarını gördüm. Gözlerimi uyur gibi kapadım ve tatlı bir geçisle bu yana vardım. Simdiki sikâyetim, dislerimin kanlı ağzıma leblebi gibi dökülmesinden, yüzümün tanınmayacak kadar ezilmesinden, ya da bir kuyunun dibine sıkısıp kalmıs olmaktan değil; hâlâ yasıyor sanılmaktan. Beni sevenlerin sık sık beni düsünüp, Đstanbul'un bir kösesinde aptalca bir mesgaleyle hâlâ oyalanıyor olduğumu, hatta baska bir kadının pesinden gittiğimi hayal etmeleri huzursuz ruhuma büsbütün azap veriyor. Bir an önce cesedimi bulsunlar, namazımı kılıp, cenazemi kaldırıp beni gömsünler artık! Daha önemlisi, katilim bulunsun!

5 Şub 2012

Benim Adım Kırmızı


 Ben bütün ömrüm boyunca iki resmin yapılmasını gizliden gizliye çok istedim, bunu kimseye açamadım.

1. Kendi resmim yapılsın isterdim. Ama ne kadar gayret etseler de bunu yapamayacaklarını biliyordum, çünkü benim güzelliğimi olduğu gibi görebilseler bile, Padişah'ın nakkaşlarının hiçbiri, gözlerini ve dudaklarını Çinliler gibi çizmedikçe, bir kadının yüzünün güzel olduğuna ne yazık ki inanamazlardı. Heratlı eski ustaların yapacağı gibi, bir Çinli güzel gibi resmetselerdi beni, belki görüp tanıyanlar o Çinli güzelin arkasında yatan benim yüzümü çıkartabilirlerdi. Ama bizlerden sonrakiler, gözlerimin aslında çekik olmadığımı anlasalar bile, yüzümün neye benzediğini çıkaramazlardı hiç. Bugün, oğullarımın tesellisiyle geçirdiğimyaşlılığımda yüzümün gençken yapılmış bir resmi olsaydı ne mutlu olurdum!

2. Ranlı şair Sarı Nazım'ın bir mesnevisinde merak ettiği şey: Mutluluğun resmi yapılsın isterdim. Bunun nasıl yapılacağını çok iyi biliyorum. Bir anne resmi yapılsın isterdim, iki çocuğu olsun; kucağında gülümseyerek tutup emzirdiği küçüğü, o annenin iri göğsünün ucunu mutlulukla gülümseyerek emerken, hafifçe kıskanan büyük kardeşle annenin gözleri buluşsun isterdim. Hem bu resimdeki anne ben olayım, hem de bu resim gökteki kuşu hem uçar gibi, hem de gökte mutlulukla sonsuza kadar asılı kalır gibi österip, zamanı durduran Heratlı eski üstatların usulüyle yapılsın isterdim. Biliyorum, kolay değil. Her şeye bir akıl yetiştirmeye çalışacak kadar akılsız oğlum Orhan, zamanı durduracak Heratlı üstatların beni ben gibi asla çizemeyeceklerini hatırlatıp, oğlunu kucaklayan güzel anne resimlerini durmadan çizen Frenk üstatlarının ise zamanı hiç durduramayacaklarını anlatıp, benim mutluluk resmimin zaten hiçbir zaman yapılamayacağını bana yıllarca söylemiştir.

Belki haklıdır. İnsan aslında, mutluluk resmindeki gülümsemeyi değil, hayattaki mutluluğu arar. Nakkaşlar bilir bunu, ama resmedemedikleri de budur. Bu yüzden hayattaki mutluluğun yerine, görmenin mutluluğunu koyarlar.

Resmedilemeyecek bu hikâyeyi, belki yazar diye, bu yüzden anlattım oğlum Orhan'a. Hasan'ın ve Kara'nın bana yolladığı mektupları, zavallı Zarif Efendi'nin üzerinden çıkan mürekkebi dağılmış at resimlerini çekinmeden verdim. Her zaman asabi, huysuz ve mutsuzdur ve sevmediklerine haksızlık etmekten hiç korkmaz. Bu yüzden Kara'yı olduğundan şaşkın, hayatlarımızı olduğundan zor, Şevket'i kötü ve beni olduğumdan güzel ve edepsiz anlatmışsa sakın inanmayın Orhan'a. Çünkü hikâyesi güzel olsun da inanalım diye kıvırmayacağı yalan yoktur.

