.

.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

27 Şub 2011

Cem Adrian - Bana Ne Yaptın




Bugün günlerden hiç benim adım yok.

Kanatlanıyor içimden binlerce siyah kelebek.

Savruluyor rüzgârda yaprak gibi

Kalbim, uzaklarda bir yerde.

Kalbim kayıp.

Sessiz, yorgun, ağır, gözkapaklarım kapanıyor yine… Yine…

Karanlığa dokunabiliyor sanki ellerim.

Yıkık, dökük, bu şehrin duvarları birer, birer üstüme yıkılıyor yine…

Sadece sesler duyuyorum… Yine… Ayak sesleri uzaklardan…

Kuş sürüleri terk ederken bu şehri,

Ardında yoksul ve kimsesiz çocuk gibi bırakıyor yine…

Susuyorum… Yine… Sessizlik keskin.

Ve sonbahar sinsice yaklaşarak peşinde köpek gibi bir yalnızlığı üstüme sürüklüyor yine… Bekliyorum… Yine… Beklemek keskin…

Sözler hep yalan yeminleri unut

Bir veda bir sebepsiz tokat gibi çarpıyor yine… Buradan gitmem gerek… Yüzüme…

Şarkılar yalan duyduklarını unut

Bir hikâye rüzgârın ellerinde savruluyor yine… Her şeyi unutmam gerek… Yine

Kestim akıttım damarlarımdaki kanımda akan o kirli siyah yalanları…
Acımıyor bileklerim… Olmadı… Acımıyor hiç…

Sildim çıkardım yüzümden kazıdım yüzüme çizdiğin o siyah derin yazıları…

Acımıyor ellerim, avuçlarım… Olmadı… Acıtmıyor hiçbir şey.

Kustum tükürdüm içimde senden kalan o keskin o acıtan hatıraları…

Acımıyor tenim, acımıyor… Olmadı… Dokunduğun yerler.

Söktün defalarca diktim o küçük ellerinle açtığın ve sızlayan bütün yaralarımı…

Acımıyor artık kalbim… Olmadı… Kalbim…

Bana ne yaptın… Ne yaptın… Ne yaptın… Ne yaptın çocuk?..

Sadece sessizce durdum ve öylece izledim bir meleğin ellerindeki ellerimin izlerini.

Niye yaptın… Niye yaptın… Niye yaptın ahh çocuk?..

Sadece sessizce durdum ve öylece izledim bir meleğin ellerindeki kaderimin sökülüşünü.

Bana ne yaptın… Ne yaptın… Ne yaptın… Ne yaptın çocuk?..

Sadece sessizce durup öylece izlemek istedim bir meleğin ellerindeki kalbimi.

Niye yaptın… Niye yaptın… Niye yaptın ahh çocuk?..

Sadece öylece durup sessizce izlemeyi istedim, sadece bir meleği sevmeyi.

Göremiyorum, duyamıyorum artık dokunamıyorum çocuk

Hep bir şey eksik gibi ve hep bir şey yarım ve hep bir şey yok artık sanki.

Anlatamıyorum, anlatamıyorum artık ağlayamıyorum çocuk

Ne bir ışık var ne de bir şarkı artık sokaklarında bu kaybetmiş şehrin

İnanmıyorum, inanmıyorum artık inanamıyorum çocuk

Ne bir isim var duvarlarında, ahh ne de okunabilen bir cümle.

Bilmiyorum, bilmiyorum artık sevemiyorum çocuk

Sadece sessizce durdum ve öylece izledim bir meleğin ellerindeki ölümümü.

Ne yağmur, ne kar, ne yüzüme vuran rüzgâr

Canımı yakan acıtan sonbahar, daha dinmedi çocuk

Öyle beyaz ve öyle… Seni silmedi çocuk… Öyle maviydi ki.

Alev, alev yanan kirpiklerinden saçılan kıvılcımlarınla başlayan bu yangın

Daha sönmedi çocuk… Öyle güzeldi ki ve öyle… Sönemedi çocuk… Öyle masum ama…

Bu viran şehirde, bu viran hikâye henüz bitmedi

Bitmedi, bitmedi, bitmedi çocuk… Öyle yanlış öyle… Bitemedi çocuk…
Öyle yanlış ki ve öyle…

Bu aciz şarkılar, bu aciz dualar seni geri getirmedi, getirmedi, getirmedi çocuk…

Öyle çocuk… Dönmedin çocuk…

Kalbim… Bana ne yaptın… Ne yaptın… Ne yaptın… Ne yaptın çocuk
Tüm maviler kirli şimdi ve tüm beyazlar utanç içinde ve sadece uyumak

Bunu niye yaptın… Niye yaptın… Niye yaptın… Niye yaptın çocuk.

Uyumak istiyorum…



26 Şub 2011

Kimse bana gücenmesin, bu toplumun insanı düşünmeyi sevmiyor ve bilmiyor



Kimse bana gücenmesin, bu toplumun insanı düşünmeyi sevmiyor ve bilmiyor. Düşünmeyi sevmediğini bilse de düşünmeyi bilmediğini bilmiyor. Bu yüzden kötü koşullarda yaşıyor. Verimli toprakların üzerinde yarı aç yarı tok züğürt yaşamı sürdürmekten de yakınmıyor. Güçlükleri hep birlikte göğüsleyeceğiz diyenlere kanıyor. Pekiyi, siz şu haberden ne anlıyorsunuz: “İktisadi bunalımla birlikte lüks otomobil satışları patladı.” Bencillik doğadan getirdiğimiz ve aşmaya çalıştığımız bir özelliğimizdir, epeyce de aşmışızdır. Ancak gün oluyor, toplumsal yaşam tümüyle bencilliklerin at koşturduğu bir alana dönüşüyor. İnsanlık düşünmeyi öğrendiği ölçüde bencilliklerinden sıyrılması gerektiğini de öğrendi, bencilliklerinden tam sıyrılmasa da. Hiç değilse bugün birileri için üzülebilen insanlar var, bunlar sağda solda tepkilerini ortaya koyabiliyorlar.  Ama gerçek anlamda insan olabilmek için daha çok yol almamız gerekiyor. Bu yalnız bizim sorunumuz mu? Bütün dünya iyi düşünememenin sıkıntısını yaşıyor. Bunu aşmak için biraz daha insan olmanın koşullarını yaratmamız gerekiyor. O da her şeyden önce iyi düşünebilen insanlar yani bilinçli insanlar olmamızla gerçekleşecek.


O kadar kötü eğitiliyoruz ki o kadar olur. Bizi hiç eğitilmeseler belki daha iyi olurdu. Bunca bilinç bozukluğu için, bunca ahlak bozukluğu için eğitin şart mıydı? Öyle ya, eğitilerek buraya geldik, eğitilmeseydik daha kötü bir duruma mı düşecektik? Kötü ya da yanlış eğitilmek hiç eğitilmemekten daha verimli değildir. Felsefenin tümüyle hiçe indirgendiği bir toplumda, insanların yaşamla ilgili temel kavramlardan habersiz oldukları bir toplumda doğru düşünebilmek olası mıdır? Henüz tarih bilincinin oluşmadığı bir toplumda, kısacası hemen hemen herkesin gündelik bilinçle yani dolma yapma, otomobil sürme, yemek yeme, cinsel ilişkiye girme, para kazanma, devrilip yatma, onun bunun cebine göz dikme bilinciyle yaşadığı bir toplumda düşüncenin iyi durumda olduğunu düşünebilir misiniz? Siz evet deseniz de dostlarım ben diyemiyorum.


