.

.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

26 Kas 2013

Ninatta’nın bileziği




dedim ki: ben senden bir şey istemiyorum.

dedim ki: bir insan, bir nehri nasıl severse, ki nehir o insanı bilmez, ben seni öyle seviyorum.

dedim ki: ben senden bir şey istemiyorum. bir çocuk, oyunu nasıl severse ki oyun o çocuğu bilmez, ben seni öyle seviyorum.

dedim ki: bir genç kız, bir çiçeği koparmadan, uzaktan koklayarak. nasıl severse, ki çiçek o genç kızı bilmez, ben seni öyle seviyorum.

dedim ki: ben senden bir şey istemiyorum, gülümsemeni eksik etme yeter.

senin sesin, benim en sevdiğim şarkıydı.

                   

Rede an den kleinen mann



"bu dünyada benim kim olduğuma karar verecek olan yalnızca benim, başka hiç kimse değil. ben biyolojik ve kültürel bir melezim ve bütün sınıfların, ırkların ve ulusların fiziksel ve zihinsel ürünü olmaktan, senin gibi saf ırk olmamaktan, şovenist olmamaktan ve bütün sınıfların, ırkların ve ulusların küçük bir faşisti olmamaktan dolayı gurur duyuyorum."

".. ben ne kızıl, ne kara, ne de beyazım. ben hristiyan, yahudi, müslüman, mormon, poligam, homoseksüel, anarşist ya da boksör de değilim. ben bir kadını/erkeği, onunla evli olduğumu kanıtlayan evlilik cüzdanına sahip olduğum ya da cinsel açlığımı doyurabilmek için değil, gerçekten sevip ona değer verdiğim için kucaklarım.

ben çocukları dövmem, balık tutmam, karaca ya da geyik avlamam. ama hedefi onikiden vururum. ben briç oynamam ve öğretilerimi yaygınlaştırmak için partiler vermem. eğer öğretim doğruysa zaten o kendiliğinden yaygınlaşacaktır. eğer benden daha iyi hekim değilse, çalışmalarımı bir tıp yöneticisinin eline bırakmam ve buluşlarıma kimin hükmedeceğine ya da etmeyeceğine ben karar veririm. ben yasal kurallara anlamlı oldukları sürece tam olarak uyarım ama aşılmışlarsa ya da anlamsızlarsa onlarla mücadele ederim. (hakime koşma hemen küçük adam, çünkü o da dürüst bir insansa aynı şeyi yapar.)

ben çocukların ve gençlerin bedensel aşklarını yaşamalarını ve rahatsız edilmeden tadını çıkarmalarını isterim. ben insanların doğru dürüst dindar olmak için aşk yaşamlarını yıkacaklarına, bedenlerine ve ruhlarına zarar vereceklerine inanmıyorum. ben senin 'tanrı' olarak adlandırdığın şeyin gerçekten var olduğunu ama senin düşündüğünden farklı, senin içinde ve dışında, vücudundaki sevgi olarak, dürüstlüğün olarak ve doğayı hissetmen olarak bir kozmik temel enerji olduğunu biliyorum.

25 Kas 2013

Rüya




Büyük bir çayırda bekliyordu. Yoksa, bir tarla mıydı? Belki de bir meydandı; çünkü büyük bir saatin altında duruyordu. Hayır meydan değildi, çayırdı; çünkü, her yandan papatyalar açmıştı. Papatyaları çok iyi hatırlıyordu. Elinde bir karanfil demeti, birini bekliyordu. Nermin’le daha evlenmemişti. Evet, onu bekliyordu. “Nermin gene geç kaldı,” diye düşündü. Oysa Nermin hiç geç kalmazdı. Güneş, ekinlerin saplarında ışıldıyordu. O halde bir tarla olmalıydı. Çevresine baktı: uzakta koyu bir orman vardı, gökyüzü parlak ve bulutsuzdu. Koyu renk elbisesini giymişti. Kendini görüyordu. Koyu renkli orman, uçsuz bucaksız buğday tarlasının içinde -demek bir buğday tarlasıydı- bir leke gibi duruyordu.

Birdenbire, ormanın içinden bir kalabalık çıktı: koyu renk bir kalabalık; Turgut gibi onlar da koyu renk elbiselerini giymişler. Sonra, ekinlerin arasında kayboldular. Elindeki demeti yere atarak, kayboldukları yöne doğru koşmaya başladı. Nedense çok yorgundu; bir türlü ormana ulaşamıyordu.
Birden karşısına çıktılar. Yüksek ekinlerin arasından Turgut’a doğru gelmişlerdi demek. Ellerinde, kayışlarla tuttukları bir tabut vardı. “Demek bugün gömeceksiniz?” dedi onlara. Adamlar tabutu yere bıraktılar. Ceplerinden kara mendiller çıkarıp terlerini sildiler. Turgut yüzlerini hatırlayamıyordu bu adamların. Bir süre karşı karşıya durup konuşmadılar. Sonra, adamlardan biri; “Bu kadar paraya
yapılmazdı bu iş,” dedi. “Bize bu kadar ağır olduğunu söylememiştin.” “Ben de bilemedim,” diye çekinerek karşılık verdi Turgut. “İnsan ölünce çok daha hafif olur sanmıştım.”


Turgut’a bakmadan konuşuyorlardı sanki. “Onu bilemeyiz,” dedi bir başkası. “Artık gömmek de sana düşüyor beyim. Geç kaldık zaten. Haşim Beyin cenazesi kalkacak daha. Karısı yeşiller giymemizi istiyor. Gidip bir de elbise değiştirmek var.” İriyarı olanları dönüp gittiler. Onların çekilmesiyle, Turgut’un daha önce göremediği çok küçük birkaç adam ortaya çıktı birdenbire; kısa boylu ve şişman
adamcıklar. “Hüküm okunuyor,” diye bağırdı içlerinden ince sesli biri. Herkes ceketini ilikleyerek tabutun çevresini sardı. Keskin güneşin sertliğine rağmen yüzler seçilmiyordu. Belli belirsiz kıpırdanmalarından, bir hazırlık yaptıkları anlaşılıyordu. “Ne hükmü? Ölen adamdan daha ne istiyorsunuz?” diye bağırdı Turgut, ya da ona bağırıyormuş gibi geldi; sesini duyduklarından kuşkuluydu. Cebinden bir kâğıt parçası çıkarmaya çalışan adama doğru atıldı. Ayağı tabuta takıldı, yere düştü. Tabut, bu çarpmayla yerinden oynadı ve hemen yanındaki çukura yuvarlandı. Demek çukur varmış. Demek, Turgut’un düşündüğünün, bilmeden istediğinin tersine, hep dışarda, güneşin altında ve papatyaların arasında kalamayacaktı Selim. “Tabut ne kadar hafifmiş,” diye düşündü. “Yalancı herifler. Boş yere yarım bırakıp gittiler işi.” Ayağa kalktı. Küçük adamlar da kaybolmuştu. Çukura baktı: derin, karanlık ve biçimi belirsiz bir çukurdu bu. Tabut görünmüyordu. Bu karanlık kuyunun çevresinde dolandı. Yeni kazılmış toprağın çimenlerle birleştiği yere bir taş dikilmişti. Taşın üstünde kabartma bir yazıt vardı. “Hiç olmazsa yazıt koymayı düşünmüşler bu çarpık taşın  üstüne.Düzgün bir yazı olsa.” Taşa yaklaştı, okumaya çalıştı. Kargacık burgacık harfleri zorlukla söktü:

