.

.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

29 Şub 2012

Tılsımlar



Snorri’nin Edda Islandorum’unun ilk edisyonunun bir nüshası. Danimarka baskısı.
Schopenhauer’ın eserlerinin beş cildi. Chapman’ın Odyssey’inin iki cildi.
Çölde savaşılmış bir kılıç.
Büyük dedemin Lima’dan getirdiği yılan ayaklı bir mate fincanı.
Kristal bir prizma.
Aşınmış birkaç dagerotip.
Cecilia Ingenieros’un bana verdiği, babasına ait toprak ve ahşap bir yerküre.
Amerika’nın ovalarında, Colombia’da ve Texas’ta gezinirken kullandığım kıvrık saplı bir baston.
İçlerinde diplomalar bulunan çeşitli maden silindirler.
Bir doktora cübbesi ve kepi.
Saavedra Fajardo’nun, hoş kokulu İspanyol mukavvasıyla ciltlenmiş Las Empresas’ı.
Bir sabahın anısı…
Vergilius’un ve Frost’un dizeleri. .
Macedonio Fernandez’in sesi.
Birkaç kişinin sevgisi ya da sohbeti.

Kesinlikle tılsım bunlar, ama bir şeye yaramıyorlar adlandıramadığım karanlığa karşı, adlandırmak zorunda olmadığım karanlığa karşı.

Ayrıntılar İlahisi



Ben neyi kimden aldım, nerden aldım
her şeyi bir yerden aldım
yorgunum yorganım uzakta dışarda
sabrımı bolca verdiler içerden aldım

sözler gelip geçsin diyedir, öfke sen bekle
örselendim ağrıdın oyuldun, henüz değil ölüm
ten bekle
bağırmalıyım, çığlığım kıştan ilkyaza değmeli
A yasak, hayır korkulu, evetten usandım


Mecnun masaldan atılmış -tele şov-
milyonla kopyeye bölünmüş Leyli
suretler ne gülümseyiş ne sır ne şaka
sandım ki gülümser maskeleri
suretler sandım

durur muydum bu gömütlükte neyim var
tuhaf dedi çılgınca tuhaf
ayrıntılar, paslı sürgüler, yosunlu taşlar
ya altındakiler ardındakiler
Gültene kandım

Salkım Meselesi




"Bir başınaysan, bütün bütüne kendininsin." Leonardo



Elmas bir tasarıdır aslında, tek düşleyelim
kömürü. Tutku da biter çünkü, an gelir gece de büyür
içimizdeki geceden:
 sim korkumuz balkır derin gözümüzden.
 
Yaşam, atlasa ve ipeğe doladığımız kadırgada
sarıp çözdüğümüz Gün makarası
 kalıba döksek ayrışır sise ve saydama,
biri doğrularsa çelişir öteki, sesimizle.

 
Ey kan ve ivme ilişkisi! Düşün ki hem izcidir gölge,
gövdedir hem avcı. Bu açılma yeri, dışavurduğumuz bu
yaramız, ki bir kapansa...
 
de bir tasarıdır aslında - orada takvim çevirir za-
manı insan diline, pafta ayırır işte, ayırsa ayırsa sem ateşi
ender sudan
 ve Alaşım: Yalım dilinin
 şiir diline deydiği
 kılpayında eriyen
has sınır bünyesi!

Çoğaltırken bir-leştirir salkım her gözünü;
Salkım ki gecel bir tasarıdır aslında
Aslından düşleyelim tek taneyi.

Kristin Asbjørnsen - I Wish To Weep




bütün bildiğim şu: kuzgunlar ağzımı öpüyorlar,
damarlar arapsaçına dönmüş burada,
denizse kan denizi.

bütün bildiğim şu: eller uzanıyor,
gözlerim kapalı, kulaklarım kapalı,
çığlığımı geri çeviriyor gökyüzü.

bütün bildiğim şu: burun deliklerimden hayaller damlıyor
bize tur bindiriyor tazılar, deliler gülmekten katılıyor,
tıkırdayarak ayırıyor saat ölenleri.

bütün bildiğim şu: ayaklarım kederdir burada,
zambaklar kadar etmiyor sözcüklerim, pıhtılaşıyor şimdi:
kuzgunlar ağzımı öpüyorlar.


Charles Bukowski

28 Şub 2012

9 Nisan



Can sıkıcı hesaptan kurtulmak için bugün daireye gitmedim. İsa da bir yerde marangozluğu bırakmış. Çalışmak nedir bilmeyen hayvanların bile karınlarını doyurduğunu ileri sürüyor. Hava soğuk: yataktan çıkmıyorum. Defterim kucağımda yazıyorum.

İçinden çıkamadığım bazı konuları düşünmeyi bıraktım: Hastalığım ve Günseli gibi. Dün gece Almanca bir şiirin İngilizce’ye tercümesini okuyordum: bu çevrilmiş şiirler, benim sezgilerimi doğruluyor. Bir de İngilizce’den Türkçe’ye çevrilirse kim bilir nasıl olur? Şiir, Rilke’nin. “Rilke” demekten hoşlanmıyorum; sanki onu çok iyi tanıyormuşum da, ondan böyle konuşuyormuşum gibi geliyor. Rainer Maria Rilke: daha güzel ve insana yerini bildiriyor.

Şimdi, matematik cüretle
hiç duyulmamış köprülerin kemerlerini inşa edeceksin.
Mucize, yalnız tehlikenin
anlatılmaz sürekliliğinde değildir

Ne yazık! Daha önce yazdıklarımı bu şiiri okuduktan sonra uydurduğuma inanacaklar. Sezgilerini nasıl ispatlayabilir insan? Sonradan uydurdun derler. Bu “diyenler” olmasa, belki birşeyler yapabilirdim. Kulaklarımda sürekli uğultu yapan bu sesler, bu “diyenler” beni dermansız bırakıyor.
Sözümü bitirmeme fırsat vermiyorlar.

Alışık güçlerini
İki çelişkinin arasındaki uzaklığı kaplayıncaya kadar uzat,
çünkü Tanrı insana
danışmalıdır.

Asıllarını okumadan sonsuz şiirler yazabilirim sanki başkaları gibi. Büyük aldanış!