Geçenlerde çok değerli bir bilim adamı, çok değerli bir arkadaşım bana felsefenin bizdeki sefil durumunun neden ya da nelerden kaynaklandığını sordu. Felsefi yaşamımızdaki sefaletin kökeninde uzun yüzyıllar boyu düşünmeyi hiç sevmemiş, becerememiş, ciddiye almamış ve hatta zararlı görmüş bir toplumun çocukları olmamız yatıyor. Felsefeyi ciddiye almadığımız gibi tehlikeli de saydık. Kurulu düzenler onun gerçek yüzünden hiç hoşlanmadılar. Böylece gerçek felsefeyle değil de felsefe gibi görünen felsefeyle yetinmenin getirdiği boşlukları ve gariplikleri yaşadık. Gölgesinden ürken aydınımız, çalışmayla da arası pek iyi olmayan aydınımız dünyanın en çok emek isteyen bir bilgi alanında uğraşmanın üç günlük ömre zarar olduğunu düşündü. İnsanlığın geleceği adına kendini tehlikeye atan insanların başına neler geldiğini de çok iyi biliyordu. Deha diye belirlediğimiz insanlar bütün zamanlarını iyilikler, doğruluklar ve güzellikler için harcamışlardı, bundan bir şey kazanamadıkları gibi yalnız kendi yaşamlarını değil çoluk çocuğun yaşamlarını da zehir etmişlerdi.


Yetersiz bilinç ahlak bozukluğunun birinci koşuludur. İnsan doğruyu, iyiyi, güzeli bütün boyutlarıyla yaşayamadığı zaman her türlü kötülüğe eğilimli duruma girer. Böyle bir birey için kötülük dediğimiz şey kurnaz insanlara özgü bir yaşam koşuludur. Kötülük yalnızca adam öldürmekle, adam dolandırmakla, yalan söyleyerek çıkar elde etmekle, ırza geçmekle ilgili bir durum değildir. Kötülüğe benzemeyen kötülükler vardır, sorumsuzluk bunların başında gelir. Değerlerini tümüyle yitirmiş bir sefil adam insanların gözü önünde birini ha bire bıçaklarken o insanlardan biri bile kılını kıpırdatmıyorsa buna iyilik diyebilir misiniz? İnsanlar çöplüklerden yiyecek toplarken her türlü ilgisizliği, her türlü umursamazlığı özgürlük diye tanımlamanın kötülükten başka bir şey olduğunu düşünebilir misiniz? Yıllarını hiç kitap okumadan öylesine yaşamış, zamanı gündelik görevlerin dışında avareliklerle geçirmiş bir insanın dünyasını iyilikle mi kötülükle mi bağdaştırırsınız?


Ne yapıp yapıp felsefeye dönmek gerekiyor. Felsefenin yaratacağı insanı önce kendi varlığımızda gerçekleştirmemiz sonra da örnek insan olarak topluma katılmamız gerekiyor. Epiktetos öğrencilerinin okulda çok uzun zaman takılıp kalmalarını hoşgörmez, onların örnek insanlar olarak halkın arasına karışmalarını, felsefenin yarattığı insanı başkalarına göstermelerini istermiş. Dostoyevski’nin Staretz Zosima’sı da ölmeden az önce Alyoşa’ya benzer bir öneride bulunur: manastırdan çık ve olgun kişiliğinle halkın arasına karış.


İnsan acıyı tattıkça şefkati daha çok arar | Yaşanmış Hikayeler

Moskova'da öğrenciyken, "malûm kadınlar"dan biriyle, anlarsın ya, komşuluk etmek zorunda kalmıştım. Tereza adında bir Polonyalıydı. İri-yarı, kömür küfesinden çıkmış gibi kara bir kadındı. Birbirine bitişik kaşları, baltayla yontulmuşcasına kaba-saba bir suratı vardı. Karanlık gözlerinin hayvanca parıltısından, kalın ve gür sesinden, külhani tavırlarından, satıcı kadınlara benzer iri gövdesinden ürkerdim... Ben tavan arasında oturuyordum. Onun kapısı da tam benimkinin karşısındaydı.

Kadının evde olduğunu bildiğim zamanlar kapımı hiç açmazdım. Gerçi evde bulunduğu yoktu pek. Arada bir merdivenlerde ya da avluda karşılaştığımızda, yüzüme bakarak, bana yırtıcı ve arsızca gelen bir tavırla gülümserdi. Çok kez fitil gibi sarhoş, saçı başı darmadağın bir halde raslardım ona. Bu sırada gözleri kayar, yüzüne her zamankinden daha çirkin bir gülümseme yayılır: 

- İyisiniz inşallah bay öğrenci! derdi. Arkasından da nefretimi büsbütün artıran aptalca kahkahalar atardı. Bu gibi karşılaşmalardan ve selamlaşmalardan kurtulmanın tek çaresi evden ayrılmaktı. Fakat penceresi geniş bir görünümü kucaklayan şipşirin bir odam vardı. Sokağımız da çok sessizdi... Sıkıyordum dişimi.
Bir sabah yatağıma uzanmış, üniversiteye gitmemek için birtakım bahaneler bulmaya çalışarak yatarken, birdenbire kapının açıldığını ve iğrenç Tereza'nın o kalın sesiyle:
- İyisiniz inşallah bay öğrenci!.. diye seslendiğini işittim.
Kadının sıkıntılı yüzünde yalvaran bir anlatım vardı... Tuhaf, alışılmadık bir şeydi bu.
- Ne istiyorsunuz? dedim.
- Şey... efendim... Sizden bir dileğim vardı da... Artık ne kadar zahmetse...
Yattığım yerden:
"Numara yapıyor!" diye düşündüm. "Sıkı dur Yegor! Seni yoldan çıkarmak istiyor bu canavar..."
Kadın yalvaran bir sesle, ezile büzüle sözlerini tamamladı:
- Şey... Memlekete bir mektup yazdırmak istiyordum da...
İçimden:
"Hay Allah kahretsin! Çattık!" diye düşündüm, kalkıp masanın başına geçtim, bir kâğıt çekip:
- Şuraya geçin, oturun ve söyleyin...dedim.
Tereza içeri girdi, sandalyenin bir kıyısına ilişti, suçlu suçlu yüzüme bakmaya başladı.
- Evet... Mektup kime yazılacak?
- Varşova yolu üzerindeki Sventsyan kentinde Boleslav Kaşput'a.
- Peki... Söyleyin bakalım...
- Sevgili Bolesim... Canımın içi... Benim biricik sevgilim... Meryem Anamız seni korusun! Altın yüreklim... Mahzun kumruna, Terezana niçin çoktandır mektup yazmıyorsun?..
Az kalsın basıyordum kahkahayı. Bir metre yetmiş beş santim boyunda, yumruğu bir batman ağırlığında, ömrü boyunca baca temizleyip bir kez olsun yıkanmamış gibi kapkara suratlı bir mahzun kumru!..