“TURgUT ÖzBEn 1933-1962.” Geriye sıçradı: “Hayır! Olamaz!” İçinin boşaldığını hissetti birdenbire: göğsünden midesine, oradan da bacaklarına doğru bir kayıp gitme. “Hayır! Selim olmalı!
Ben, Nermin’le buluşacaktım.” Birden yanında Selim’i gördü, tarifsiz bir korkuya kapıldı: acaba? Bütün gücüyle çenesini oynatmaya çalıştı: “Doğru mu bu, Selim? Nasıl olur? Sen de biliyorsun ölmediğimi, değil mi? Yoksa ikimiz de öldük mü?” Selim başını salladı. Nasıl anlamamıştı. “Demek
tabut bunun için hafifmiş. Ama ben o kara adamları gördüm, konuştum onlarla.” Selim gene başını salladı: “Onlar seni görmediler ki.” “Parayı az bulduklarını söylediler ama...” “O sözler sana değildi. Cenaze memuruyla konuşuyorlardı.” Kendi ölümüne üzülmekle birlikte, Selim’i gördüğüne sevinmişti. “Belki o da ölmemiştir,” diye düşündü. “Peki, hüküm neydi Selim? Kimin hakkındaydı? Benim mi, senin mi?” “Bilmiyorum.” dedi Selim: “Her zaman söylemezler. Zaten, bilinen, beylik sözlerdir. Her hükümden bir kaç kopya çıkarırlar. Aynı günde gömülenler için okurlar. Çok merak ediyorsan, Haşim Beyin törenine gider öğreniriz.” “Hayır, sen anlat.” Selim omuzlarını silkti: “Hepsi aynıdır, dedim ya.” Turgut, içinde ifade edemediği tatlı bir duygunun varlığını duyarak direndi: “Hayır, sen gene anlat Selim. Sen başka türlü söylersin. Sen anlatınca beylik olmaz.”

Selim, gözlerini, ileriye, çimenlere, papatyalara ya da onlardan öteye, hiçbir şey görmüyormuş gibi, hep Turgut’un onu hatırladığı gibi dikerek kısa bir süre sustu. Sonra, parmaklarını saçlarının arasında gezdirdi ve yarım bıraktığı bir sözü tamamlıyormuş gibi konuşmaya başladı: “Bizim için hüküm hep aynıdır. Kısa bir hükümdür: beklediğimiz ve inanamadığımız bir hüküm. Yalnız bizim için çıkarıldığını sandığımız, oysa sayısız kopyası olan ve ayrıntılara inmeyen bir hüküm. Biraz para verilince, biraz tatlı davranınca yumuşayan ve gene de aslında hiçbir biçiminin bizim için önemi olmadığını bildiğimiz bir hüküm.” Turgut kendine acıyordu. Ölümün getirdiği durgunluğu yırtmak istiyordu: “Bir yararı dokunuyor mu bizlere?” Selim başını salladı: “Öldükten sonra neyin yararı dokunur ki?” “Doğru.” Durumu kabul etmeye başlamıştı; kendine ve bilemediği, tanımlayamadığı şeylere acıması artıyordu. Bir yandan da bu durumdan kurtulmak için yüreğini acıtan bir çaba göstermeye çalışıyordu.

 “Papatyalar...” diye söylendi Selim.

“Papatyalar... burada o kadar çok var ki...”

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

22 Kas 2013

Fulia


bayan
uzağınız ne kadar yakın bana
ne kadar mesafe var
dudaklarımla
dudaklarınız arasında
bir öpüşten diğerine
kaç yudum şarapla gidilir
sarhoşmudur insan
şişelermidir sarhoş yapan...

/yoksa sevmek midir adamı adam, kadını kadın yapan/

bir güneş batımında
bir yağmur doğuyor gökyüzünden
hep senin yüzünden
yüzümden düşüyor damlalar

bak
susuyorum
sen sustukça ben büyüyorum
kocaman oluyorum yüreğinde
bir yol yürüyorum
yüreğimden yüreğine
sen bilmesende
aydınlatıyor ışığın beni gecelerde
sığmıyorsun gündüzlerime
tüm kokuları içine saklayan
bir çiçek gibi düşüyorsun ellerime
ve üşüyorsun
soğuksun belkide
yanında değilim ya hani...
oysa varım içinde
hissedebildiğince...

"Fulia..."


Çölde su yarasıdır dudaklar...

rengi ahengini kaybetmiş
bir masalın sonunda yaşlandı AŞK
dilek niyetine
çaputlar çiçek açtı bahara...

kırık düşler balosunda
hüzünbaz bir dans merasimi
dudaklarında eflatun yalnızlığıyla
şımarık siyah gözlü bir kadın...

derin bir çöl dekoltesi
/teni/
gökyüzü bulaşığı, yağmur s'isli gözler

siyahi bir yürek mahzeni
/tozlu/
kırmızı şarap şişelerinin esrikliği
kalp kulakçıkları
Tanrı karıncıkları
ışık görmeyen...

kendi yelkovanında
ölüme asılı
/bir adam/
/bir zaman/
sızı...

hiç durmadan
öylece duran...

...

hiç durmadım, dolaştım gözlerinin yollarında
yüreğine varana kadar durmayacaktım
her kıyıya vuran dalgayı sesin sandım
bundandır denizlere aşinalığım...denizi sevişim… sensizliğim…

şehirleri sen sandım
koca koca gözlerini açıp kapatarak bakıyorlarda…
gece ışıl ışıl parıldayan uzaklara baktım
seni gördüm her sokak başında…

vuruldum..

bir mermi yarası değil belki
Aşk acısı
Kalb ağrısı
İnce bir sızı… Acısı durmadan yüzüme gülen kötü bir masal kahramanı gibi…

Gökay Birkan Sucaklı


Kayıp Düşler Atlası

19 Kas 2013

The Division of Gravity


 Ve geleceklerin uçuşun ortasında düşmek gibi bir huyları vardır..
Bir süre sonra , güneş ışığının ne kadar yakıcı olduğunu öğrenirsin eğer fazla maruz kalırsan..
Bu yüzden başka birisinin sana çiçek getirmesini beklemeden kendi bahçeni kendin yarat ve kendi ruhunu kendin süsle..
Ve göreceksin ki dayanıklısın...Ve kuvvetlisin..Ve değerlisin..
Ve öğreneceksin...Öğreneceksin...