Rainer Maria Rilke, hayatının hiçbir döneminde, aydın olmayan ve tanımadığı bir terlikçiyle bütün bir gece içip, dönüşte de tramvayın sahanlığında gedikli bir çavuşla, hem de bütün içtenliğiyle sohbet etmemiştir. Bu olaydan beş yıl sonra da aynı içtenlikle pişman olmamıştır. Kendini mi, terlikçiyi mi aldattığını bilememenin ıstırabını
yaşamamıştır. Çünkü Almanlar, esas itibariyle, Türklerden daha derin
romantizmi olan bir millettir. Bunun tarih boyunca birçok örnekleri görülmüştür. (Görülüyor ki, Almanların tersine, hiçbir düşünceyi ciddiyetle sonuna vardıramıyorum. Bundan da Almanlar utansın insanlık adına.) (Bu düşüncelerimin acıklılık derecesini kimse tayin edemeyecektir. Almanlar bile.)

Yabancı düşmanlığı içimi bir kere kemirmeye başladı mı durduramıyorum. Ben öfkelendikçe sanki onlar gittikçe artan küçümseyici bir ifadeyle bakıyorlar yüzüme. Bazı aptal vatandaşlarımız da onlara katılıyorlar bu küçümseme işinde. Neymiş? Yabancı dil konuşuluyormuş onlarla. Bu onların anadili, anlamıyor musunuz? Bu aptal vatandaşlar pervane olurlar bu ahmak yabancıların çevresinde. Gene de beğendiremezler bizi. Ne güzel fıkralarımız vardır: hep İngiliz, Fransız, Alman kaybeder bu fıkralarda ve hep Türk kazanır. Ah! Ben de ölüp gidiyorum işte ve yerime kimseyi bırakmıyorum. Bütün öfkelerimi toprağa götüreceğim. Yaşarken de anlatamadım kimseye.

Hele bu yabancıların saçma tavırlarımı soğuk bir suratla değerlendirdiklerini sezmiyor muyum, ölmekten beter oluyorum. Neysem, ne olduysam daha iyisini dosyalarından çıkarıp burnuma dayıyorlar sanki. Az gelişmiş öfkeme de burun kıvırıyorlar, dudak büküyorlar. Daha beter olun! Daha beter olun! İnşallah yakında ölüme de çare bulursunuz ve ben de binlerce yıl kulağınızın dibinde sızlanır dururum. Ya beni anlarlarsa sonunda? Daha kötü, daha kötü.

Suratıma, tarihî eser seyreder gibi bakıyorlar. Ülkemize de en bayağılarını gönderiyorlar. İsa-Mesih de söylüyor insanın kendi ülkesinde peygamber olamayacağını. Bunlar da bize geliyorlar. Gelmeyenleri daha da beter. Ah, ben az gelişmiş bir ülkede doğmamış olsaydım, bu yakıcı öfkemle yalnız kendimi yakıp bitirmemiş olsaydım, gösterirdim size! Sizin de sonunuz geldi: İsa-Mesih yakında hepinize gösterecek, İsa-Mesih bize geldi. İnanmayın gene siz. Geldi de adı polis dosyalarına geçti bile.

ADI: İsa SOYADI: Mesih ANASININ ADI: Meryem
BABASININ ADI: Tanrı DOĞUM YERİ: Nazaret DOĞUM
TARİHİ: 1 Ocak 0000 MEDENİ HALİ: Bekâr
TABİYETİ: R.İ. (Roma İmparatorluğu) DİNİ: Hıristiyan
İŞ BU NÜFUS CÜZDANININ KAYITLI OLDUĞU
NÜFUS İDARESİNİN İLİ: İsrail İLÇESİ: Betlehem
MAHALLE veya KÖYÜ: Nazaret HANE NO: 34
CİLT NO: 2
İşbu nüfus cüzdanı, Betlehem Nüfus Dairesi tarafından
DOĞUM suretiyle verilmiştir.
SON YOKLAMA DURUMU: Halen asker kaçağıdır.

Son sayfada bir not: pamuklu karnesi verildi. Ayrıca noterlikten bir sureti çıkarılmış. Pasaportu (imparatorluk tebası olduğu için) beynelmilel.

Nedense, il sınırları dışına çıkmıyor. Yalnız, peygamber olmak için genç yaşta köyünü terkedip gurbete çıkmış. Bu arada marangozluk, havra bekçiliği, tezgâhtarlık gibi çeşitli işlerde çalışmış. Sabıkası yok. Son “DOĞRULUK KÂĞIDI” nda yaşı 33 olarak görülüyor. Mahalle muhtarı, bir kötülüğünün görülmediğini belirtmiş. Havra önünde seyyar sarraflarla arasında küçük bir olay çıkmışsa da taraflar şikâyetçi olmadıklarından mesele adliyeye intikal etmemiş. Belirli bir adresi yok.