Gülmemi güçlükle tutarak:
- Kim bu Bolest? diye sordum. 
Kadın, Boles adını bozarak söylememden incinmişçesine:
- Boles nişanlımdır, bay öğrenci... dedi.
- Nişanlınız mı?..
- Beyefendi niçin şaşırdılar? Bir genç kızın nişanlısı olamaz mı?..
Sevsinler genç kızı!.. Büsbütün şaşırmıştım ya, bozuntuya vermemeye çalışarak:
- Yoo... diye karşılık verdim. Niçin olmasın? Her şey olabilir... Çoktan beri mi nişanlısınız?..
- Altı yıldır...
Vay canına!..
Neyse... Böylece mektubu yazıp bitirdik. Hem de öyle ateşli bir aşk mektubu oldu ki, hani yazdıran Tereza değil de ondan az daha ufak bir başkası olsaydı bu Boles'in yerinde olmak isterdim doğrusu.
Tereza başını eğerek:
- Oldu... dedi. Yardımınız için size teşekkür ederim bay öğrenci! Acaba ben de size bir hizmette bulunabilir miyim?
- Hayır, eksik olmayın!
- Hani, bir yırtığınız, söküğünüz varsa...
Bu kadın kılığına girmiş fil eskisi iyiden iyiye tepemi attırmaya başlamıştı. Sert bir tavırla, onun herhangi bir hizmetine ihtiyacım olmadığını bildirdim.
Çıkıp gitti.
Aradan iki hafta geçti... Bir akşam üstü ıslık çalarak pencereden dışarı bakıyor, ne yapabileceğimi düşünüyordum. Hava bozuk olduğu için bir yere gitmek istemiyordum. Canım sıkılıyordu. Bir ara kendimi eleştirmeye koyuldum. Bu da oldukça sıkıcı bir iştir ya, başka bir şey yapmak gelmiyordu içimden. Bu sırada kapı açıldı. Çok şükür. Bir gelen var...
- Bay öğrencinin acele bir işleri var mıydı acaba?..
Hay Allah!.. Tereza'ymış!..
- Hayır... Ne istiyorsunuz?
- Beyefendiden bir mektup daha yazmalarını dileyecektim de...
- Pekâlâ... Boles'e mi yine?
- Hayır, bu kez mektup ondan gelecek.
- Ne-e?..


- Oh, ne sersemim!.. Bağışlayın... ben.. yani... demek istedim ki... Bu kez, anlıyorsunuz ya, mektup benden değil de... kadın arkadaşlarımın birinden... Yani... Kadın değil de bir erkekten demek istiyorum... Kendisi yazmıyor... Fakat bir nişanlısı var... Adı da benimki gibi, Tereza... İşte sizden bu öteki Tereza'ya mektup yazmanızı dileyecektim de...
Yüzü allak bullak olmuştu. Karşımda sallanıp duruyor, titreyen ellerini ovuşturuyordu... İşi anlamaya başlamıştım...
- Bana bakın bayan! dedim. Bu ne Boles işi , ne de Tereza. Yalan söylüyorsunuz! Boş yere uğraşmayın, sizinle ahbaplığa niyetim yok... Anladınız mı?
Kadın birdenbire tuhaf bir korkuya kapıldı. Yüzü kıpkırımızı oldu, sendeledi, bir şeyler söylemek istercesine dudaklarını kıpırdattı. Fakat ağzından tek sözcük çıkmadı.
İşin nereye varacağını bekliyor, beni yoldan çıkarmak istediğini sanmakla da bir parça yanıldığımı sezinliyordum. Anlamadığım başka şeyler vardı galiba.
Tereza neden sonra:
- Bay öğrenci... diye söze başladıysa da ansızın elini sallayarak sert bir hareketle geri döndü, çıkıp gitti. İçimde kötü bir duyguyla öylece kalakalmıştım. Sonra kapısını şiddetle çarptığını işittim... Kızmıştı besbelli... Bir süre düşündüm; gidip onu geri çağırmaya, ne isterse yazmaya karar verdim.
Odasına girdiğimde, dirseklerini masaya dayamış, başını ellerinin arasına almış oturuyordu.
- Bana bakın, dedim...
... Bu hikâyeyi anlatırken burasına geldiğimde hep bir tuhaf olurum nedense... Ne aptallık! Neyse...
- Bana bakın, dedim...
Kadın yerinden fırladı, gözleri parlayarak üstüme yürüdü, ellerini omzuma koydu ve fısıltıyla, daha doğrusı hırıltıyla:
- Ne olacak? dedi. Ha, ne olacak? Evet, tam bildiğiniz gibi! Boles, Moles yok... Tereza da yok! Ama size ne bundan? Kâğıt üzerinde kalemi oynatıvermek çok mu zorunuza gidiyor? Ha? Ah sizler! Muhallebi çocukları! Evet!.. Ne Boles var, ne de Tereza! Yalnızca ben varım! Ne çıkar bundan? Ha? Ne çıkar?..
Bu karşılama serseme çevirmişti beni.
- Durun hele, dedim. Ne demek istiyorsunuz? Boles diye biri yok mu yani?
- Evet, yok! Ne çıkar bundan?..
- Ya Tereza, o da mı yok?
- Tereza da yok! Tereza benim!
Hiçbir şey anlamamıştım. Gözlerimi fal taşı gibi açmış, kadının yüzüne bakıyor; hangimizin delirdiğini anlamaya çalışıyordum. Tereza yeniden masaya doğru gitti, bir şeyler arandı, sonra yanıma geldi ve incinmiş bir sesle:
- Boles'e yazmak size bu kadar güç geldiyse, alın mektubunuzu! dedi... Alın!.. Ben başkalarına da yazdırabilirim...
Bir de baktım, Boles'e yazdığım mektubu tutuyor elinde... Vay canına!..
- Bana bakın Tereza! dedim. Ne demek oluyor bütün bunlar? Niçin başka mektuplar yazdırasınız? Göndermiyorsunuz ki onları...
- Kime gönderecekmişim?
- Kime olacak... Boles'e!..
- Ama Boles diye biri yok ki!..
Şaşıp kalmıştım! Ne halin varsa gör deyip ayrılmaktan başka çare kalmamıştı. Fakat kadın durumu açıkladı.
İncinmiş bir sesle:
- Ne çıkar? diye söze başladı. Yoksa yok! (Ve sanki onun niçin olmadığına akıl erdiremiyormuş gibi ellerini iki yana açtı.) Ama ben olmasını istiyorum... Ben de herkes gibi insan değil miyim?.. Evet... biliyorum... biliyorum ama... ona mektup yazmamın kimseye bir zararı yok ki...
- Affedersiniz, kimden söz ediyorsunuz?
- Boles'ten...
- Hani Boles yoktu?..
- Ah, Meryem Ana!.. Yoksa yok, ne çıkar bundan?.. Yok, ama bana varmış gibi geliyor... Ona mektup yazıyorum ve böylece var oluyor... O da bana, Tereza'ya karşılık veriyor... Sonra ben yeniden yazıyorum...


Anlamıştım... O an ne kadar üzüldüğümü, utandığımı anlatamam... Bir insan yaşıyordu üç adım ötemde... Sevgiye, yakınlığa ihtiyacı olan ve bunu hiç kimsede bulamayan bu insan, sonunda kendi kafasının içinde kendine bir sevgili yaratmıştı...