18 Kas 2013

A! Etika





"bizi hep erdemlere ittiler" ve "kendi
isteklerime uygunluğumdur erdem" ise
ben beni ittim, bizdim

I

aşkın atasözleriyle bayağılaşmış esrik dehlizler
kara gülüşün ağısı, unutkan inanış
bir ânâ sığınan ölüm, labyrinthos, gözler
şiir formülleri: a yoktuydu, e idi, ö!
uyuklayan kedi mırıltılarıyla aydınlan ey! kalp
sen kısa sabah yürüyüşlerine söylenmemiş
birşeyler bıraktıydın; kim sordu
sabuklayan zihin dolambaçlarında etika
bir ova, bir nehir, bir yer adıydı: viva la vita

II

düz'gün dokusu unutulurken gömüsünde hayatın
sırdır ki sözüm yedi gök altında
gömülen büyük aile: es! çözülürdü ars
hars söner, asılır yedi askı çöldolabına
ayağımı toprağa vurduğum yerden fışkırırdı serap
a! kör ölür savaş biter. Hektor'un cenaze şöleni
"atları iyi süren"... atları... ad... atikada hayat
est! indi sin yeryüzüne, sır döküldü; feryat

III

görmezlerdi, göstermezdik, büyür uçlarında uçurumun
uyumsuz ölüm yasaları uydururdu atonal tanrılar
dizboyu cinayet bono kırdırır: gülüş
üşüşür diplerde, gelirdi eşkenar sevicileri
agora ve ün! tokuşturmaları ıskalayarak
gelir ve sararmış sabah buluşmalarını bulur
ne dediydin neler oldu İthaka: dur!

IV

aziz Jean-Luc göstermişti, ansızın kesilir sürmekte olan
uy ve uydur erdem sözüne şehvetini
yoksul akşam kırıntılarında majör dalgalar muare
yalnızgezeri götürür limansız hollandalılar müzesine
sürgit taşıyacak mısın bu zıkkım izleği
ey hakik: öl ve dağılsın kentin belleği


ps; tamam düzelttim fotoğrafı,elleşmicem bir daha da , söz :)

17 Kas 2013

Yabancı




Söyle, Anlaşılmaz adam, kimi seversin en çok, ananı mı, babanı mı bacını mı, yoksa kardeşini mi?
“Ne anam, ne de babam var, ne bacım, ne de kardeşim.”
“Dostlarını mı? ”
“Anlamına bugüne kadar yabancı kaldığım bir söz kullandınız.”
“Yurdunu mu? ”
“Hangi enlemdedir bilmem.”
“Güzelliği mi? ”
“Tanrısal ve ölümsüz olsaydı, severdim kuşkusuz.”
“Altını mı? ”
“Siz Tanrı’ya nasıl kin beslerseniz, ben de ona öylesine kin beslerim.”
“Peki, neyi seversin öyleyse sen, olağanüstü yabancı? ”
“Bulutları severim... işte şu... şu geçip giden bulutları... eşsiz bulutları! ” 



  

14 Kas 2013

London Grammar - Nightcall



Her anı ölüdür.

Şimdi sen de bir anısın. Sen de ölüsün. Her zaman benimle birlikte olan, birlikte taşıdığım, yaşadığım sözcüklerime dönmem gerek. Sözcüklerim olmadan o gökyüzüne nasıl dayanabilirdim. O caddeye, o geceye, gecelere, uykuyla uyanıklık arasında öylesine yatıp uyuyamadığım için sinirlendiğim ve her şeyi düşünüp, kalkıp düşündüklerimi sözcüklere çeviremediğim gecelere. Ya da uykunun ölümsü derinliğinde var oluşumuzun küçüklüğünü algıladığım gecelere. Bu yaşam, beni ancak içimde esen rüzgârları, içimde seven sevgileri, içimde ölen ölümü, içimden taşmak isteyen yaşamı, sözcüklere dönüştürebildiğim zaman ve sözcükler, o rüzgâra, o ölüme, o sevgiye yaklaşabildiği zaman dolduruyor.

Başka hiçbir şey.

Şimdi sen bir anısın. Tenin herhangi bir yerde sürdürecek yaşamını. Hiçbir sevginin ardından gidemem. Sevgi inandırıcı değildir. Düşüncelerin bulduğu, düşüncelerin biçimlendirdiği bir durumdur.  Düşünüldüğü oranda büyür, derinleşir, büyütülür, derinleştirilir. Ne denli düşünülürse, o denli büyür. O denli dayanılmaz boyutlara ulaşır, ulaştırılır. Gerçekleştirilemez. Soyutlaşır. Ve hiçbir zaman bitmez.  Yaşam gibi. Ölüm gibi.

Yaşamın Ucuna Yolculuk - Tezer Özlü 1984

Hiç

 
Baba evimizin bir duvarında asılı çerçeve içinde eski Türkçe bir hat yazısı vardı. Yazı olarak biçimi güzeldi ama hiç bir maddi değeri yoktu. Fotokopiydi çünkü. Yazının anlamı “hiç” idi. Maddi değerinin olmadığını vurgulamak ister gibi. “Bu ne demek” diye soranlara “hiç” diye cevap vermeyi severdi babam. Üsteleyenlere de “yazının anlamı hiç” derdi. “Yani ne demek” diye hala üsteleyen olursa “herşey bir koca hiçten ibaret değil mi? İşte onu anlatıyor bu yazı” diye açıklardı. 

          
İstanbul Hukuk Fakültesi’ni ve Paris Siyasal Bilgiler Okulu’nu bitirmişti babam. İngilizce ve Fransızca bilir, Edgar Allan Poe gibi çevrilmesi son derecede güç yazarlardan belki de yalnızca kendisi için çeviriler yapardı. Paris dönüşü İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ne asistan olarak girmişti. Paris’e gitmeden önce, Hukuk Fakültesi’nde, Nazi Almanya’sından kaçıp İstanbul’a gelen, birçok ünlü hocanın öğrencisi olmuş, Paris dönüşü asistan olarak girdiği İktisat Fakültesi’nde ise Faşizmden kaçıp İstanbul’a gelen Umberto Ricci adlı bir İtalyan profesörün asistanlığını yapmıştı.
 