1990-92, 1994-98


( çok enteresan bir şekilde bu akşam kafama düştü bu kitap,kitaplıktan attılar sanki..uzun zaman önce okumuştum ve az buçuk burda da paylaşmıştım.Kitabın tamamını paylaşayım diyorum madem kafama attılar:) Sonuyla başladım,haber mahiyetinde olsun bakalım. sever misiniz Orhan Pamuk? Benim Adım Kırmızı? )

24 Ara 2011

Kara Kitap



"birlikte gittiğimiz bir misafirlikte, ağır havası sigara dumanlarıyla mavileşmiş bir odada, senden üç adım ötede oturan bir anlatıcının hikâyesini dikkatle dinlerken, geceyarısı o 'ben burada değilim' ifadesi ağır ağır yüzünde belirdiğinde seni severdim; tembellikle geçen bir haftadan sonra, gömleklerinin, yeşil kazaklarının ve bir türlü atmaya kıyamadığın eski geceliklerinin arasında bir kemeri istemeye istemeye ararken, açık kapısından içerisi gözüken dolaptaki inanılmaz karışıklığı farkettiğinde yüzünde beliren yılgınlık ifadesini severdim; bir heves ressam olmaya karar verdiğin çocukluk günlerinde, dedeyle birlikte masaya oturup ağaç çizmeyi öğrenmeye koyulduğunda, dedenin konu dışına çıkan takılmalarına öfkelenmeden güldüğünde seni severdim; dolmuşun kapısını ucu dışarıda kalan mor paltonun üzerine kapadığında ve şimdi elinde tuttuğun beş liranın, şimdi yere düşüp kaldırım kenarındaki
ızgaraya doğru kusursuz bir yay çizerek ne güzel yuvarlandığını gördüğünde yüzünde beliren oyuncu şaşkınlığı severdim; severdim seni, pırıl pırıl bir nisan günü küçük balkonumuza çıkıp sabah astığın mendilin hâlâ kurumadığını, demek ki güneşin seni aldattığını anladığında ve hemen sonra, arka arsadan gelen çocuk cıvıltılarına hüzünle kulak kabarttığında seni severdim; birlikte gittiğimiz bir filmi bir üçüncü kişiye hikâye ederken belleğinin ve hatırladıklarının benimkinden ne kadar farklı olduğunu korkuyla anladığımda seni severdim; severdim seni; aile içi izdivaçlar ve akrabalar arasındaki evlilikler üzerine bol resimli bir gazetede makale döktüren profesörün incilerini bir köşeye çekilip bana sezdirmeden okuduğunu gördüğümde ve ne okuduğunu değil, ama okurken yalnızca üst dudağının tolstoy kahramanları gibi hafifçe öne çıktığını gördüğümde seni severdim; asansör aynasında kendine bir başkasına bakar gibi bakışını ve nedense bu bakıştan sonra hatırladığın şeyi telâşla çantanın içinde arayışını severdim; biri yan yatmış ince bir yelkenli, öteki kambur bir kedi gibi yanyana durarak saatlerce seni bekleyen topuklu ayakkabılarının içine aceleyle girişini ve saatler sonra, eve döndüğünde ayakkabıları gene aynı çamurlu ve asimetrik yalnızlığa terketmeden önce kalçalarının, bacaklarının ve ayaklarının kendi kendilerine yaptıkları hünerli hareketleri seyretmeyi severdim; sigara küllüğünü tepeleme dolduran izmaritlere ve kara başlarını umutsuzca bükmüş yanık kibritlere bakarken kederli düşüncelerin kimbilir nereye gittiğinde seni severdim; severdim seni her zaman yürüdüğümüz sokaklarda, bir an, sanki güneş o sabah batıdan doğmuş gibi yepyeni bir ışık ve yepyeni bir köşeyle karşılaştığımızda, sokakları değil, seni severdim; birden çıkan lodosla karların eridiği ve istanbul'un üzerindeki kir bulutlarının temizlendiği kış gününde, antenlerin, minarelerin ve adaların arkasından bana gösterdiğin uludağ'ı değil, başını omuzlarının içine çekerek ürperen seni severdim; çinko tenekelerle yüklü ağır arabayı çeken sucunun yorgun ve yaşlı atına kederle baktığında severdim seni; dilencilere para vermeyin, onlar aslında çok zengin