- Boles'e yazdığınız mektubu başkalarına okutup dinliyorum... O zaman Boles varmış gibi geliyor bana... Şimdi de Boles'ten Tereza'ya... yani bana... bir mektup yazmanızı diliyorum sizden... Onu başkalarına okutup dinlediğimde Boles'in varlığına büsbütün inanacağım... Yaşamak benim için daha kolaylaşacak...
... İşte böyleyken böyle!.. Aklıma geldikçe bir tuhaf olurum!.. O günden sonra düzenli olarak haftada iki kez Tereza'nın Boles'e mektuplarını, Boles'in de cevaplarını yazmaya başladım. Cevapları özene bezene kaleme alırdım... Tereza bunları dinlerken o kocaman sesiyle avaz avaz ağlardı. Ve düzmece Boles'in mektuplarıyla ona gözyaşı döktürmemin karşılığında çoraplarımı, gömleklerimi yamar, söküklerimi dikerdi. Bu mektup hikâyesinden üç ay sonra bir sebepten hapse attılar onu. Şimdi ölmüştür belki de.
Dostum sigarasının külünü üfledi, dalgın bir tavırla gökyüzüne bakarak sözlerini tamamladı:


İşte böyle... İnsan acıyı tattıkça şefkati daha çok arar... Ama köhnemiş erdemlerimizin duvarları arasına sıkışan, birbirimize tepeden bakan bizler bunu anlayamıyoruz. Çok ahmakça, çok acı sonuçlar doğuruyor bu anlayışsızlığımız. Diyoruz ki, düşkün insanlar!.. Ne demektir bu?.. Onlar da bizler gibi aynı kemikten, aynı kandan, aynı etten ve sinirden yapılmışlardır. Her şeyden önce insandırlar... Yüzyıllardır işitip dururuz bu "düşkün insanlar" sözünü. Ne saçma şey! Asıl düşkünler bizleriz! Hem de adamakıllı düşkün!.. Kendini beğenmişliğin, mutsuz insanlara tepeden bakmanın uçurumuna düşmüşüz... O insanlar ki tek eksikleri bizden daha az kurnaz olmaları ve kendilerine iyi insan süsü vermeyi daha az becerebilmeleridir... Neyse... Bırakalım bunları... Bu sözler o kadar çok söylendi ki, insan bir daha tekrarlamaya utanıyor!...


1896
Bozkırda
Çevirmen: Ataol Behramoğlu

24 Şub 2011

Eteğimdeki Taşlar

kestiği kara saçları bende kaldı Gülten Akın'ın
Kimsenin görmediği bir evim var,
Kimsenin görmediği kuytu bir sandık odamda
İçimin dişil yanı kimsenin görmediği bir bohça
arasında duruyor kestiği kara saçları
Saten, atlas, sadokarla koyun koyuna
Hançer saplı bir dize bekliyor başını:
"Ah kimselerin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya"
Roman kadar uzun bir cümle
yazabilen hiç yaşlanmıyor aslında
Başkaları okuduğundan beri
üstü açık yatıyor şiirlerim
Olvido'nun lavanta çiçeği kokan kederleri
koynumda uyuyor geceleri
bazen kalkıp üstünü örtüyorum.
günlerin geçmesi bir şey değiştirmiyor
orada olduğunu biliyorum.
Ben de büyük rüzgarları sevdim
Söylenmemiş aşkın güzelliğiyle
içime yazdım yağmuru
yarım kalmış ikindileri,
mevsim dedim,
zaman bekledim
geciken şarkısıyla kalbimin
geçip gittim her seferinde
yabancı pencerelerin
dışarıya seslenen şefkatinden
geçip gittim
Belki aldanmayı, inanmayı, kanmayı
Ben de büyük rüzgarları sevdim
Rüzgarın susması bir şey değiştirmiyor
........
........

Naile



İyi bir dünya, paylaşan bir hayat düşü, bir ülkenin gençliğini topyekün ayağa kaldırmıştı o yıllar;
umudun saçağında kümelenmişti herkes.Sen henüz doğmamıştın...Sen doğmamıştın; daha sokaklara da inmemişti kışlalar. Kendini Picasso sanan o generalin saçma sapan resimleri de çizilmemişti henüz.Ama varoşlardan üniversitelere, alanlardan evlere herkes, umudun sağlığı ve geleceği hakkında öngörülerde bulunuyor, okumalar, tartışmalar çoğu zaman sabahlara dek sürüyordu…

     Bir kuşak, ellerinde afişleri, boya kovaları ve fırçalarıyla bir “yarın” imgesini sabahlara dek duvarlara bağırıyor, alanlarda onbinlerce sol yumruk marşlar, sloganlar eşliğinde sıkılıyor ve gelecek güzel günler için hep birlikte yeminler edilip antlar içiliyordu.

   Vurulup düşenler, inanarak öldükleri için yüzlerinde mutlu, buruk bir tebessüm bırakıyor, kalanlar ise kalplerine umudu yeniden pompalayıp, öfkelerine sımsıkı sarılarak yürüyor, yürüdükçe kabara köpüre akan nehirlere benziyorlardı.

    Umudun genç oğulları, henüz evliliğe de inanmıyor ve o yıllar hep, “”Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” hakkında ateşli konuşmalar yapıyorlardı…

    Coşkuyla, inançla bir gelecek düşüne tutunurken, birçoğumuz zaten caymıştık o günlerden. “Yarın” vardı sadece; “halkın” ve “emeğin” olacak olan yarın... Yaşadığımız, sadece yarının çatısını kuracak kırık dökük, işe yaramaz günler sayıldığı için, aslında yoktu o günler… Aşk için yürüyenlerin aşkları da, düş için yürüyenlerin düşleri de aslında kendileri için yoktu o günler…

     Umudun coşkusunu uzak bir taşra kentinde; feodalizmin, tabuların basıncı altında yaşayanlar için kuşkusuz daha katı, daha kuşatıcıydı her şey… Aşk daha mahcup, sevdalar daha yasak, söylevler daha hırçın, kurallar daha katı, bedeller daha ağır ve sonuçlar da elbette çok daha sarsıcıydı…

     Her şeyin emek ve sermaye çelişkisine, artı değere, proletaryaya ve devrimci kararlılığa endekslenerek tartışıldığı o süreçte, bizler de aynı ortak toplumsal-siyasal coşkuları Doğu’dan, o kan revan topraklardan paylaşıyor, yüzlerimizde yoksulluğun, bilincimizde feodalizmin ve sistemin açtığı yaraların hıncıyla birey olmaya çabalıyorduk; doğrusu hepimiz, aynı oyunu birlikte oynamak üzere evden kaçmış yaramaz çocuklara benziyorduk…

     Gitmememiz öğütlenen yerlere gitmeyi, yapmamamız gerektiği söylenenleri yapmayı, inanmamamız istenenlere inanmayı yeğlerken, belki de yasaktaki hazzın tadını sınıyorduk…
     O erkek egemen kültürde devrim için ant içen nicel kalabalığımızın ezici çoğunluğunu yine erkekler oluşturuyor, ama arada bir -tercihlerinin ağır bedellerini göze alarak- saflarımıza katılmış kadınlara, genç kızlara da rastlıyor, onları bacılarımız sayarak özenle koruyor ve tümüne yoldaşlık bilincinin gereği bir saygıyla yaklaşıyorduk.