Hırsızlar ve fahişelerle birlikte görülmüş. Ailesinden ayrı yaşıyor. Hıristiyanlık propagandası yaptığı ileri sürülerek birkaç kere, sürgün isteğiyle savcılığa verilmiş. Her seferinde de delil kifayetsizliğinden serbest bırakılmış. Sabahçı kahvelerinde müşterilere dinî telkinlerde bulunduğu söyleniyor. Siyasi bir partiye kayıtlı değil. Emniyeti umumiye bakımından burada ikameti mahzurlu görülüyor. Eli sopalı bazı yobazların saldırısına uğramış: saldırganlardan davacı olmadığı için, haklarında kanuni takibat yapılmamış. Konuşmalarında kanunlara saygısızlığı telkin ettiği ve ilahi kanunların üstünlüğünü savunduğu söyleniyor. Bununla birlikte din esaslarına göre bir devlet kurulmasına teşebbüs ettiği sanılmıyor. Bu sebeple hakkında laikliğe aykırı davranmaktan ötürü bir takibat yapılması mümkün görülmüyor. İnsanlar arasında eşitliği savunduğu tespit edilmekle birlikte özel mülkiyet konusuna temas etmediği anlaşılıyor. Zenginlerin cennete girmesinin, devenin iğne deliğinden geçmesinden daha zor olduğu gibi birtakım sözler etmiş ve bazı işadamları tarafından dövdürülmek istenmiş. Fakat halkın tepkisinden çekinmişler. Yahudilerin kralı gibi bir isim takmışlar. Zararsız bir akıl hastası olduğu hakkında yaygın bir söylenti var. Şikâyet olmadığı için bu hususta bir tedbir alınmadı. Kapalı toplantılarda bazı mucizeler gösterdiği haber alınınca, kanuna aykırı bir ayin yapıldığından şüphelenilerek toplantılardan biri basıldı. Yapılan aramada bir mucizeye rastlanmadı. Yalnız birlikte kitap okudukları ve aralarında tartıştıkları görüldü. Odanın kapısına toplanan bazı Musevi vatandaşlar onu, Musa’nın kanunlarına karşı geldiği ve aklımda yanlış kalmamışsa, göze göz, dişe diş gibi bazı emirleri tanımadığı için yuhaladılar. Emniyeti ilgilendiren bir konu olmadığı için, kalabalığın dağıtılmasıyla yetinildi; kitaplar müsadere
edildi. Kaldırımlarda serbestçe satılan kitaplardan olduğu görüldü. Bununla birlikte, ilerde herhangi bir meselede faydalı olur mülahazasıyla, Emniyet kitaplığına kaydedildi. Kitapları istemeye gelen olmadı. Edinilen bilgiye göre, bir çeşit pasif mukavemet usulleriyle çalıştıkları anlaşılıyor. Hatta, İsa-Mesih’in yakın arkadaşlarından biri karakola kadar gelerek, bazı kitaplar daha hediye etti. Cesur olduğu da söyleniyor. Bir fahişenin taşlanması olayı sırasında ortaya çıkarak, şimdi tekrarlayamayacağım bir söz söylemiş ve kalabalık dağılmış. Bir zina olayıydı zannediyorum.
Aralarında vergi vermeye karşı olanların da bulunduğu ihbar edilmişti. Bu sırada, çoğu küçük esnaf olan müritleri - balıkçı, seyyar satıcı, v.b.- maliyeye giderek vergilerini yatırdılar ve dedikodulara son verdiler. Sezar’ın hakkı Sezar’a sözü buradan geliyormuş. Nasıl geliyor ben pek bir şey anlayamadım. İçlerinden Petrus adlı bir balıkçı, Belediye zabıtasına muhalefetten bir gece kadar nezarete alınmış. Aralarında Cudas adlı bir adamımız var. Bize devamlı bilgi veriyor. Arzu edilirse, askerlik şubesine ihbar edilip asker kaçağı olarak yakalatılması mümkündür. Yalnız, zannederim, heyeti sıhhiye raporu varmış. İhraç edilmesi mümkün askerlikten. Çürüğe çıkarılırsa, bu sefer itibarının daha da yükselerek sahte bir kahraman olmasından çekiniyoruz.

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

Usta Beni Öldürsen e!



İpten ipe, halkadan halkaya atarken kendilerini, cambazlar düşer ölür, ara ara...
Usta, bir yerde, yaşamanın yolunu da bulmakta ustalaşmış değil midir?..
Öyle enikonu ölçülüp tartılmadan, taştan taşa vurulmadan edinilen bilgilerle yetinilmemesi gerektiğini öğrenmemişti...

Cambaz dediğin, insanların topluca yaşadıkları yerlerde çalışıp para kazanırdı. İnsanların topluca yaşadığı yerler ise, genellikle öyle söğütlük, otluk su kıyıları olmazdı. Olursa ne iyiydi, ancak böyle yerlerin özlemini içinde taşımak bile suçtu kendini bilen cambaz için, hele kendisi gibi, çoğu vaktini büyük bir şehirde geçiren cambaz için. Cambaz ipini düşünmeliydi; özlemdi, düştü, silmeliydi gönlünden.
Cambazlık, insanın ölmek istemiyorsa bütünüyle kendini ipe, halkaya, ustaya, adıma, ele, göze vermesini gerektiren bir işti.

Bunlar anı değil, ipimizden artakalacak tek im; yaşayışımız, yaşadığımız, yaşantılarımız düpedüz, demişti. Her günle, her gösteriyle sırtımıza biraz daha binen ölümün yükü, bu sandığı artık kaldırıp taşıyamadığımız gün, tamam olacak, bizi çökertecektir, bunu iyi bil; bunlarda sen varsın, ben varım; yaşadığımızı gösterecek, başkasına olsun, bize olsun, gösterecek bir şey var mı elimizde, bu kâğıt yığınından başka?
Gerçi insan, sevdiğinin büyüdüğünü ister de yaşlandığını, ölüme yaklaştığını istemez.
Bütün bir ömür boyunca, taşlarını teker teker taşıyıp çatıp kurduğu bir yapının sonuna gelen bir yapı ustası, ördüğü duvarların bir yerinde bir çatlak, bir eksiklik, bir yanılgı bulunacak, bulunup kendisine gösterilecek olsa, nasıl kızarsa...

Yük olmanın acısı, yapayalnız yaşamaktan kötü mü değil mi, bilemiyorum..

Taşların insan olduğunu unutmuşlardı. Bizden beklenen de bu, insan olduğumuzu unutmak...

Molloy



Bir sefer, sonra sanırım bir kez daha, ondan sonra, sanırım, bu dünyayla işim kalmayacak.

(s. 10)

“Evet, ara sıra yalnız kim olduğumu değil, var olduğumu da, var olmayı da unutuyordum. O zaman beni bunca iyi saklamış bulunan şu kapalı kutu olmaktan çıkıyordum, bir perde iniyordu araya ve ben, örneğin son derece bilge kök ve saplarla, çoktan ölüp gitmiş, az sonra yıkılacak fidan destekleriyle, gece molaları ve güneşin bekleyişleriyle, ve bir de, kışa doğru yaklaştığı ve kış onu değersiz kabuklarından kurtaracağı için herkes tarafından hırpalanan gezegenin gıcırtılarıyla doluyordum. Ya da güvenilmez dinginliğiydim bu kışın, hiçbir şeyi değiştirmeyen karların eriyişiydim, her şeye yeniden başlamanın verdiği tiksintiydim. Ama her zaman başıma gelmiyordu bu, çoğu zaman ne mevsim ne de bahçe tanıyan kutumun içinde kalıyordum. Ve böylesi daha iyiydi. Ama onun içinde de dikkat etmek, kendi kendine sorular sormak, örneğin hala yaşayıp yaşamadığımızı, yaşamıyorsak ömrümüzün ne zaman sona erdiğini, yaşıyorsak daha ne kadar süreceğini, yani hayalin ucunu yitirmemize engel olan herhangi bir şeyi araştırmak gerekiyordu. Ama ben bunları seve seve soruyordum kendi kendime, birbiri ardından sadece seyretmek için. Hayır, seve seve değil, bir nedenle, hala orada bulunduğuma inanmak için. Oysa, hala orda olmak hiçbir şey anlatmıyordu bana. Düşünmek diyordum buna. Adeta hiç durmadan düşünüyordum, durmaya cesaret edemiyordum. Çocuksuluğumu belki de buna borçluyum. Biraz bayat ve kenarlarından yenmiş gibiydi çocuksuluğum, ama ona sahip olmaktan hoşnuttum, evet bir hayli hoşnuttum.”