diyenlerle alay ettiğinde ve herkes labirentimsi merdivenlerden kıvrılarak sinemadan yeryüzüne ağır ağır çıkarken, bir kestirme bulup bizi bütün kalabalıktan önce kaldırıma çıkardığın zamandaki mutlu gülüşünü gördüğümde seni severdim; saatli maarif takviminden bizi birlikte ölüme yaklaştıran bir yaprağı daha kopardıktan sonra, en altta günün yemeği olarak önerilen etli nohut, pilav, turşu ve karışık kompostoyu, yaklaştığımız ölümün bir işaretini okur gibi ağırbaşlı ve hüzünlü bir sesle okumanı ve kartal marka ançuvez tüpünün önce rondelayı çıkartıp, sonra kapağı sonuna kadar çevirip açılacağını bana sabırla öğrettikten sonra, üretici mösyö trellidis'in saygılarıyla, demeni severdim; kış sabahları yüzünün renginin şehrin üzerindeki soluk beyaz göğün renginde olduğunu gördüğümde, çocukluğumuzda,caddenin ırmağından akan arabalar arasından, bir kaldırımdan öteki kaldırıma bir koşu çılgın ve neşeli geçişini seyrettiğim zamanki gibi, seni endişeyle severdim; severdim seni, cami avlusunda, musalla taşında yatan tabuta konan kargaya dikkatle ve gülümseyerek baktığında, radyo tiyatrosu taklidi sesinle annenle babanın kavgalarını oynadığında seni severdim; ellerimin arasına dikkatle başını alıp gözlerinde hayatımızın gittiği yeri korkuyla gördüğümde seni severdim; vazonun yanında, neden orada bıraktığını anlayamadığım yüzüğünü günler sonra gene orada gördüğümde seni severdim;efsane kuşlarının ağır ağır uçup havalanışını andıran uzun bir sevişmenin sonunda, ağırbaşlı şenliğe kendi şakaların ve yaratıcılığınla en sonunda senin de katıldığını anladığımda seni severdim; dikine değil yanlamasına kestiğin elmanın içindeki kusursuz yıldızı bana gösterdiğinde seni severdim; öğle vakti, yazı masamın üzerinde oraya kadar nasıl geldiğini anlayamadığım bir tel saçını gördüğümde ve birlikte çıktığımız bir yolculukta, tıkış tıkış belediye otobüsünün tutunma demirlerine sarılan öbür eller arasında yan yana duran ellerimizin birbirine ne kadar az benzediğini kederle gördüğümde, seni kendi gövdemi tanır gibi, beni terkeden ruhumu arar gibi, bir başka kişi olduğumu acı ve sevinçle anlar gibi severdim, severdim seni; nereye gittiğini bilmediğimiz bir trene bakarken yüzünde beliren esrarlı ifadeyi ve bu kederli bakışının tıpatıp aynısını, bir akşamüstü sürülerle kargaların çığlıklar atarak çılgın gibi uçuştuğu bir saatte, elektrikler birden kesildiğinde evimizin karanlığı ile dışarısının aydınlığı yavaş yavaş yer değiştirirken gene esrarlı ve hüzünlü yüzünde ben gördüğümde kapıldığım o çaresizlik acı ve kıskançlıkla severdim seni."