II. Dünya Savaşı bitip de İtalya demokrasiye dönünce Umberto Ricci ülkesine dönmek üzere İstanbul’dan bir gemiyle ayrılmış, gemi Mısır’a uğradığında kalp krizi geçirmiş ve yıllar yılı uzak kaldığı ülkesini son bir kez göremeden Mısır’da ölmüştü. Ricci gibi yeni şeyler söyleyen bir bilim adamıyla çalıştıktan sonra asistanlığın pek bir anlamı kalmadığını anlatmıştı babam, niçin asistanlığı bıraktığını sorduğumda. Ankara’da daha yüksek ücretli üst düzey bir kamu görevi teklifini kabul etmişti. İki çocuğu olunca İstanbul’da aldığı asistan maaşı yetmez olmuş olsa bile eminim işin parasal yanı onun için önemli değildi. Bilimsel çalışma ortamındaki değişimdi asıl canını sıkan. Yoksa bırakın her şeyi bir yana, bütün çocukluğu ve gençliği İstanbul’da geçmiş, bütün ailesi İstanbul’da olan birisinin pılıyı pırtıyı toplayıp 1940’ların sonunda Ankara’ya gitmesi kolay iş değil. Sanırım o gidiş bir çeşit uzaklaşma isteğiydi bulunduğu çevreden. Ya da birden bulunduğu ortama yabancı hissetmeye başlamıştı kendisini. O yabancılık duygusunun Ankara’da azalacağını düşünmüş olsa gerek o sıralar. Oysa Ankara daha da yabancı hissettirir insanı kendisine. Ne zaman ilk kez bulup da çerçeveletmişti bilmiyorum ama o “hiç” yazısını hiç ayırmamıştı babam yanından.   
 
Dünyadaki en büyük ayrıcalıklardan birisi can sıkıntımızı, çözümsüzlüklerimizi paylaşabileceğimiz birilerinin olmasıdır. Bizi anlayacak, dertleşebilecek, çözüm bulamasa bile teselli edebilecek birisini bulduğumuzda kısmen kurtuluruz yabancılık duygusundan. Sonra giderek başkalarının yabancılığını paylaşıp yol gösterme sırası bize gelir. Ve o zaman anlarız ki aslında yapılabilecek olanlar sınırlıymış. Onu anladığımız anda işin tılsımı bozulur. Geriye bir koca hiç kalır. Ve başlarız geçmişin gerçek olup olmadığını düşünmeye. Umberto Ricci diye birisi yaşamış mıydı? Ya babam? Bütün bu geçmişi ben mi yaşadım? Yaşadıysam nerede? Yaşamadıysam bu hayal meyal hatırladıklarım ne? Neydi bunlar? Hepsi bir hiç mi yani? 
 
Yaşıyor olsaydı babama sorardım bütün bu çözümsüz soruları. O mutlaka yanıtlardı. Ya da belki duvardaki yazıyı gösterirdi bana.
 
(Bu yazı ilk kez 27.07.2003 tarihinde Radikal Gazetesinde yayımlanmıştır.)

Kendime Yazılar

Aşık Olunabilecek Bir Erkeğin Özellikleri


1- Adam, (o dönemin gözde terliği) Tokyo giymeyecek. Belki de böylelikle onun evde pijamayla dolaşmaması güvenceye alınıyor. Şort yasak değilmiş. Yatarken çorap giymesinmiş.
2- Ama kes giyip jogginge çıkması, pazar günlerini doğa budalalığıyla geçirmesi -sizi de yürüyüşe zorluyorsa- yasak.
3- Pamuklu, keten, yün gibi doğal elyaf giyecek. Naylon ve parlak kumaşlar kesinlikle yasaktır. (Ferit Edgü’nün önemli katkısı: fanila giymeyebilir. Turgut Uyar’ınki: ama don giysin.)
4- Herkes adamın haftada en az bir kere yıkanmasına razıyken Ferit, her gün yıkanmasında diretiyor.
5- Kesinlikle uykucu biri olmasın ama uykusuzluğundan da yakınmasın. Uykusuz gecelerini paylaşılan bin şölene dönüştürebilsin.
6- Alkolik olabilir de sarhoş olmasın. (Ferit’in katkısı: düşebilir ama çelme takmasın.)
7- Uyuşturucu kullanmasına izin var mı? Mürşit’e göre, “ikinci kişiliği gündeme gelmiyorsa kullanabilir.” Turgut’a göre, “hem içki hem uyuşturucu olmaz!” galiba, izin pek yok.
8- TV’de “makul miktarda maç seyredebilir” ama yorum yapmadan, sessizce. Boks ve güreş sevmesin. Turgut “buz patenini” de eklemiş.
9- Tatil günlerini eşya onarmakla geçirmesin. Elektrik sigortası attığında, musluğun contası yenileneceğinde hemen işe sıvanmasın. Bir usta ayarlayacak kadar bilgili olsun (Ferit). Cereyana kapılmayacak ya da evi havuza çevirmeyecek kadar zeki olsun yeter (Turgut).
10- Ya yüzmeyi ya dansetmeyi bilsin ya da herhangi bir sporu iyi yapsın.
11- Haftada en az bir kitap okusun. Mürşit: Red Kit ile Asteriks’ten haberli olsun. Turgut: Pardayyanlar ile Arsen Lüpen’den de. Ferit: şu altı yazardan birini iyice okumuş olsun -Kafka, Shakespeare, Balzac, Sait Faik, Sartre ve F. S. Fitzgerald ya da Hemingway ama İhtiyar Adam ve Deniz sayılmaz. Edip: şiir de okusun.
12- Bir saz çalıyorsa çalsın ama dostlar toplantısında konser vermesin. Aynı şekilde isterse mavi yolculuğa çıksın ama dönüşünde dia gösterileri düzenlemesin.
13- Esprisi “humor”a dayalı olsun. Fıkra anlatmayı, “lazın biri,” diye başlamayı nükte sanmasın. Turgut: askerlik anılarını anlatmasın. Geçmişinden söz ederken, “Sene 1963…” diye girmesin söze. “1963’te filan. Ankara’dayken…” gibi başlasın.
14- Takside arka koltukta otururken de hesabı ödeyebilsin. Lokantada bahşişi yüzde ondan fazla bırakmasın. Garsonlarla bu koşullarda dostluk kurabilsin. Hesabı öderken cebinden tomarla para çıkarmasın. Diline dolamadığı sürece mali durumu önemsiz, yalnız arabası varsa, arabanın park yerine göre program düzenlemesin. Taksiye binebilsin. Çok istiyorsa yabancı sigara ve içki içebilir, tabi büyüklenmediği sürece. (O dönemde yabancı sigaralar kaçaktı.)
15- Edip Cansever’e göre, armağan almayı da vermeyi de bilsin. Her hesabı kendi ödemeye kalkışmasın.
16- Yemek masasında viski vb. İçmesin. Masaya gelen çerezlere saldırmasın.
17- Hayatında en fazla 6 kere doktora gitmiş olsun (ameliyat sayılmıyor). Antibiyotiklere düşkün olmasın.
18- İlk gördüğü insanlar hakkında acele ve değişmez yargılar verecek kadar gözükara bir psikoloji uzmanı kesilmesin.
19- Politik görüşü sola yakın bir aydın olsun. Ama dahi yerine daahi demeyecek kadar düzgün olsun Türkçesi. Parti sloganlarıyla konuşmasın.
20- Omlet, makarna ve biftek dışında yemek pişirmeyi becersin. Kendine yetsin. Kısaca, kişiliğini öne sürmeyecek kadar kişilikli olsun ama belli etmediğini de belli etmesin.