(s. 65-66)

“Gerçekten de verdiğim kararların şöyle bir özelliği vardı, bu kararları aldığım an gerçekleştirilmelerini engelleyen bir şey ortaya çıkıyordu.”

(s. 43)

“…konuşabildiğim günlerde, çoğu zaman pek az bir şey söylediğimi sandığım anda pek çok şey, pek az şey söylediğimi sandığım anda da pek çok şey söylediğimi görüyordum. Diyeceğim, düşündükçe daha doğrusu giderek, konuşmadaki aşırılığım konuşma kıtlığı, konuşma kıtlığı da aşırılık biçiminde ortaya çıkıyordu.”

(s. 46)

“Yaşamım, yaşamım, kimi zaman bundan sona ermiş bir şey gibi, kimi zaman da hala devam eden bir şaka gibi söz ediyorum ve haksızım, çünkü hem bitti, hem devam ediyor yaşamım, ama bunu fiilin hangi zamanıyla anlatmalı.”

(s. 48)

” Seve seve yapabileceğimiz, sevinerek değil, seve seve yapabileceğimiz, görünürde yapılmaması için hiçbir neden bulunmayan, ama yapmadığımız şeyler! İnsan özgür değil mi acaba?”

(s. 49)

” Ama gerçekleştirecek yerde, hani deyim yerindeyse, oturup seyrediyordum bu isteği, buruşmasını ve sonunda şu ünlü tılsımlı deri gibi, ama ondan daha çabuk, ortadan yok oluşunu seyrediyordum. Çünkü insan istekler karşısında iki türlü tavır takınabilir galiba, etkin tavır ile seyirci tavrı, ve aslında ikisi de aynı sonucu veriyordu, ama ben ikinciyi yeğliyordum bir mizaç meselesi herhalde.”

(s. 70)

“Sabahları saklanmak gerekir. İnsanlar canlı ve her şeye hazır olarak, düzene, güzelliğe ve adalete susamış olarak, sizden de bunları bekleyerek uyanırlar. Evet, saat sekiz ya da dokuzdan öğleye kadar olan süre tehlikeli geçittir. Ama öğleye doğru her şey yatışır, en aç gözlüler bile doymuştur, kabuklarına çekilirler, her şey iyi değildir, ama iyi bir iş yapılmıştır, bazı kaçaklar vardır, ama pek tehlikeli değildir bunlar, herkes kendi dökümünü çıkarır. Öğleden sonra ilk saatlerde tehlike yeniden başlayabilir, yemekten, kutlamalardan, törenlerden, kısa söylevlerden sonra, ama sabahkine oranla bir hiçtir bu, bir spordur başka bir şey değil. Tabi, saat dörde ya da beşe doğru gece ekibi, gece bekçileri dolaşmaya başlar. Ama gün hemen hemen sona ermiştir, gölgeler uzar, duvarlar çoğalır, herkes duvar diplerinden gider, bilgece omuzlarını kısmış, aşırı bir saygı göstermeye hazır, saklayacak hiçbir şeyi kalmamış olarak ne sağa ne sola bakmadan, gizlenerek, ama herkesi sinirlendirecek kadar değil, ortaya çıkmaya, gülümsemeye, dinlemeye, tırmanmaya hazır durumda, vebalı olmadan mide bulandırarak, fareden çok kurbağaya benzeyerek. Sonra asıl gece gelir, o da tehlikelidir, ama kendisini tanıyanlara, orada güneş gören bir çiçek gibi açılmayı bilenlere, gece gündüz kendi kendisinin gecesi olanlara karşı lütufkardır. Hayır o da, gece de pek ahım şahım bir şey değildir, ama gündüze oranla ahım şahımdır, hele sabaha oranla iyice ahım şahımdır.”

(s. 89-90)

“Yok canım sizinkiler gibi değildi bu kavramlar, benimkiler gibiydi, yani habire sarsılan, kan ter içinde durmadan titreyen kavramlardı, bunların içinde tek bir sağduyu ya da soğukkanlılık atomu yoktu.”

(s. 91)

“Çünkü anlıyorsunuz ya, eski acıya bir bakıma, evet, bir bakıma alışmıştım. Ama yeni acı gerçi aynı türden bir acıydı, ama kendimi bu yeni acıya uyduracak zamanım olmamıştı.”

(s. 103)

Senden kaçan kelimeler, seni nerede bekler?



Var olan her hak yabancı haktır, bana “verilen” ve “hisseme düşendir”. Tüm dünya bana hak verseydi, haklı mı olurdum? Devlet ya da toplum tarafından eldeettiğim bir hak yabancı bir hakkın aynısı değil midir? Bir aptalın bana hak vermesi üzerine, kendi hakkıından şüphelenirim; onun hak vermesini beğenmiyorum. Bir bilgenin de bana hak vermesiyle haklı olmam. Benim haklı olup olmadığım aptalın ve bilgenin hak vermesinden tamamen bağımsızdır.

Max Stirner / Benim Yetkim

Bir bakıyorsunuz yüreğinde insanlığın yararına olacak küçücük düşünce doğan biri, hemen kendini kimselerin hissetmediği şeyleri hisseden , genel gelişmenin önünde giden biri gibi görmeye başlıyo; ya da her nasılsa herhangi bir düşünceyi benimsemiş ya da başı sonu olmayan bir kitaptan bir sayfa okumuş biri, bir bakıyorsunuz bunların kendi kafasından doğmuş olduğuna inanıyor. Burada karşımıza çıkan şeyin adı tabiri caizse eğer, saflıktaki küstahlıktır ve gerçekten de insana dudak uçuklatan bir düzeydedir. Saflıktaki küstahlık, ahmağın kendine sonsuz güveni, kendine ve yeteneklerine ilişkin en ufak bir kuşkuya kapılmaması..." (s. 535)