21 Haz 2011

Yeni Hayat




"Bir yolculuk vardı, hep vardı, her şey bir yolculuktu. Bu yolculukta beni hep izleyen, en olmadık yerde karşıma çıkıverecekmiş gibi yapan, sonra kaybolan, kaybolduğu için de kendini aratan bir bakış gördüm; suçtan günahtan çoktan arınmış yumuşak bir bakış...

Ben o bakış olabilmek isterdim. O bakışın gördüğü dünyada olmak isterdim. O kadar çok istedim ki bunları, o dünyada yaşadığıma inanasım geldi. Hayır, inanmaya bile gerek yoktu; orada yaşıyordum ben."

"...hayat sezgiden yoksun bazı aptalların 'raslantı' dedikleri birtakım belirgin ve hatta niyet edilmiş buluşmalarla doluydu."

" Hiçbir derste öğrenmedim, hiçbir kitapta okumadım, hiçbir filmde görmedim; ah ne kadar da güzelmiş aşıkın maşukun uyuyuşunu doya doya seyretmesi..."

"Gene de bir yere doğru gidiyorsan, hayat güzel"

"İnanmıyorum, kanmıyorum ama seviyorum"

"Bir cep saatiydi, ama mutlu olduğum zamanı anlıyordu ve o zaman kendiliğinden duruyordu ve o vakit mutluluğun da sonsuza kadar uzuyordu. Mutlu olmadığın vakit saatin akrebiyle yelkovanı telaşla koşarlar ve sen de, aman zaman ne çabuk geçmiş derdin o vakit ve dertlerin de göz açıp kapayıncaya kadar geçerdi. Sonra gece, sen saatin yanıbaşında huzurla uyurken, kendiliğinden zamanın artısını eksisini ayarlardı...ve sabah hiçbir şey olmamış gibi, herkesle birlikte kalkardın."

"...bu kadar beraberlikten sonra gövdeler birbirini ister.."


" Büyük hayaller paylaşmış, aylarca sabah akşam yoldaşlık etmiş, birlikte onca yol almış iki kişinin kapıların, pencerelerin ardındaki dünyayı unutarak birbirlerine sarılmalarına, herşeyden çok gerçek olmalarına, o eşsiz gerçeklik zamanını bulmalarına ne engel olabilir?"


"Hatırla, bir günah işler, bir suçu unutur ve başka bir diyarı düşler gibi sessizce seyrettiğimiz öpüşmeleri..."

"...düşünmek değildi de bir çeşit fısıldamaktı bu: Aklımdaki karanlık ormanın kalbindeki kara kurt uyusun diye.....gövdemi gördüğümde içimdeki lanet ve sinsi ses, bak gene dişlerini gösteren hain kara kurt, seslenecekti bana, sen suçlusun diye"

"Hani çocuklara sorarlar ya, niye ağlıyorsun yavrum diye; derin bir yara içinde bir yerde kanadığı için ağlar, ama soruyu soran amcaya der ya, mavi kalemtıraşımı kaybettim diye, işte öyle kederleniyordum ben de..."

"Aşk birisine şiddetle sarılma, onunla aynı yerde olma özlemidir. Onu kucaklayarak, bütün dünyayı dışarda bırakma arzusudur. İnsanın ruhuna güvenli bir sığınak bulma özlemidir."

"Benim gibi hayatı kaymışlarda hüzün, zeki olmaya çalışan bir öfke olarak gösterir kendini. O zeki olma isteği de en sonunda her şeyi berbat eder."

10 May 2011

benim adım ''Kırmızı''





Duyuyorum sorduğunuzu, nedir bu renk olmak?


Renk gözün dokunuşu, sağırların müziği, karanlıkta bir kelimedir. Onbinlerce yıldır kitaptan kitaba, eşyadan eşyaya rüzgarın uğultusu gibi ruhların konuştuklarını dinlediğim için benim dokunuşumun meleklerin dokunuşuna benzediğini söyleyeyim. Bir yanım burda gözlerinize sesleniyor, o benim ağır yanım. Bir yanım havada bakışlarınızla kanatlanıyor, o benim hafif yanım.


Kırmızı olmaktan ne de mutluyum! İçim yanıyor, kuvvetliyim, farkedildiğimi biliyorum, bana karşı koyamadığınızı da.

Saklanmam: benim için incelik, zayıflık ya da güçsüzlükle değil, kararlılık ve iradeyle gerçekleşir ancak. Kendimi ortaya koyarım. Başka renklerden, gölgelerden, kalabalıktan ya da yalnızlıktan korkmam. Ne de güzeldir beni bekleyen bir yüzeyi kendi muzaffer ateşimle doldurmak. Benim yayıldığım yerde gözler parıldar, tutkular kuvvetlenir, kaşlar kalkar, yürekler hızlanır. Bakın bana; ne kadar güze şey yaşamak! Seyredin beni, ne güzeldir görmek. Yaşamak görmektir. Her yerde görünürüm. Hayat benimle başlar, herşey bana döner, inanın bana.