     Naile’yi, masum yüzündeki iri, kara gözleriyle gelip gittiğimiz legal dernekte ilk kez gördüğümde, yüreğimin ürpermesi nasıl şaşırtmış, nasıl utandırmıştı beni…

     Böylesi duyguları henüz hiç tanımıyordum; on sekiz yaşımın mahcup heyecanıyla hissettiklerimi kimselere sezdirmeden yorumlamaya çalışırken, devrime ramak kala ihaneti böyle yaşayan, yaşatan kalbimdeki bu “lumpence”(!) duygulardan kurtulmam gerektiği sonucuna varıyor ve bir yoldaşıma böyle bir duygusal yakınlık hissettiğim için doğrusu kendime çok kızıyordum…

     Bir demiryolu işçisinin kızı olan Naile, kentin öbür ucundaki bir gecekondu semtinden çıkıp geliyordu derneğe… Giydiği geniş yakalı, kaba saba gömlekler ve upuzun etekler göğüslerinin iriliğini ve ayak bileklerinin incecik, ak beyazlığını gizleyemiyor, makyajla hiç tanışmamış yüzündeki o sevecen, o anaç ifadeyle karşılaştıkça kalbimde orta şiddette bir depremin de nedeni oluyordu.
      
     Onun zarif yüzüyle uyumlu iri, kara gözleri, gecekonduda oturan “işçi kızı”, “yoldaş” gibi imgelerle buluşunca, büsbütün soluksuz bırakıyordu beni…

     Dövüp söverek, yumruklayarak kalbimden kovmaya çalıştığım duygular, her geçen gün biraz daha artarak boğucu bir kedere dönüşüyordu… O, her şeyin yasak olduğu bir kültürdeki soluk ve boğucu karanlıkta tutunduğum ışığım ve o tabular şehrinde iflah olmaz yangınımdı benim.Ona inandıkça aşka, aşkın o yakıcı ateşine daha çok inanıyordum…

     Ama haftada birkaç kez göz göze gelmenin ötesinde onunla hiçbir bir diyalog kuramıyor, ben dışarıda bildiri dağıtmak, sendika ziyaretleri, öğrenci eylemleri ve tartışmalar için koşuştururken, o da çalışmalarını dernek yönetiminde kadın üyeler arasında sürdürüyordu.

    Onunla aynı siyasi hareketin saflarında yer almamızın, yaşayabileceğimiz en anlamlı tek birliktelik olduğuna ve bununla yetinmem gerektiğine inanıyor, daha fazlasını düşünerek, düşleyerek bizlere öğretilmiş “devrimci ahlâk ve devrimci disiplin”in sınırlarını ihlal etmemem gerektiğini düşünüyordum.

     Fakat nereye gitsem, onun ışıklı gözlerinin kalbime taşıdığı o sarsıcı kederden bir türlü kurtulamıyor, her şeye rağmen onun yörüngesinde dolanıp durmaktan kendimi alamıyordum…

     Üyesi olduğumuz dernek, o günlerde oluşturduğu kadroyla maden işçilerini konu edinen bir tiyatro oyunu için provalar başlatmış, Naile de bir maden işçisinin karısı rolünü üstlenmiş ve oyunun organizasyonu yakın arkadaşım Fırat’a verilmişti.

     Naile, artık hafta içi her akşam Halk Eğitim Merkezi’ndeki provalarda oluyor, ben de işlerimi bitirdiğimde, akşamüstleri provaları izlemek bahanesiyle soluğu orada alıyordum.

      Dernek üyelerimizden Ekrem, spotların altında işçi giysileriyle sahnenin önüne gelip yumruklarını sıkarak, yüzünde dünyanın matemiyle, “Karanlık dehlizlerde her gün dünya yeniden kurulurken iliklerine dek sömürülen bir maden işçisi” olduğunu kederle fısıldarken, hemen arkasında, başına örttüğü beyaz tülbendiyle bir ateşin başında saç ekmeği pişiren Naile ise, “Sizi ne zamana kadar sömürecekler, yetmedi mi!” diye bağırıyor, o an heyecandan yüreğim ağzıma geliyor ve aynı provaları yenibaştan, sarsılarak izlemeyi sürdürüyordum.

     İzlediğimin oyun provaları değil, aslında Naile olduğunu neyse ki yalnız ben biliyordum. Başka zaman onu böyle yakından izleme fırsatını bir daha nasıl, nerede bulurdum…

    Naile’nin, masum yüzüyle, kara gözleri ve ak tülbendiyle bir oyunda ekmek pişirirken bile sınıfsal bilince vurgu yapması, üstlendiği rolle emekçilere böyle de hizmet etmesi, ona duyduğum hayranlığı, aşkı daha boyutlandırıyor, böylelikle onun aydınlık yüzünde  geleceğin o büyük ışığını da görüyordum…

     Provalar bittiğinde, birkaç dernek üyesi öne atılıp, karanlığın çöktüğü o saatlerde uzak bir semte gitmesi gereken Naile’yi evine bırakmayı öneriyor, genellikle, “Naile bacımı ben bırakacağım arkadaşlar!” diyebilen ve bu kararını kesin bir üslûpla, cesurca ifade edebilen bir yoldaşımız tarafından evine götürülüyordu.

     Sonraki günlerde provaların bittiği bir saatte, ben de onu evine bırakmaya yeltenen birkaç yoldaşıma dönerek kararlı bir üslupla, “Arkadaşlar, Naile bacıyı ben bırakacağım!” diye bağırmaya başlamış, zira o centilmen fısıltılarla onu evine bırakma sırasının asla bana gelmeyeceğini anlamıştım(!)

     İlk kez evinin yoluna koyulduğumuzda heyecandan elim ayağıma dolanmış, bir süre ne diyeceğimi bilememiştim. İlk yürüyüşümüzden itibaren ona sık sık ön adıyla seslenmeye başlamış, belki söylemek isteyip de söyleyemediklerimin önünde hep adı durduğu için, sık sık “Naile” dedikten sonra ya susmuş ya da hep saçmalamıştım.

      Aslında ona adıyla her hitap edişimde, sadece, “Seni çok seviyorum!” demek istiyor, fakat diyemiyor, bu yüzden belki hiç istemediğim, hatta ummadığım konulardan söz etmek zorunda kalıyordum:

    “Naile!”
    “Efendim.”
      … … … … … … … ...
    “Hava çok sıcak değil mi?”
    “Evet, öyle.Bugün provalarda da çok terledim…”
    “Naile!”
    “Efendim?”

    “Bu oyun sahnelendiğinde kitlelerle buluşması, proletaryanın bilinçlenmesi açısından çok yararlı olacak bence; bir de öbür fraksiyonların bizim siyasi hareketimizin işçi ve emekçilere sanatla da neler verebileceğini görmeleri bakımından da çok önemli, öyle değil mi?”

    “Öyle tabii; Marksizm, devrimci sanat diye bir şeyden de bahsediyor. Devrimci sanatla ilgilenmek devrimci bir görevdir bizim için…”

    Sonra, ayrılırken arkasından süklüm püklüm, darmadağın bakıyor, onunla diyaloğumu hep böyle ilgisiz konuşmalarla sürdürerek akıp geçen günleri yakıyordum…
    
    Naile de kişiliğini ortaya çıkarmıyor, birçok konuda sanki kendini olacaklara bırakmış gibi davranıyor, ama kendini benden, hissettiğine inandığım duygularımdan sakındığı izlenimi de vermiyordu.

    Bazen her şeyi seziyormuş da, fikrimi değiştirmeye çalışmanın anlamsız olduğuna inanıyor ve umursamıyormuş gibi görünüyor, bazen de kendini devrim düşünün coşkusu dışında her şeye kapatmış ve her şeyi kendi için anlamsızlaştırmış bir rahibe gibi yansıyordu.