Dostoyevski / Budala

şimdiye dek, şu ya da bu şekilde, intihar denememi öğrenmiş herkesten çok farklı bir tepki gösterdi tony, üzüldü, gerçekten üzüldü. içten, derin bir acıyla, gözleri hafifçe yaşararak ''bunu nasıl yapabildin?'' diye mırıldandı. beni ne yargılamaya ne çözümlemeye kalkışmış, ne de ironik bir üslupla, denememin ne ölçüde gerçekçi olduğunu sorgulamıştı. akılcı, mantıklı yaklaşımlardan, ucuz sevgi sözcükleri kadar iğrenirim; yeryüzü, zekalarından başka bir şeyi olmayan insanlarla yeterince dolu zaten. biz entelektüellerin, hiçbir zaman gösteremeyeceği cesaretle bir intihar girişimiyle yüzleşebiliyordu. psikanaliz, nevroz, varoluşçuluk gibi kavramlarla kafası bulanmamıştı ve aslında son derece basit bir şeyi, bir başkasının korkunç acısını hissedebiliyordu. bir başka insan için üzülebiliyordu. ikiyüzlü, çok bilmişlerin dünyasında eşi bulunmaz bir duyarlılıktı onunki.

aslı erdoğan - kabuk adam

Kalmak istemeyen kelimelerin toplandığı bir yer olabilir mi?
Bir kayıp kelimeler krallığı?
Senden kaçan kelimeler, seni nerede bekler?

Yürüyen Kelimeler / Eduardo Galeano

 aslında bütün hikaye sendikalarla başı derde girmesin diye, o zaman ki abd federal hükümetinin afrika'da bir iç savaş çıkarmış olma ihtimalini de gözler önüne seriyor. kanıtlanırsa, başları elbet belaya girer. ama ne fark eder kapitalizm bu değil mi? o iki hırsız asker çaldıkları parayı, yine amerika'da harcamayacaklar mıydı? yine dönmeyecek miydi o paralar amerika'ya? yapacak tek bir şey yok. mükemmel bir sistem kurmuşlar kuş beyinli amerikalılar. ne olursa olsun tek kazanan onlar. dünyanın en iyi tüccarları. ahlaktan bu kadar uzaklaşabilmiş tek tacirler sürüsü. ahlakla aralarındaki mesafe bir dünya rekoru. iyi hıristiyanlar. amerikan rüyası. üçüncü dünya kabusu! tortuların altındaki dolarlar. pisliklerin altından çıkan amerika.
biraz kazılsa toprak görünür aslında. biraz kaldırılsa dünyanın kabuğu görünür gerçek var olan çıplaklığıyla... görünür o muhteşem yazı. dev harflerle. bütün kıtaları kaplayan ve hepsinin altına kazınmış olan: made in usa..

kinyas ve kayra / Hakan Günday

 çünkü sıkıntı öldürür. ve ama sıkıntı öldürüyor. acı ve öfke değil, ama sıkıntı öldürüyor. çok geçici, anlık, masum, makul olabiliyor sıkıntı, ama öldürüyor. sıkıntı eğlence istiyor, tatil istiyor çünkü. tatil çoğulluğa, çoğulluk gövdelere, yeni kelimelere, yeni yüzlere yol açarak öldürüyor. sıkıntı davet ediyor, açıyor. acı ortak olmayanı defediyor, kapatıyor. sıkıntı çözüyor, öfke bağlıyor. sıkıntı plan program demek çünkü. program yazlıklara savuruyor, sayfiyelere, yumuşak içkilere, pahalı yemeklere yol açarak çözüyor. acı kendi yasasını durmadan fısıldıyor, öfke hatırlatıyor oysa : dağılmayın, unutmayın, yetinin, oturun oturduğunuz yerde. ama sıkıntı savuruyor, parçalıyor, gebertiyor. sıkıntı kutlamalar, şenlikler istiyor çünkü. sıkıntı ille de dans diyor, kahkaha diyor, acının da öfkenin de içini boşaltıyor. acı ve öfke korkuyu yeniyor, sıkıntı okşuyor. sıkıntı arzuyu kaşıyor, acı ve öfke terbiye ediyor. acı değil, öfke değil, sıkıntı öldürüyor..

içimden atamadığım bir yumru, bir ateş, bir lanet vardı sanki. başım çok ağrıyor, kalbim çok ağrıyor, gözlerim çok ağrıyor... bildiğim, öğrendiğim, yaşadığım her şey yavaş yavaş siliniyor aklımdan... geceleri azap gibi... kabuslar yakamı bırakmıyor bir türlü... kötü bir şeyler olacakmış duygusu var içimde, neyin ne olduğunu kavrayamıyorum çok zaman... zaman benim dışımda ilerliyormuş gibi, zaman beni kusacakmış gibi, kelimeler bir araya toplanıp, bir vücut olup beni içinden atacakmış gibi... gölge..."
"çünkü benim aklım yol kuşlarının tüneyip sessiz sedasız terk ettikleri bir harabedir

Tol / Murat Uyurkulak

 yaşamın, sana, bilmediğin, anlamadığın bir dilde; yabancı, tanımadığın bir üslupta, şarkı söyleyen biri gibi gelecek: söylenen şarkı seninle ilgiliymiş, senden söz ediyormuş, sana söyleniyormuş gibi bir duygu duyacaksın hep; ama, hep de , bilmediğin, anlayamadığın bir dilde, sana yabancı, tanımadığın bir üslupta olacak duyduğun...

de ki işte / oruç aruoba

 pazar gecesi çok acayip bir rüya gördüm. rüyalar, alınyazımızın ayrılmaz parçalarıdır: kafam kopmuştu ve kadın-erkek, yaşlı-genç karışık iki takım, kafamla top oynuyorlardı. bense, beni aralarına aldıkları için onlara minnettardım. oyuncuların yüzünü tam seçemiyordum,fakat selçuk lulu'yu netlikle görebildim, çünkü bana kafa atarken göz göze geldik ve ona gülümsedim. topuklu kırmızı ayakkabılar,terlikler,kramponlar,çizmeler,takunyalar,iskarpinler,sandaletler tarafından tekmelendikçe sevinçten havalara uçuyordum.

murat menteş / korkma ben varım

 bana bir çay pişir. bırakalım her şey kendi kendine düzene girsin. bir şey kaybetmek korkusuyla yaşamayalım. ne olacak endişesine kapılmayalım. bırakalım zaman her şeyi halletsin. bu söz bize korkunç gelmesin. aynı ırmağa bir kere daha girelim. acele etme, çay kendi kendine demlenir. sen gideli neler oldu bak diyerek her şeyi bir çırpıda anlatmayalım: bu sağlık bozucu davranıştan kaçınalım. hemen birbirimizi eksiltmeyelim. dur ıslanmışsın, sana kuru bir şeyler vereyim, deme. nasıl olsa kururum. günlük yaşantıların küçük koşuşmaları içinde bunalmayalım, nefes nefese kalmayalım. insan kendini kaybediyor sonra.