Giyiminden, zevklerinden, davranışlarına, günlük diline kadar her özelliğine karıştığımız (dikkat ederseniz, erkeklerin baskısı daha ağır!), bir yalnızlığa ittiğimiz bu adamcağızın fiziksel özellikleri pek önemli değil anlaşılan. Cinsellik konusunda ondan beklenen, “programlı olmaması, kendini bir şeylere zorunlu hissetmemesi, heteroseksüel olsa da homoseksüellerle dostluk kurabilmesi”.

Kaç yaşında bu zavallı acaba?

Nimet’e göre: 30, Füsun’a göre: 45, bana göre: 30.
Ferit’e göre: ideal olarak 25, Edip’e göre: 40, Turgut’a göre: 30-35, Mürşit’e göre: 35.

Son danışmanımız Aydın Emeç, “isteklerin oldukça ağır yine de mantıksız olmadığını” belirttikten sonra bir kahkaha atmıştı: “İyi ama bu adam zaten evlidir! Tutalım ki değil, kendini bunca eğitmek için bu toplumda nasıl hırpalandığını düşünürsek, sizin gibi vıdıvıdı kadınlar yerine güleç, uysal bir kadın seçmesi daha doğal değil mi?”

12 Kas 2013

Asri Zamanlar



I.
Papirüs, mürekkep, tüy.
Koyu bir çağın çekirdeğine doğru
bir uğultu yükseliyor kökümden doruğuma,
bir harita açıyorum önüme: Sonsuz ölçekli,
yeryüzünü, gökleri ve göklerin ötesini örten,
dağ, koyak, iç deniz, açık deniz, ölü deniz için;
dere tepe düz giden derviş yüzüm,
abdal sesim, keşiş bakışım için bir harita.
Flaneur, wanderer, aylak evliyayım
yenilmez hayretler içinde: Nerede yuvam,
nerede öldürdüğüm ağam için diktiğim
sessiz çöl anıtı, nerede durmadan doğurduğum
gece çocukları: Bir karabasan gibi çöküyorum
birdenbire üstüme, sanki çağırılmamış
bir sağanağım: Gelip geçiyorum heryerden,
taşsam taşırsam da.


II.
İkizim, eşim, aynam benim: Yıkılıyor
Çağ ve karışıyor bütün takvimlerin
sayfalarını boşluğa savuran rüzgârda
günler ve geceler. Saatler duruyor
ki kuramıyoruz bir daha, akreple
yelkovanın çelişen yüzlerinde
o titiz dengeyi. Bir vida hiçbir yive
denk gelmiyor artık, bir fiil
dolaşıyor dilimin ucunda ve
içinde büyük, hızlı, sessiz, keskin bir kuş
kanatlarını hazırlıyor,
geridönüşsüz bir uçuşun eşiğinden acıyla,
biraz gururla bakıyor ötelere,
ufkun ardından gelen ufukların
sonsuz aritmetiğine
ve bir yaydan fırlar gibi
kanatlarını açmadan
yerçekiminden uzaklaşıyor,
görünmez kaynağının görünmez gücüyle.


III.
Bir kuş ki
çağlayan insan adalarının üstünden,
yaralı, sakat, umarsız kalabalığın
içindeki azalmak bilmeyen sancıyı gözlüyor:
Kent: Cennet mi lağım mı
aşağıda akan ve donan, anlayamıyor.
İrin keseleri patlamış, milyonlarca
küçük boncuk cıva dağılmış: Çekiyor,
değiyor, itiyorlar birbirlerini birbirlerinde
ve kaba bir hışırtıyla kalabalığın arasından
kefen yırtılıyor bir uçtan ötekine:
Mezar atölyelerin, ecinnili
uçsuz bucaksız kırtasiye yığınlarının,
dev kazanların ve binlerce çatal
kaşığın birbirine karıştığı bulaşık
havuzlarının, yatak odalarına
sinmiş kısır cibinlik kokularının,
şırıngaların inanılmaz bir gürültüyle
doldurduğu hastane çöplüklerinin,
martıların gagalarına takılmış gotik
iskeletlerin, sinekleri, çekirgelerin,
ağıtların, kahkahaların ve çığlıkların
üstünden uçuyor, uçuyorum.


IV.
Budur paylaşamadığım eğinim:
Hayatın belkide ortasına indim
ve yıllardır gözümden süzdüğüm can
ve eşya alaşımı çekildiğim kovukta
bile kanattı, yattığım çileyi.
Adamlar tanıdım, pörsümüş bir düş
çehresiyle et ve kemik torbasına döndüler,
yıldan yıla, dövme ve mühür, geçerek.
Kadınlar tanıdım, yeni ve eski kadınlar:
Sanki birer dolunay, nasıl aydınlık,
nasıl geçici birer unutuluş masalı.
Çocuklar: Bir çıban gibi patladı
onlarla gelişen umutsuzluk kavmi.
Herşey değişti sandım, hiçbir şey
değişmedi şu mıhlandığım odada.


V.
Yıllar önce, beton dut ağaçlarının
henüz rahim toprağa ekilmediği o
kopuk, direnen sabahta salıverdiğim
uçurtma sürdürüyor mu yeminli
sonsuzluk sevdasını? Bir heybeye
biraz azık, biraz telaş, sayısız
düş tohumu doldurup yola düşen
kardeşim vardı mı varılmaz bildiğimiz
vahaya? Ben buradayım ve bekliyorum
hâlâ, yorgun bir ulağın getireceği
çağrıyı.


VI.
Söyle ey durgun yüz, ne beklediğini
artık bilmeden bekleyen boş kafes:
Şimdi burada yaşadığımız, düne ve yarına
yürüyor mu? Ötede, denemediğimiz yönlerde
hastalığın bulaşmadığı bir adada, bir inde,
sisli bir dorukta buluşabilir miyiz bir gün?
Kardeşlerim: Ne zamandan beri nerede
saklıyorsunuz saf ışığı? Hala mağarada mısınız,
kör gövde ve kör gölge,
uykunun düşte ördüğü bir seddin arkasına mı
gömdünüz bozulmaz altını?
Sorular soruyorum ve işte gece gündüz
bir çıkını boşaltıp dolduruyorum: Yol uzun
ve içimden kopup giden öncünün
geri dönmeyeceğini biliyorum.


VII.
Bir yankı yok mu som yabancıya?
Elimde çözemediğim bir düğüm, yüzümü
döneceğim bir ateş yakamıyorum terkimdekilerle:
Papirüs, tüy, mürekkep.
Birşey eksik, bir takı. kopuk dilimin ucunda
yerde kıvranan iki anlamlı bir tek fiil,
belki karmaşık bir tamlama: Yıllardır
uyumadım, sonsuz bir çalışmada sınadım
duyularımı, içimdeki organları kurumaya
terkettim: Uçtum ve kanımı temizledim yalnız,
aranızda: Hıncahınç rıhtımlara uğrayan
ıssız bir tekneyim ben.