     Onun kişiliği ve sınırları hakkında fikrimi netleştirebilsem, nasıl bir yöntem izlemem gerektiğini de düşünecek, böylelikle göstereceği tepkiyi göze alarak belki onunla apaçık konuşabilecektim…

     Yine bir akşamüstü, onu evine bırakmak üzere yeniden yola koyulduğumuzda, bu kez ona yakınımızda bulunan bir başka dernekte -o yıllar TKP’nin gençlik örgütlenmesi İGD’de- daha müsamaha gösterilen kadın-erkek ilişkilerinden söz ederek aklımca tepkisini öğrenmeye çalışacaktım. Bu düşünceyle fısıldadım:

     “Naile…”
     “Efendim.”

     “Derneğin arkasındaki caddede İGD var ya, oradan erkeklerle kadınlar bazen el ele çıkıyorlar. Bizim yoldaşlar onlara çok gülüyor ve İGD’ye ‘evlendirme dairesi’ diyorlar, biliyor musun?”

     Bu cümleleri sarf ettikten sonra yüzüne dikkatle baktım; ama o kayıtsız bir ifadeyle sadece “biliyorum” dedi:

     “Güldüklerini de, öyle dediklerini de biliyorum…”
      
      Sonraki günlerde Naile’yi evine bırakmak isteyen ve onu tıpkı benim gibi hayranlıkla izleyenlerin hep aynı üç kişiden oluştuğunu fark etmiş ve üç yoldaşımın daha ona sırılsıklam âşık olduğunu anlamıştım.  Ayan beyandı aşkları, ama sorulsa onlar da inkâra yazgılıydılar… Çünkü onlar da tıpkı benim gibi bir aşk için devrim saflarından kovulmuş aşağılık adamlar olmayı ya da yönetim kurulu odasında özeleştiri vermek zorunda kalmayı göze alamıyorlardı.

    Naile’yi bir gölge gibi izleyen arkadaşlarımın ilki, ortaokulu ve liseyi birlikte bitirdiğimiz Fırat’tı. Önceleri, lise birinci sınıfta okul çıkışları yoldan gelip geçen kerli ferli adamlara, “Selamınaleyküm” deyip, selamımız alınınca kendimizi adam yerine konulmuş hissetmemizin o garip heyecanını çabuk unutup, iki okul kaçkını olarak demiryolunda şarap içmeye başlamıştık; sonra, daha lise ikinci sınıfta ise onunla aynı saflarda iki gözü kara yoldaş olmuştuk.

    Fırat’la birçok eyleme birlikte çıkıyorduk. İkimiz dövülmesi gereken adamları birlikte dövüyor, ikimiz dövüşmeyi, silahı seviyor, ikimiz de hep Yılmaz Güney’e benzemeye çalışıyorduk; fakat o, benzemeyi daha çok başarıyor, bazen bir saat tek sözcük etmeden uzaklara onun bakıyor, onun gibi mutsuz, boynu bükük oturup, onun gibi kederli sözler ediyordu. Bazen, paramız olduğunda ciğer kebabı yerken Fırat’la ortak bir bira açtırıyor, şişemizi diğer yoldaşlarımız görmesin diye masaların altına saklayarak içiyorduk.

    Altı yıl süren dostluğumuzdan, birlikte nice ölümcül yolculukta, eylemde paylaştıklarımızdan sonra, ikimizin de kalplerini aynı kadının, Naile’nin fethetmesi, ikimizin de aşkı ilk kez aynı kadınla tanıması kötü bir rastlantı ve berbat bir talihsizlikten başka bir şey değildi…

    Fırat, en iyi dostumdu benim ve bu yüzden hiç oynamadan, birbirimizi aldatmadan, oyalamadan oturup apaçık konuşmamız gerekiyordu.

    Belki o da benim hissettiklerimi biliyor, kırılmamı istemediği için açık konuşmuyor, belki o da böyle bir ilgiyi apaçık adlandırmanın devrimci ahlâkla bağdaşmayacağını düşünüyordu…

    O günlerde birlikte bir sendikaya uğramış, görüşeceğimiz sendika başkanının yarım saate kadar geleceği söylenince, bir çay ocağında kürsüleri çekip oturmuş, bir süre sustuktan sonra Naile’den hiç söz etmeden yakında sahnelenecek oyunu uzun uzun konuşmuştuk… Sohbetin bir yerinde birden, damdan düşer gibi sormuştum:

    “Fırat kardaş, sana bir şey soracağım ve sen de bana bir cevap vereceksin. Naile… Naile hakkında ne düşünüyorsun?”

     Fırat, hiç ummadığı bu soruyla gövdesini hiç kıpırdatmadan başını sağa çevirip bir süre öylece kalmış, sonra kendini toplayıp yüzüme, gözlerimin ortasına derin bir acıyla bakarak yanıtlamıştı:
  
  “Naile iyi bi bacımızdır.”

     Bir an susup, sonra yeniden tekrarlamıştı:
    “Evet, Naile iyi bi bacımızdır…”

     Bu yanıtıyla birlikte başını öne eğmiş, sonra ikimiz de hiçbir şey konuşmadan çay paralarını ödeyip kalkmıştık.

     İlk kezdi aşk; bu yüzden ilk kezdi dilsiz kalışımız… Öyle bıçkın, öyle külhan yaşarken, silahlarımıza şarjörlerini hınçla sürerken, yeşil parkalarımızla, postallarımızla ve upuzun, dal gibi gövdelerimizle eylemlere inançla ve hep bir galibiyet duygusuyla koşarken yenilgimiz, şaşkınlığımız ilkti…

     Naile’yi yakın markajına alan ikinci kişi, saflarımıza Fırat’ın kazandırdığı ve bizim gibi on sekiz ila yirmi yaşlarında, Naile ile aynı oyunda maden işçisi rolündeki Ekrem’di. Derneğe geldiği ilk günlerde onun uzun saçlarını ortadan taramasını önceleri çok yadırgamış, ama günler geçtikçe alışıp kaynaşmıştık. Neredeyse hepimizin esmer, kara gözlü olduğu o dernekte tek sarışın da oydu.

    Üçüncü kişi, yirmi sekiz yaşlarında, asık yüzlü ve hiç yakınlaşamadığımız, sevemediğimiz muhasebeci Cemal’di; her fırsatta bizden yaşça büyük olduğunu hissettiren küstah bir üslûbu, soğuk, taş kayıtsızlığında bir yüzü vardı. O, ailesiyle kalmıyor, bir işyeri olduğu için de, aramızda sadece o parasızlık çekmiyor ve filtreli sigara içebiliyordu.

    Üç hafta süren provaların biteceği günlerdi ve Naile’yi evine bırakmak üzere artık son yürüyüşümüzdü. Yolda neredeyse bir metre aralıkla yürürken, onunla apaçık konuşabilmek için uygun bir fırsatı belki bir daha bulamayacağımı düşünüyor, yine de tereddüt ediyordum. Yine sık sık adını yineliyor, gerisini getiremeyip soluksuz kalıyor, her zaman olduğu gibi heyecanımı ona hissettirmemeye çalışıyordum.

    Onun tepkisini ta başından göze almıştım oysa… Ya gülümseyip bir yanıt vermeyecek veya dönüp, “Yazıklar olsun! Biz yoldaşız seninle!” diye bağıracak, dahası ve en kötüsü de suratıma okkalı bir tokat atıp gidecekti…

    Ama benim asıl korkum, ona aşktan söz ettiğimi yönetim kuruluna şikayet etmesiydi.Bunu yaptığında , sadece tecrit edilerek devrimin saflarından kovulmuş bir adam ol-makla kalmayacak, siyasi hareketimizin tabanındaki unsurlar arasında bir bayan yoldaşının ırzına göz dikmiş lanetli bir lümpen olarak da anılacaktım(!)