oğuz atay / tehlikeli oyunlar

 kendini bir giyotine, darağacına ya da elektrikli sandalyeye taparken görebiliyor musun? insanoğlunun çektiği işkencelerin en kötüsü, çarmıha gerilme. çarmıha gerilen kadın ya da erkeğe can vermeden önce korkunç acı veren bu yöntemden cicero'nun 'iğrenc bir cezalandırma' diye söz ettiğini hatırlıyorum. buna rağmen günümüzde insanlar bunu boyunlarına takıyorlar, yatak odalarının duvarlarına asıyorlar ve bir işkence belgesine baktıklarını unutarak bu sahneyi dinsel bir sembolle özdeşleştiriyorlar.

zahir / paulo coelho


 hayatım bir anlam kazansın istedim, yatakta can vermek istemedim ve bu ateşten gömleği ben gönüllü giydim.
gerçek hayatı kazanmanın, ten sevdasından geçmekle olacağını kimseye anlatamadım.
kutsallarım çiğnenmiş, bencillik almış yürümüş; başkaları için yaşamak unutulmuş ve duyarlılık sinelerden kovulmuş, hal böyleyken ben nasıl çıldırmayayım rosinante?
koş rosinante! fethedilecek daha çok kale var, koş!

cervantes / don kişot

 çünkü büyüdükçe arzularım küçüldü, şaşkınlıklarım küçüldü, beklentilerim küçüldü. büyüdükçe öyle küçüldüm ki içimde taşıyacak bir şey kalmadı. büyümenin bir bedeli varsa işte bu, yarım metre uzadım, yirmi kilo aldım ve dünyadan vazgeçtim.

emrah serbes / erken kaybedenler

 “Gün boyunca hayatta kalmaya, geceleri ise yaşamaya çalışırız”
Kendimizi olduğumuz gibi kabul edinceye dek bizi tutsak edecek kahramanlar. Özgür toplumda kahramanlara yer yoktur. Özgür insanın kahramanları olmaz.

Gündüz Vassaf / Cehenneme Övgü

 Kendime sayısız ilah uydurdum, her tarafta bir sürü sunak diktim ve bir Tanrı kalabalığı önünde diz çöktüm… Şimdi tapmaktan bezdim, payıma düşen sayıklama dozunu har vurup, harman savurdum… Nereden geldiğimi artık söyleyemem… Tapınaklarda inançsızım, sitelerde coşkusuzum, hem cinslerimin yanında meraksızım, yeryüzünde kesinliğim yok… Bana belirgin bir arzu verin ve dünyayı alt üst edeyim… Her sabah bana bir diriliş komedisini ve her akşam mezara giriş komedisini oynatan, ikisi arasında da can sıkıntısı kefeninin azabından başka hiçbir şey yaratmayan o fiiliyat utancından kurtarın beni… İstemeyi düşlüyorum ve her istediğim bana paha biçilmez geliyor… Melankoli tarafından kemirilen bir Vandal gibi, bensiz ben, hedefsiz yol alıyorum bilmem hangi köşeye doğru… Terk edilmiş bir Tanrı, kendisi de tanrıtanımaz olan bir tanrı keşfetmek ve onun son şüphelerinin ve son mucizelerinin gölgesinde uykuya dalmak için…

Cioran

 Konuşmak için psikiyatristlere gidiyorlarmış. Pahalı bir çözüm. İşçiler de sağlık sigortasından yararlanıyor. Kartını uzatıyor, çok canım sıkılıyor; beni biraz dinler misiniz? Dışarda, bekleme odasında, itiraf etmek için bekleyen bekleyene. Mahkeme kapısı gibi. Hapishanelerden bile gelen varmış. Elleri kelepçeli, iki jandarma arasında bekliyor. İçeri girince kelepçeler çözülüyor. Dün akşam gene uyku tutmadı doktor bey. Hücremde dolaştım durdum. Divana uzanın ve çocukluğunuzu anlatmaya devam edin. Nerede kalmıştık? Bizde bu işler ne kadar ucuz. Bilimsel olmadığı için bir sonuca ulaşamıyoruz. Meyhaneler işportacı psikiyatristlerle dolu. Belediye zabıtası bunlara engel olmalı. Ruhsatları yok.

Oğuz Atay / Tutunamayanlar

 İnsanlardan nefret ettiğin anlamına gelmez bu, ne diye onlardan nefret edesin ki? Ne diye kendinden nefret edesin ki? Keşke insan türüne ait olmak, o dayanılmaz ve sağır edici gürültüyü de beraberinde getirmeseydi; keşke hayvanlar âleminden çıkıp aşılan o birkaç gülünç adımın bedeli, sözcüklerin, büyük tasarıların, büyük atılımların o dinmek bilmeyen hazımsızlığı olmasaydı! Karşı karşıya getirilebilen başparmaklara, iki ayak üstünde duruşa, omuzlar üzerinde başın yarım dönüşüne fazla ağır bir bedel bu. Yaşam denen bu kazan, bu fırın, bu ızgara, bu milyarlarca uyarı, kışkırtma, tembih, coşkunluk, bu bitmek bilmeyen baskı ortamı, bu sonsuz üretme, ezme, yutma, engelleri aşma, durmadan ve yeniden baştan yaratma makinesi, senin değersiz varoluşunun her gününü, her saatini yönetmek isteyen bu yumuşak dehşet."

Georges Perec / Uyuyan Adam

 İnsanların yüzlerine baktıkça görüyorum ki ellerine daha cinayet işleme fırsatı geçirmemiş oldukları için pek çok kişi masum zannediyor kendini.Bu küçük talih ve kader meselesi yüzünden insanların çoğunun benden daha ahlaklı ya da iyi olduğuna inanmak zor.Olsa olsa henüz cinayet işlemedikleri için biraz daha aptal suratlı oluyorlar ve bütün aptallar gibi iyi niyetli gözüküyorlar.Gözünde bir zeka ışıltısı, yüzünde ruhundan yansıyan bir gölge gördüğüm herkesin gizli bir katil olduğunu anlamam için o zavallıyı öldürdükten sonra, İstanbul sokaklarında dört gün yürümem yetti.Yalnızca aptallar masumdur.