Diri Gömülen




Bir delinin notlarından

Soluğum kesiliyor, gözlerimden yaş akıyor, ağzım acı mı acı, başım dönüyor, yüreğim sıkışık, bedenim yorgun, ezik ve gevşek.

Bilinçsizce yatağa düşmüşüm. Koliarım enjeksiyon iğnesinden delik deşik. Yatak ter ve ateş kokusu veriyor. Yatağın yanına konmuş küçük masa üzerindeki saate bakıyorum. Cumartesi, saat on. Ortasına elektrik ampulü asılmış odanın tavanına bakıyorum. Duvar kağıdının üzerinde pembe ve açık pembe çiçek ve dal desenleri var. Arada bir de dala yanyana konmuş iki kuş. Biri gagasını açmış,
sanki ötekiyle konuşuyor. Bu görüntü, beni yerimden ediyor. Bilmiyorum nedense, hangi yana dönecek olsam, gözümün önünde odadaki masanın üzeri şişe, fitil ve ilaç kutusuyla dolu. Yanık
alkol kokusu, sevimsiz odanın kokusu, havaya dağılmış. Kalkıp pencereyi açmak istiyorum. Fakat aşırı bir tembellik beni yatağa çivilemiş

Sigara içmek istiyorum; canım çekmiyor. On dakika geçmedi, uzayarı sakalımı traş ettim. Gelip yatağa düştüm. Baktığını aynada hayli süzülüp, zayıfladığımı gördüm. Güçbela yürüyordum. Oda karmakarışık, bense yalnızdım. Beynimde bin türlü şaşılası düşünce dönüyor, dolaşıyor. Onların
tümünü görüyorum. Ama yazmak için en küçük bir his, ya da gelip geçici en küçük bir hayal yok; yaşamımı baştanbaşa açıklamalıyım, o da mümkün değil. Bu düşünceler, bu duygular yaşamırnın
bir döneminin sonucu, görüp duyduğum, okuduğum, hissettiğim ya da zihnimde tarttığım fikirlerle dolu hayat tarzının bir neticesidir. Tüm bunlar benim vehimli ve anlamsız varlığıını oluşturmuş. Yatağımda yuvarlanıyorum. Anılarımı birbirine karıştırıyor, bozuyorum. Perişan ve delicesine düşünceler beynime basınç yapıyor. Ensem ağrıyor, ok gibi bir ağrı giriyor, şakaklarım dağlanmış
gibi yanıyor, kıvranıyorum. Yorganı üzerime çekiyorum; yorulduğumu düşünüyorum. Kafatasımı açıp, bütün bu gri yumuşak kıvrım kıvrım yığını çıkarıp uzağa atsaydım, bir köpeğin önüne atsaydım, ne iyi olurdu!

Hiç kimse anlayamaz. Hiç kimse anlamayacak. Her taraftan çıkınaza düşen kimseye "Al başını git ve geber" derler. Ancak, ölüm insanı istemediği zaman, ölüm de insana sırt çevirdiği zaman,
gelmeyen ve gelmek istemeyen ölüm .. !

Herkes ölümden korktuğu halde, ben yaşadığım için kendimden utanıyorum. Ölümün insanı istemeyip, geri durması ne korkunçtur! Yalnız bir şey beni teselli ediyor. İki hafta önceydi. Gazetede okudum. Avusturya'da biri tam on üç kez çeşitli yollarla kendini asmaya teşebbüs etmiş, intiharın bütün basamaklarını geçmiş. Kendini ipe çekmiş, ip kopmuş. Kendisini nehre atmış, sudan çıkarmışlar vesaire. Nihayet son defa evi boş bulunca, mutfak bıçağıyla ne kadar damarı varsa kesmiş ve bu on üçüncü kez, ölmüş! Bu bana teselli veriyor! Hayır, hiç kimse intihar kararına varmaz. intihar bazılarında birlikte bulunur. Onların yaradılışında mevcuttur ve onun elinden kaçamazlar. İşte bu alın yazısının hakimiyet gücü vardır. İnsana hükmeder. Fakat aynı zamanda bu, benim. Kendi kaderimi kendim yarattım. Şimdi artık elinden kaçamam, kendimden.kaçamarrı. Kısacası ne yapılabilir? 

Yazgım benden daha güçlü.