     Oysa yakında proletarya devriminin gerçekleşeceğine bütün kalbimle inanıyordum.Bu yüzden nice eylemi inançla, tereddütsüz üstleniyor, ait olduğum saflara gençliğimi, geleceğimi adıyordum…

    Dudağımdan dökülecek sözcüklerin yalnız Naile’yi değil, ait olduğum safları ve tümüne içtenlikle bağlı olduğum yoldaşlarımı da kaybetmeme neden olacağını pekâlâ biliyor, bu yüzden son yürüyüşümüzde bile tercihimi susmaktan yana koyarak, devrim saflarının “yiğit bir nefer”i olmayı hak ediyor, ama bu kez onu yitiriyordum…

    Derken, derneğimizin hazırladığı oyun, aynı günlerde küçük bir salonda sahnelendi. O günler birçoğumuz birbirimize ve sendikalara bilet satabilmek için seferber olmuştuk. Oyunu da emekçiler filan değil, daha çok derneğimizin üyeleri izledi, halkın ise haberi bile olmadı...

     Oyunun sahnelenmesinin ardından, biz yine gündelik sorumluluklar alarak koşuşturmaya başlamıştık. Naile ile eskiden olduğu gibi sadece dernekte karşılaşıyor, selamlaşıp hal hatır sorduktan sonra yeniden uzaklaşıyor ve binlerce kişiden oluşan bir tabana sahip o örgütün içinde aşkı yadsıyarak, belki en çok da yalnızlığı yaşıyor ve yaşatıyorduk; benliklerimizde uçurumlar, kalplerimizde yasak duygular büyütüyorduk.

     O günlerde Fırat’la bazı siyasi tartışmalar ve örgütlenme çalışmaları için civar ilçelere ve köylere gidip dönüyorduk. Gittiğimiz her yerde, tek parçada mı, yoksa dört parçada merkezi örgütlenme gerektiği konusunu; o günler sıcağı sıcağına yaşanan Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgalini; …tan’da yarı feodal mi, yoksa kapitalist üretim ilişkilerinin mi hâkim olup olmadığını; Türkiye’de faşizmin mi yoksa burjuva demokrasisinin mi yaşanıp yaşanmadığını, diğer örgütlerin ideolojik eleştirisini, vb. konuları konuşup duruyorduk.

      Son olarak Diyarbakır’ın Bismil ilçesinin TÖB-DER şubesinde onlarca kişinin katıldığı ve paket paket sigaraların tüketilip yüzlerce çayın içildiği ve herkesin bildiğiyle gelip, yine bildiğiyle kalktığı upuzun bir tartışmaya katılmış, geceleyin de yakın bir köye geçip, köyün gençlerini bir dut ağacının altına toplayarak gündoğumuna dek upuzun bir söyleve koyulmuştuk. Elektriğin olmadığı ve kağnılarla çift sürülen o köyün gençlerine, emek-sermaye çelişkisini, sanayi devrimini, kolhoz solhozları ve yakında gerçekleşeceğini öne sürdüğümüz proletarya devrimini uzun uzun anlatmıştık.

    O gecenin sabahı Fırat’la Diyarbakır’a döndüğümüzde, ikimiz de yorgun ve uykusuzduk. Sonraki gün dernekte görüşmek üzere kucaklaşıp ayrıldık.Onu son görüşüm olacağını nasıl bilebilirdim…
     Ayrılmamızdan  sonra, aynı günün akşamı evde haberleri izlerken, bir subayı kurşunlayarak öldürdüğü iddiasıyla TV’de birden Fırat’ın bir fotoğrafını gördüğümde beynimden vurulmuşa döndüm! O yıllar siyah beyaz olan tek kanallı TRT'de Fırat’ın, cinayet zanlısı olarak arandığı söylenerek gösterilen fotoğrafına dehşetle bakarken, onun bu kadar kısa sürede bu cinayeti işlemiş olabileceğini de, bu sürede bir de fotoğrafının bulunup televizyonlara nasıl ulaştırıldığını da hiç aklım almıyordu.

      Ben, o haberin faili bulunmayan bir cinayet için koca bir iftira, bir komplo çıkacağını düşünüyordum ki, sonraki gün, ayrılmamızdan sonra Fırat’ın derneğe uğrayıp oradan Ekrem’le birlikte çıktığını ve daha önce gözaltında tanıştığı işkenceci bir subayla bir sinemada karşılaşıp tartışınca, silahını çekip vurduktan sonra kaçtığını öğrendim…

      Fırat’la altı yıl süren paylaşımlarımız, o muhteşem arkadaşlığımız onun gece o subayı öldürüp Diyarbakır’ın dar ve kör karanlık sokaklarında kaybolmasıyla noktalandı.Aynı günlerde İran sınırından yurtdışına kaçtı. Onu bir daha göremedim…

      O gece Diyarbakır’da bir lokantada sıkılan birkaç kurşunun, Fırat’la yazgılarımızı birdenbire değiştirmesinden on gün kadar sonra 12 Eylül 1980 Askeri darbesi gerçekleştirildi ve ben de bir gecenin ilerleyen saatleri uzun namlulu silahlarıyla gelen birtakım adamlar tarafından gözlerim bağlanarak apansız götürüldüm.

     Ekrem’i de aldılar sonra… Ekrem, subay cinayetinde Fırat’ın yanında bulunduğu için, “örgüt adına cinayete azmettirmek ve yardım, yataklık” gibi suçlamalardan dolayı idamla, ben ise “örgüt kurmak” suçundan on beş yıl ağır hapis cezası istemiyle yargılandım…
     
     Hiçbir eylemim kanıtlanamadığı için bir yıl süren mahkûmiyetten sonra tahliye edildim.Çıktıktan sonra Naile’yi de bir daha göremedim…Ekrem ise on üç yıl kesintisiz yattı.

     Fırat’a gelince, o da vatandaşlıktan çıkarıldı ve Türkiye’ye bir daha dönemedi.O, her zaman belleğimde çatık kaşlarıyla, parkasıyla, o kederli yüzünde kocaman burnuyla Yılmaz Güney’e benzemeyi başaran yegâne dostum olarak kaldı...Aradan geçen yirmi yılda birbirimizi bir daha görmediğimiz için, ikimiz de birbirimizin belleğinde hep gencecik kaldık.Herkes yaşlandı; ben ve o, ikimiz gencecik, incecik iki âşık militanız hâlâ… Bunun aksini kim kanıtlayabilir? Biz, dostluğumuza altı yıl namertliğin, korkunun gölgesini bile yaklaştırmayacak kadar gerçek ve hakikiydik; hakiki olanı zaman da dahil kim yok sayabilir ki?

     Askeri darbeden sonra hiç kimsenin hakkında bir haber alamadığı ve birdenbire ortadan kaybolan muhasebeci Cemal’in ise, bir istihbarat elemanı olduğunu yıllar sonra öğrendik...