Orhan Pamuk / Benim Adım Kırmızı

Şimdi uzun boylu, ipince bir İstanbul kızını boş bir odadan, yağan kara bakarak, hatırlıyor; kimseye anlatmayacağım, gizli, egoist bir hayatı yeniden yaşayarak sac sobaya bir-iki odun daha atıyor, kurumuş hatıralar sarnıcına gizli, bilinmez bir membadan akan şarıl şarıl su sesleri duyuyorum. Bu son hatıralarla sonuna kadar idareye çalışıyorum.

Sait Faik /  Sarnıç

27 Şub 2012

"kurtulmak metafizik bir tecavüz yalnızca"



içinde yaşadığımız cehennem, şehirlerimizin cehennemine karşılık geliyor. şehirlermiz zihniyetlerimizin ölçüsü, ölüm istenci yaşama coşkusuna öncülük ediyor ve hangisinin bize esin kaynağı olduğunu ayırt edemiyoruz. tekrarlanıp duran işlere koşturuyor ve doruklara yükselmekle övünüyoruz. ölçüsüzlüğün elinde esiriz ve düşünüp taşınmadan sürekli binalar inşa ediyoruz. dünya bir süre sonra yalnızca bir şantiye olacak. burada, beyaz karıncalar gibi, milyarlarca kör, uğultunun ve leş kokusunun içinde otomatlar gibi didinip duracaktır soluksuz kalana dek. günün birinde deli gibi uyanıp, bıkıp usanmadan birbirlerini boğazlarmaya koyuklacaklar. içine gömüldüğümüz bu evrende delilik, yabancılaşmış insanın, imkanlarının gerisinde kalmış ve eserlerinin kölesi olmuş insanın kendiliğindenliğinin alacağı biçimdir. delilik artık elli katlı konutlarımızın altında kuluçkaya yatıyor. deliliğin kökünü kazıma yönündeki acilliyetimize rağmen, yeni tanrı odur, ona bir tür ibadette bulunsak bile yatıştıramayız onu: ölümümüzdür o, hiç durmadan her şeyi talep eder.

biz ne zaman korkarsak, bütün bu uyuşuk halimize rağmen gazeteciler kalkıp kaygılarımızı dağıtmaya çalışırlar; onların vaatlerinden bir düzenbazlık antolojisi yapabiliriz. günün birinde elimizi attığımız her şey leziz yiyeceklere dönüşecek, günün birinde atıklar okyanusların dibindeki kırık çizgilerine yığıldıktan sonra toprağın derinlerine gömülecekler, günün birinde yaşamak için çalışmak zorunda kalmayacağız ve vaktimizi eğlenerek geçireceğiz, günün birinde gezegenleri birbiri ardına kolonileştireceğiz. ayakta uyutan bu masalları, insan türünün dörtte üçü köpeklerimizden ve kedilerimizden bile daha berbat koşullarda yaşarken yayınlıyorlar; hem de sınırsız bolluk vaat edilen en kötü durumdaki dörtte birlik nüfusun kendi aşağlık durumlarından çıkma umudu yokken ve bu mucizelerin geçerliliğinden kuşku duyacak gerekçesi varken yapıyorlar bunu. çünkü, sonu, yerkürenin yüzeyine dalga dalga ve şimşek hızında yayılması için, mutlak dehşetten hayatta kalanların kadim yoksuluğun sultası altında acılar ve sıkıntılar çekerek sürünmesi için tek bir savaş yeterlidir.

bir tanrı varsa eğer kaos ve ölüm de o'nun sanları arasında yer alacaktır. tanrı yoksa bu da aynı anlama gelir. istediğimiz kadar günlük yakalım, belirsizliğe ve çürmeye mahkumuz, neye taparsak tapalım, kurtuluş yok, iyilerle kötülerin yazgısı aynı, azizleri de canavarları da aynı uçurum kucaklıyor, adil olma ve adaletsizlik fikri, görgü kuralları gereği bağlı kaldığımız bir sayıklamadan başka bir şey olmadı hiç. aslında dinsel ve ahlaki fikirlerin kaynağı insandır. bunu insanın dışında aramak anlamsızlıktır. insan metafizik bir hayvandır.

Kaos'un Kutsal Kitabı / Albert Caraco

Versus Yayınları / Çeviren : Işık Ergüden / Eylül 2007

26 Şub 2012

Gece- Melek ve bizim çocuklar - Gökhan Kırdar

 

Düştük mü yoksa kalktık mı?

8 Nisan



Bu deftere iki sayfadan fazla yazamıyorum: tükeniyorum hemen.


İsa-Mesih yeryüzüne Hazret-i Kuran’dan önce inmiş. Daha önce kurulmuş olan Zen Budizmi’nin ise en derin ilkelere sahip olduğu söyleniyor. Bugünlerde din kitapları okuyorum. Karl Marx, kitap raflarından parmağını sallıyor bana. Kitaplarının arasında uyuşturucu madde kaçıran bir genç yakalandı diyecekler. Sessizce otur ve hiçbir şey yapma, diyor Zen. Hiçbir şey yapmamak kolay; ya sessiz oturmak? Kitab-ı Mukaddes’in Türkçesi çok kötü. İngilizcesi’nden karşılaştırarak okuyorum. Biri oturmuş çok kötü bir dille çevirmiş; bir kelimesi bile değiştirilemez ya: ondan sonra bir daha düzeltilmemiş. Çeviren, sanki İsa’nın Türkiye mümessili. Ahd-i Atik, çocukluğumda duyduğum dinî masalları daha başka türlü yazıyor. Ben KİTAB’ı, daha önce de okumuştum. İsa-Mesih’i her zaman beğenirim: küçük çocukların futbolcuları beğenmesi gibi. Adamımdır. Ortaokulu birlikte okusaydık, bana çok yararı dokunurdu o yıllarda. Çocukluğumda, Ahd-i Atik’ten alınmış efsaneler okurdum. Nuh’un gemisini, günahkâr insanlar, açık hava helası haline getirmişler de bunun üzerine Tanrı, yalnız insan pisliğinin geçirebildiği bir hastalık göndermiş onlara. Onlar da iyileşmek için, gemiyi tertemiz yapmışlar. Nereden uydururuz bunları? Cami avlusundan aldığım dört renkli kapağı olan bir kitapta okumuştum. O zamanlar Sabri’yle camiye giderdik. Sonra, André Gide’i okudum. Yıllarca, onun din hakkındaki sözleriyle herkesin kafasını şişirdim. Ellerim dua etmek için göğsüme kapanmış da onun için dallara uzanıp meyveleri yiyemiyormuşum. Ya da buna benzer bir söz. Bu söz çok yayıldı sayemde. Hoşuma giden bir kız vardı: Allah’a inancıyla gösteriş yapıp duruyordu. Esat, bir yolunu bulup bu sözü söylemiş kıza. Kız da bu sözün çok etkisinde kalmış, neredeyse inançlarını yitiriyormuş. Benim sözümle kıza caka sattığı için içerlemiştim Esat’a. Bu sözü ben de söyleyebilirdim. Kendime de kızmıştım. Başkalarının kitaptan okudukları sözlere kulak misafiri olmakla bile işlerini yürütmesini biliyor insanlar. Geçen gün de birine, İsa’dan söz açacak oldum; ben daha söze başlamadan, bizde İncil’in yanlış anlaşıldığını, aslında sanıldığından derin bir eser olduğunu söyledi. Keyfim kaçtı, sözü uzatmadım. Oysa, ne kadar bayılırım İsa-Mesih sözü açılınca sözü uzatmaya.