Aklıma ne hevesler geliyor? Uyuduğum zaman canım neler çekiyordu? Küçük bir çocukturrı. Bana masal söyleyen, ağzının suyunu akıtan Gelin Bacı burada baş ucumda oturmuştu. Aynı şekilde ben yorgun, bitkin, yatağa dü~müştüm. O baliandıra baliandıra bana masal söylüyordu ve yavaşça gözlerim kapanıyordu. Düşünüyorum da çocukluk devirlerimden bir kısmını çok iyi hatırladığıını
görüyorum. Sanki dünmüş gibi çocukluğumdan pek farklı olmadığımı görüyorum. Şimdi ise tüm karanlık, alçak ve beyhude hayatımı görüyorum. Acaba o zamanlar mutlu muydum? Hayır, ne büyük bir yanılgı! Herkes çocuğun mutlu olduğunu zanneder. Hayır, çok iyi hatırımdadır. O zamanlar çok daha hassastım; hem taklitçi, hem kurnazdım. Görünüşte gülüyor ya da oynuyordurnsa
da, içten en küçük bir dil yarası, bir iğneli söz, ya da en küçük sevimsiz ve saçma bir olay, saatler boyunca düşüncelerimi işgal ediyordu ve ben kendi kendimi yiyip bitiriyordum. Aslında bu doğanın ölü yıkayıcısı, beni alsın götürsün. Cennet ve cehennem kişilerin içindedir diyenler haklıdır. Kimileri dünyaya mutlu olarak gelir, kimileri de mutsuz. Elimde tuttuğum, yatakta not aldığım yarım kırmızı kaleme bakıyorum. Aynı kalemle randevu yerini yazdığım notu, yeni tanıştığım kıza verdim. İki üç kere birlikte sinemaya gittik. Son gittiğimiz film, bir şarkıcının filmiydi. Bir sahnede Chicago'lu ünlü şarkıcı "Where is my Silvia?" şarkısını okuyordu. O kadar hoşuma gitmişti ki, gözlerimi kapayıp kulak verdim. Onun güçlü ve çekici sesi hala kulaklarımdadır. Sinema salonu çınlıyordu. Onun hiçbir zaman ölmemesi gerektiği aklıma geliyordu. Bu sesin bir gün susacağına inanamıyordum. Onun yanık sesinden hüzünlenmiştim. Aynı zamanda hoşlanıyordum da. Alçak ve yüksek tonda çalıyorlardı. Keman telinden çıkan ses, kemanın yayını damarlarımda gezdirip de bütün dokumu müziğe karıştırmış gibi sarsıyordu. Sanki beni hayal gezintilerine götürüyordu. Karanlıkta elimi o kızın memelerine sürüyordum. Gözleri mahmurlaşıyordu. Ben de tuhaf bir hale bürünüyordum. Anlatılamayan, hüzünlü ama lezzetli bir durumu anımsıyordum. Onun terütaze dudaklarını öpüyordum. Yanakları gül gibi pespembeydi. Birbirimizi sıkıyorduk. Filmin konusunu anlamadım. Onun elleriyle oynuyordum. O da kendisini bana yapıştırmıştı. Sanki şimdi düş görmüş gibiyim. Birbirimizden ayrıldığımız günden bu yana dokuz gün geçti. O günün ertesi günü, gidip onu buraya, odama getirecektim. Evi Montparnasse mezarlığının yakınındaydı. O gün onu getirmek üzere gittim. Orada sokak köşesinde metrodan indim. Soğuk bir rüzgar esiyordu. Hava bulutlu ve tutkundu. Bilmiyorum, n'oldu da pişman oldum. Çirkin olduğu gibi, ondan hoşlanmıyordum da. Ama bir kuvvet beni alıkoyuyordu. Hayır, artık onu görmek istemedim. Tüm gönül bağlarımı hayattan koparmak istiyordum. Bilinçsizce mezarlığa gittim. Bekçisi, çizgili bir paltoya bürünmüştü. Orada görkemli bir sessizlik hüküm sürüyordu. Yavaş yavaş yürüyordum. Mezar taşlarına, üzerlerine konmuş haçlara, vazoların yapma çiçeklerine, mezarların kenar ve üzerlerinde bulunan bitkilere hayretle bakıyordum. Ölülerden bir kısmının isimlerini okuyordum. Niçin onların yerinde değilim diye tasalanıyordum. Kendi kendime düşünüyordum. Bunlar ne kadar mutluymuşlar!.. Bedenleri toprağın altında çürüyüp ayrışmış olan ölüleri kıskanıyordum. Hiç bu denli bir kıskançlık hissi uyanmamu~tı bende. Ölümün kolayca herkese verilmeyen bir mutluluk, bir nimet olduğunu
düşünüyordum. Kesin olarak bilmiyorum, ne kadar geçti. Şaşkın şaşkın bakınıyordum. Kızcağız tümüyle hatınından çıkmıştı. Havanın soğuğunu hissetmiyordum bile. Sanki ölüler dirilerden daha
yakın gibiydiler bana. Onların dilini daha iyi anlıyordum. Geri döndüm, hayır, o kızcağızı artık görmek istemiyordum. Her şeyden ve her işten uzaklaşmak istiyordum. Ümidimi yitirip ölmekti istediğim. Ne saçma sapan düşünceler çıkıyor karşıma! Belki de saçmalı yorum.


Sadık Hidayet / Diri Gömülen ( 1. Bölüm )

6 Kas 2013

g e c e n i n i ç i n e


 
 
 
Psikiyatri Kliniği / Gece / İç / 53990 no'lu oda

P'leri bozuk, megapikseli düşük, belaltı bilgisayarımdan malum(!) tuşa bastım.
Basar basmaz pişman oldum. Kaynak suyunu kimyasallarla ...düzenlenmiş musluk suyundan ayıran şeyi, İngmar Bergman’ı Ferzan Özpetek’ten ayıran şeyi, adı fark eder mi ...... nasıl unuttum bilmiyorum. Heyhat; ha hapax, ha hayat, bir kere bastın mı o tuşa, dönüşü yok. Sivilcelere böceklere dayanamayan antibakteriyel bir sıvıya doğru erime böyle başlıyor. Birinin gece döküntüsüne temas edemeyen banliyö saadetine dehliz oradan açılıyor. Böyle böyle anlıyorum aynalarla aş-iki-k'nın artık eskisi gibi olmadığını ve bu noktada, kimin önce kapıyı çarptığının hiç önemi kalmadığını…
21. yüzyılın travması: ekran ve onun pencereleri. Yansıtma özelliği bulunmayan ekranın önünde geçiriyorum günümü, bir hayali sevmek ne kadar da kolay. Suretin olmadığı yerde sonsuzluk var.
Bir pencerede 'satın al no'lur' tuşuna basıyorum, stoktan % 50 indirimli bir Callas DVD’si kımıldanıyor. Öbürüne bir kalp, diğerine öpücük yapıştırıyorum. Yaralı yerime dokunuyorum: acı yok - his yok - hiç yok. Ben bir antibakteriyel sabunum, bu film çekilirken hiçbir canlının canı yanmıyor.
......

Fosfor yeşili keten önlüklü hasta bakıcım başucumda; yine 'error' verdiniz, biraz balkonda hava alınız (dedi).
 
Psikiyatri Kliniği / Gece / İç / 9786499 no'lu oda

" Poligamik aşısı vurulmuşken kısık ateşte pişiyor insan ne de olsa, hatta bazen kısık da olmuyor ateş, kavruluyorsun...bu döner sahne ikimize yeter mi acaba, yoksa dar mi gelir bize... sen öğrenebildin mi kadın beyninin kasada saklı şifresini, gizemli suların en derine akması için gerekli kombinasyonlar elinde mi...Vasatlığa katlanmak zor. Çok kesin, miniskül ayrıntılar. Dışarıdan ya çok besleniyorum ya da tamamen aç kalıyorum....renkler, dokuklar, kokular, sesler, sözler ve bütün bunların binlerce kombinasyonla bir araya gelişi. Geri dönüşü yok. Buna mecburum. Sadece ucu kırmızıya boyanan harfler değil, bir de senin onlardan birini okumuş olma ihtimalin var. Bu yüzden tek tek anlattırmak isterdim kaç kere...gözlerinle görebilmek isterdim., Hepsini ayrı ayrı olabilecek bütün ihtimalleriyle canlandırdım, tekrar tekrar, defalarca. Gereksiz bilgi, hayâl gücünün mamüllerine nazaran hafif, ama gene de gereksiz, boşveer.

Dedim ya benimki karmaşık kombinasyonlarla ilgili. Bu yüzden o kadar güzeldi ki çok şey. Kal ! "
(yazmıştım not defterime)
....
Yazdıklarımı okuduktan sonra panikleyen fosfor yeşili keten önlüklü hasta bakıcım acil servis butonuna bastı!. Oda, bir anda konsültasyon ekibiyle doldu.
 
Anlaşılan bir süre daha buradayım.


B a k;
yağmur durdu, yeni huylar peşinde huysuz bulutlar şimdi. Bekleyelim bakalım.. bekleyelim huysuzluğum. Kalbime çoktan çengelli bir gece astım. Bir şehrin izi kaldı gözlerimizde her bakışın..
Ş i m d i;
iki madde arası suskun bir fıkra gibi susarım - susarız.
- okunduğum gibi yazılabilseydim keşke -

Öğret bana , nasıl unutulur düşünmek?