Susun da dinleyin nasıl da böyle harika bir kırmızı olduğumu. Boyadan anlar üstat nakkaş. Hindistan’ın en sıcak yerinden gelen en iyi kırmızı böceğinin kurusunu kendi havanında elceğiziyle döve döve iyice toz edip, bunun beş dirhemini ve bir dirhem çöven ve yarım dirhem de lotor hazır etti. Üç okka suyu tencereye koyup, çöveni içine atıp kaynattı. Sonra lotoru suya koydu, güzelce karıştırdı. Bir güzel kahve içecek zaman kadar kaynattı. O kahveyi içerken, ben de az sonra doğacak çocuk gibi sabırsızlanıyordum. Kahve aklını açıp, gözlerini cin gibi yapınca kırmızı tozunu tencereye attı, bu iş için kullandığı ince ve temiz çubuklardan biriyle karıştırdı. Şimdi gerçek bir kırmızı olacaktım, ama kıvamım o kadar önemlidir ki; suyun hem boş yere kaynamaması lazım, hem de tabi biraz kaynaması lazım. Çubuğun ucuyla bir parça sudan alıp başparmağının tırnağına sürdü. Ohh ne güzelmiş kırmızı olmak! Tırnağını kırmızıya boyadım, tırnağın kenarına su gibi akmadım; kıvamım iyidi ama tortularım vardı. Tencereyi ocaktan indirdi, beni tertemiz bir kumaştan geçirip süzdü, daha da saf oldum. Sonra ateşe koydu, iki kere daha kaynatıp köpürttü beni, azıcık dövülmüş şap koydu, soğumaya bıraktı.


Birkaç gün geçti, orada, tencerenin içinde hiçbir şeye karışmadan durdum. İçimden bütün sayfalara, her yere, her şeye sürülmek geçerken, öylece durmak kalbimi kırıyordu. Bu sessizlikte düşündüm kırmızı olmak nedir diye.
Bir keresinde, bir Acem şehrinde, kör bir nakkaşın ezberden çizdiği at resmindeki eğerin örtüsünün işlemelerine bir çırağın fırçasıyla sürülürken iki üstat kör nakkaş aralarında tartıştıklarını işitmiştin.


“Bütün nakış hayatımız boyunca şevk ve inançla çalıştığımız için sonunda tabii ki kör olan bizler, kırmızının nasıl bir renk , nasıl bir his olduğunu biliyor, hatırlıyoruz.” dedi atı ezberden çizmiş olanı. “Ama ya anadan doğma kör olsaydık, güzel çırağımızın sürmekte olduğu bu kırmızıyı nasıl anlayacaktık?”


“Güzel bir mesele,” dedi öbürü. “Ama renkler anlaşılmaz, hissedilir.”

“Kırmızının hissini hiç görmemiş olana anlatın üstadım.”

“Parmağımızın ucuyla dokunsaydık demirle bakır arasında olurdu. Avucumuzun içine alsaydık yakardı. Tatsaydık tuzlu bir et gibi tok olurdu. Ağzımıza alsaydık doldururdu. Koklasaydık at gibi kokardı. Çiçek gibi koksaydı papatyaya benzerdi, kırmızı güle değil.”

O zamanlar yüz on yıl önce frenk nakşı, şahların özendiği gerçek bir tehdit olmadığı ve efsane büyük üstatlar kendi usüllerine Allah’a inanır gibi inandıklar için, frenk üstatlarının en sıradan kılıç yarasında bile kırmızının çeşit çeşit ara rengini kullanmalarını bir çeşit şerefsizlik ve acemilik olarak görüp gülüp geçtiler. Ancak acemi, kararsız ve iradesiz nakkaş bir kafanın kırmızısı için farklı kırmızılar kullanır, dediler. Gölge bahane olamaz. Zaten tek bir kırmızı vardır ve yalnızca ona inanılır.

“Bu kırmızının anlamı nedir?” diye yine sordu atı ezberden çizmiş kör nakkaş.

“Renklerin anlamı orada karşımızda olmaları ve onları görmemizdir,” dedi öteki. “Görmeyene kırmızı anlatılamaz.”

“Münkirler, zındıklar, inançsızlar da Allah’ı inkar etmek için onun gözükmediğini söylerler” dedi atı çizen kör nakkaş.

“Oysa o görene gözükür” dedi öbür utsa. “Kuran-ı Kerim bu yüzden görenle görmeyenin hiç bir olmayacağını söyler.”

Güzel çırak, atın eğerinin örtüsüne beni yavaş yavaş sürmüştü. Güzel bir nakşın siyah beyazına kendi doluluğum, gücüm ve canlılığımı yerleştirmek öyle hoş bir duygudur ki, kedi kılından fırça beni kağıda yayarken sevinçten gıdıklanırım. Böylece ben renklendikçe sanki aleme “ol” derim ve alem benim kan rengimden olur. Görmeyen inkar eder, ama her yerde ben varım…