     Naile’nin kara gözlerinin hüzünlü buğusu, yıllar yılı anılarımda, bilincimde kocaman ve iri gözlü bir yara olarak kaldı…

     Sonra, yirmi beş yaşımda bir iş seyahati için gittiğim İzmir’de güzel bir genç kız tanımıştım; fakat kişiliğine, yüreğine, beynine hiç bakmadan onu alıp Diyarbakır’a kaçırmakla, hiç farkında olmadan hayatımın en onulmaz, en büyük hatasını yapmıştım Yedi ay sürebilen o evlilikle öyle dehşete düştüm ki, ayrılmamızdan sonra on beş yıl evlenmeyi bir daha aklımdan bile geçirmedim.Aradan geçen upuzun yıllara rağmen o evliliğin izleri; kederi, belası, sömürüsü, icrası, küfrü, hapishanede olduğum dönemlerde bile peşimi bırakmadı.Binlerce kez pişmanlığı ve utancı yaşadım…

     Fırat ise, İsveç’te tanıştığı Şili’li bir kadınla gerçekleştirdiği evliliğini iki yıl sürdürebilmiş…
     Ekrem, on üç yıl mahkûmiyetten sonra hapishaneden orta yaşlı bir adam olarak çıkınca, ailesi tarafından aynı yaşlarda bir akraba kızıyla alelacele evlendirilmişti.
     Sanırım üçümüz de ölesiye sevdiğimiz Naile’yi anılarımıza gömdükten sonra özel alanında, evlilikte yanılan, yanılmakla kalmayıp bozguna uğrayan adamlar olduk.

    Kalplerimizin kara gözlü “bacı”sı Naile’ye gelince.Arada bir karşılaştığım bazı eski yoldaşlarıma da onu sormuş, ama tam on bir yıl boyunca onun nerede olduğunu, ne yaptığını bilen birine rastlamamıştım…

    1991 yılıydı… Diyarbakır’da bir kitabevi ve sanat galerisi açıyordum; davetiyeleri dağıtmış, tüm hazırlıkları yapmış ve açılış kokteyli için işyerimin giriş kapısında şık giysilerimle dostlarımı karşılıyordum. Diyarbakır’da bir kültür merkezi açmak, orada etkinlikler düzenlemek benim her zaman en büyük düşlerimden biriydi.Ömrümce sadece birkaçı gerçekleşebilen düşlerimden birinin günüydü o gün; bu yüzden mutlu bir tebessüm iliştirmiştim yüzüme…

    Kentteki bazı siyasi partilerin, bürokrat, sendikacı ve aydınların ve dostlarımın gönderdikleri çelenkler, çiçekler kokteylin başlama saatiyle birlikte art arda gelmeye başlamış, işyerim kısa sürede bir çiçek bahçesine dönmüştü… Arada bir içeri girip konuklarımla ilgilensem de, yeni gelenleri karşılayabilmek için sık sık dışarıya, caddeye bakıyordum… Bir ara yolda yaşlı bir kadının kolundan tutarak çekiştirdiği bir kadın ilgimi çekti; ona dikkatle baktığımda, Naile’yi çok anımsattığı için birden irkilerek dışarı yöneldim.

    Felçli gibi görünen yüzü, donuk, ışıksız gözleri ve yağlı saçlarıyla bir zaman tünelinden çıkıp gelmiş gibi görünen o kadına iyice sokularak çökmüş avurtlarını, küt saçlarını bir süre inceledim. Yolun kıyısında duraksıyor, yanındaki yaşlı kadın da yürümesi için onu habire çekiştiriyordu… Üzerinde kirli, soluk bir elbise ve çorapsız ayaklarında o yaz günü kaba saba ve kışlık siyah ayakkabılar vardı.

    Çok başka görünmesine, tıpkı bir özürlü gibi durmasına rağmen, o kadının yüz hatları ya belleğime silinmezcesine kazıdığım Naile’nin yüz hatlarıydı ya da zamanın, tam on bir yıl sonra yüz hatlarını eskitip tıpkı ona benzeterek karşıma çıkardığı başka biriydi.

     Heyecanla yutkunarak birkaç adım attım; kadının karşısına dikilerek yüzüne bakıp birkaç saniye bekledim. Ama kadın, hafif sağa kaymış, titreyen çenesinin ürkütücü görünümüyle bana değil, bir boşluğa garip garip bakmayı sürdürünce dayanamayıp fısıldadım:
  
  “Naile… Naile! Sen Naile misiin?”

     Beklediğim yanıtı, soruyu yönelttiğim kadın değil, yanındaki, kolunudan tutup yürümesi için onu çekiştiren yaşlı kadın verdi:

    “He he, o Naile’dir. Sen kimsin beg, onu nerden taniysen?”
     Bu yanıtla dehşete düştüm.Bizim kalplerimizin o ak çiçeği Naile’ye ne olmuştu?
     Elim kolum gevşedi bir an… Gözlerimi ondan ayıramadan sordum:
    “Konuşamıyor mu Naile, kimseyi tanıyamıyor mu teyze? Konuşamıyor mu benimle?”
    “Yoh, konuşmaz, su der, ekmek der, başka bi şey demez. Yüzi felç olmiş, hestedır kızım, çohtandır bele hestedır benim kızım…”
     Gözlerime, duyduklarıma inanamadım! Ben ona acıyla, dehşetle bakınırken, yaşlı kadının sorusu yeniden çarptı kulaklarıma:
    “De söyle begım, oni nerden taniysen?”
    “Ben... Ben onun çok eski bir arkadaşıyım teyze,” dedim sesim titreyerek:
    “Onun ta 1979’da, dernekten, örgütten arkadaşıyım!” dememle, yaşlı kadın birden atılıp Naile’nin kolunu sımsıkı kavrayarak onu yanına doğru çekti ve hışımla çıkıştı:
    “Zaten telebelerle gezdi bele oldi! Hep sizin yüzünüzden bele oldi, sizin yüzünüzden…Get, bizden uzah get! Lanet gele size, hepinize!”

     Hiçbir şey söyleyemedim. Sonra ağır adımlarla yürüyerek oradan uzaklaştılar…
     Naile’nin ardından darmadağın bakakaldım, donakaldım.İçeride dostlarım, konuklarım bekliyor, birkaç kişi de pencerelere yönelmiş olup biteni izliyorlardı. Ben ise o an yer yarılsa da nasıl içine girsem diye düşünüyordum…

     Birkaç adım atarak işyerimin bitişiğindeki duvara tutundum.İyi olmadığımı anlayan birkaç arkadaşım hemen yanıma gelerek koluma girdiler. Durmadan ne olduğunu soruyorlardı.
     
 “Bir şey yok,” dedim:
     “Siz içeri girin, ben birkaç dakika sonra geleceğim…”     
      Bir şişe su getirtip yüzümü yıkadım.Kendimi toparlamam fazla zaman almadı...

     Yeniden içeri girip oradakilerle sohbete koyuldum. Dışarıda, caddeden taşıtlar hızla akıp geçiyor, işyerimin açılış kokteyline katılan konuklardan kahkahalar yükseliyor ve hayat, mutsuz, mağlup insanları çoğaltarak, geride bıraktığı heba olmuş ömürleri hiç umursamadan acıların, yılların üzerinden akıp gidiyordu.

     Yıllar geçince anladım ki, aşkın kavgasını veremeyenler, hiçbir şeyin kavgasını veremezlerdi; aşkın özgürlüğünü yaşamayan ve yaşatmayanlar ise hiçbir özgürlüğü hak edemezlerdi… 
                                                                   
                                                                      2001,