Benvolio ve Romeo arasında 

- Günaydın kuzenim
-Gün erken mi o kadar?
- Dokuzu henüz vurdu.
- Amma da uzun geliyor bu kederli saatler.
Çabucak uzaklaşan babam mıydı buradan?
- Evet.Nedir Romeo'nun saatlerini uzatan keder?
- Saatleri kısaltacak şeyin bende olmaması.
- Aşık mısın yoksa?
- Dışarısında kaldım...
- Aşkın mı?
- sevgisinden oldum sevgilimin.
- Ah,uzaktan nazik görünen aşk. Nasıl da acımasız ve kaba denendiğinde!

- Ah, sevgi gözleri bağlıyken bile
 Nasılda görür , yolunu seçer dilediğince!
 Nerede yiyelim? yine kavga mı oldu burada?
 Hayır anlatma , duydum olanları.
 Neler doğuyor nefretten , ama daha çoktur sevgiden doğan.
 Ey kavgacı sevgi! Sevilen nefret!
 Ey ağır hafiflik! Ağırbaşlı uçarılık!
 Ey hiçten yaratılan herşey!
 Uyumlu biçimlerin , biçimsiz kargaşası,
 Kurşun tüy , parlak duman , soğuk ateş , sayrılı sağlık!
 Hep uyanık uyku...Bunların hiç biri değil.
 Bu sevgiyi duyarım , ama haz duymam ondan.
 Gülmeyecek misin?

- Hayır kuzenim , yeğ tutarım ağlamayı.
- Ne diye canım?
 - O canını sıkan derdine.

- Ne yaparsın böyledir çilesi aşkın , 
  Taş gibi oturmuş bağrıma acılarım.
 Benimkine katılınca seninde üzüntülerin
 Büsbütün artıyor derdim , kararıyor gönlüm.
 İç çekişlerin buğusuyla yükselen bir dumandır sevgi
 Duman dağılınca , tutuşan bir ateş olur aşıkların gözlerinde
 Keder indi mi bir kere aşıkların gözyaşlarıyla beslenen bir deniz oluverir.
 Başka ne olabilir? En akıllıca çılgınlık , 
 Soluk kesen bir zehir ve bir panzehir ölümden kurtaran.
 Hoşçakal kuzenim!

- Dur bende geliyorum.
 Kırarsın beni , bırakıp gidersen. 
- Yitirdim kendimi ; burada değilim ben
  Bu Romeo değil , o başka bir yerde.
- Hadi söyle bana : Kimi seviyorsun sen? 
- Acı duymamı istersen söyliyeyim.
- Acı çekme , ama söyle bana kim?
- Hasta adama vasiyetname yazdırmak
 Ölümü hızlandıran bir şey olur ancak.
 Açıkcası kuzenim , bir kadını seviyorum.
- Hedeften vurmuşum , aşıksın derken.
- Yaman nişancısın! sevdiğim de çok güzel!
- Güzel hedef tez vurulur , kuzenim.
- İşte şimdi ıskaladın ama!

 Aşk tanrıcığı Cupidon'un oku işlemez ona , 
 Bakire Tanrıça Diana'nın zekasıyla donanmış
 Ve iffetten bir zırh ile korunup silahlandığından
Etkilenmiyor aşkın çocukça oklarından , 
Yılmıyor sevgi sözcükleriyle kuşatılmaktan , 
 Saldırgan gözlerin bakışlarından yok hiç çekinmesi , 
 Ermişleri baştann çıkaracan bir kucak altına yumuyor gözlerini
 Güzellikte zengin , ama yoksul sayılır
 Ölünce çünkü güzelliğiyle birlikte gidecek varı yoğu.

- Kız kalmaya and içmiş desene.
- Öyle ,  bu tutumluluğu sürüklüyor onu israfa
 Onun zorbalığından aç kalan güzellik çünkü
 Süremez oluyor gelecek kuşaklara.
 Çok güzel , çok akıllı , çok akıllıca güzel.
 Sevaba girmek için kırıyor umudumu , 
 And içmiş sevmemeye ; bu andla yaşıyan ölüye döndüm ,
 Yaşıyorsam eğer bu andı bildirmek için.

- Beni dinle ve onu düşünme , unut!
 - Öğret bana , nasıl unutulur düşünmek?
- Özgür kıl gözlerini , başka güzellere bak!
- Güzelliği o zaman daha çok çıkar ortaya
 Güzellerin yüzünü örten mutlu maskeler
 Kara olduğu için gizlediği kişiler
 Bakana güzelmiş gibi gelirler.,
 Sonradan kör olan aşık unutamaz
 Daha önce gördüğü değerli bir hazineyi.
 Eşsiz güzellikte bir kadın göter bana , 
 Ancak vesile olur anımsatmaya
 Kimin ondan da güzel olduğunu. 
 Öğretemezsin bana unutmayı.

William Shakespeare

2 Kas 2013

Charles Bukowski / Nirvana



Geleceği pek parlak değildi.
Sebepsiz dolanıyordu.
Kuzey Carolina civarında
Otobüsle bir yerlere giden
Genç bir adamdı işte
Kar yağmaya başlamıştı
Dağlarda küçük bir kafede
Mola verdiler
Genç adam tezgahta oturdu
Bir şeyler ısmarladı
Gelen yemek harikaydı
Kahve de.
Garson kız tanıdığı
Başka kadınlara hiç benzemiyordu
Bozulmamıştı.
Doğal bir mizah
Vardı her halinde
Aşçı deli deli konuşuyordu
İçerdeki bulaşıkçı gülüyordu
Temiz düzgün bir gülüşle
Genç adam camlardan kara baktı
Bu yerde sonsuza kadar
Kalmak istedi canı
İçine tuhaf bir duygu yayıldı.
Burada herşey çok güzeldi
Ve sanki hep çok güzel kalacaktı.
Derken şöför  molanız bitmiştir
Otobüste yerlerinizi alın diye bağırdı
Genç adam ben kalayım
Dedi kendi kendine
Ben burada kalayım
Ama sonra kalktı
Diğer yolcuların ardından
Otobüse bindi
Koltuğunu buldu
Otobüsün penceresinden
Küçük kafeye baktı
Sonra otobüs kalktı
Bir virajı döndü
Ve dağlardan aşağı yöneldi
Genç adam diğer yolcuların
Sohbetini dinledi
Bazısı okuyor, bazısı uyuyordu
Hiç kimse
O yerin büyüsünü
Fark etmemişti
Genç adam başını yana yasladı
Gözlerini yumdu, uyur gibi yaptı
Yapacak bir şey yoktu
Motorun, karda tekerleklerin
Sesini dinlemekten başka.

Çeviren: Ümit Ünal