Bu ufak tefek ve can sıkıcı meslektaş, her sabah uyanınca yatakta karısıyla bir saat İncil okuyormuş. Ne diyeyim? Daha beter olsun. Ben geceleri yatarken okuyorum. Doğrusu da bu.

İsa-Mesih’in özelliklerini bilmek için neler vermezdim. Onun yanına da yaklaşmak, devlet büyüklerinin yanına girmek kadar zor muydu acaba? Havariler, özel muhafızlık yapıyorlar mıydı ona? Bu “güvenlik tedbirleri”ni de oldum olası anlamamışımdır. Aslında haklılar elbette; fakat gönlüme göre değil. Sonunda İsa’yı çarmıha gerdiler bu tedbirlerin yetersizliğinden. Devlet büyüklerine de suikastlar yapılıyor. Gene de gönlüme göre değil bu güvenlik meselesi. Başka bir yol bulunmalı. İsa-Mesih’in özel yaşantısı için hikâyeler uydurmak istiyorum. Onu soyut düşünmek işime gelmiyor. Oysa matematikçi, soyutlama gücü olan kimsedir deniyor. Sembollerle, ideal kavramlarla düşünürmüş. Sayılara, cisimlere ihtiyaç yokmuş. Euler’in Diderot’la alay etmek için söylediği söze benzetmek gerekirse: iki noktadan ancak bir doğru geçer; o halde İsa-Mesih yaşamıştır. Ya da daha gerçekçi bir açıklamayla: bir daireye eşdeğerli bir kare çizilemeyeceğine göre, İsa-Mesih problemi çözülemez. Ben, İsa-Mesih kavramını bir aksiyom olarak kabul ediyorum. Matematikte de aksiyomlardan yola çıkılmazsa bir yere varılamaz. Benim bu varlığa inancım dua eden bir çocuğun saflığına eşdeğerlidir. Mühendis olduğu halde, matematikten ve matematik düşünceden hoşlanmayan Dostoyevski’yse, benim inancım dua eden saf bir çocuğun inancına benzemez, diyor. O kadarcık da geri kalalım üstattan. Onun vardığı inanç, şiddetli denemelerden geçmiş. Belki ben de saflık taklidi yapıyorum kim bilir? Salinger diye bir yazar var; Zen ticareti yapıyor Amerika’da (geçimi bu yüzden). Salinger’e göre de İsa-Mesih, televizyon programını ön sıradan seyreden o şişman kadın işte. Özenti.

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

Ağır Roman



Kolera'da olup biten her şeye kansan zengin ve softa takımı, hiç aksatmadan tertemiz giyinip kiliselerinde Rumlara bir pislik yapmadan rahat edemiyorlardı. Bu defa, çocukların ellerindeki okların ucuna teneke sarıp okların ucunu sivri ve saplanır vaziyete getirerek, ahenkli adımlarla kiliseye gitmekte olan Rumların üzerine saldırttılar. Çocuklar, savaş baltalarının topraktan çıktığına inanıp 'Hoka hey' ve 'Allah Allah' naraları atarak kiliseye girmekte olan Rumlara oklarını çekip çekip bıraktılar. Oklar, Süryani kadınlarının cazur cuzur kızarttıkları iğrenç kuyrukyağı kokusunu delip kilisenin nakış gibi işlenmiş kapısından gerisingeriye döndü. Kolere'ya yayılan bayıltıcı kuyrukyağı kokusu Gıli Gıli'nin midesinde fırtına gibi esip gözlerini kararttı. Nefes almakta güçlük çeken Salih, dükkâna sürünerek girip havlu dolabının arkalarında sota bir yere sakladığı ojeyi çıkarıp defalarca koklayarak kendine gelmeye çalıştı.

Kiliseye saldıran kurnaz çocuklardan birkaçı alçak duvarların üzerinden tekrar oklarını çektiler. Oklardan biri hedef gibi hareketsiz bekleyen kilisenin görevlisi Panayot'un ayakkabısının topuğuna saplandı. Panayot, kilisenin bahçesinde duran çalı süpürgesini kapıp sakat ayağını zorlayarak, seke seke çocukları mahallenin içine kadar kovaladı. Çocuklar Panayot'un üzerlerine gelişinden tırsıp ellerindeki baltaları, okları Panayot'a gelişigüzel atmaya başladılar. Atılan oklardan biri kahveci Orso'nun oğlu Şenol'un gözüne saplandı. Şenol çığlıklar atarak Kolera Sokağı'nı inletirken, softa takımı, çocuğun gözünde saplı duran oka hiç el sürmedikleri gibi onu alıp hastaneye götürmeyi akıllarının ucuna bile getirmediler. Gıli Gıli Salih, inlemeler arasından Panayot'tan tarafa sert bir bakış fırlattı. Salih yürümekte yeni yeni ustalaştığı bebeklik günlerinde kilisenin çan kulesine tırmanmış, çıplak ayaklarını kuleden aşağıya sarkıtıp boşluğu seyre dalmıştı. Panayot onu kuleden indirip babasının ateş kusan ellerine atmıştı. Sandalyeden fırlayan Salih, Şenol'un gözüne saplanan oku direk bir el hareketiyle korkusuzca çekip çıkardı. Dükkâna koşup pamuk ve kolonya getirdi, Şenol'un gözünden akan kanı dindirmeye çalıştı. Şenol, acılar içinde kıvranırken Gıli Gıli'nin bu hareketini beyninin unutulmaz dostluklar bölümüne yazmayı ihmal etmedi. Orso, olayı duyar duymaz seyyar ciğerci Tıbı'nın atıyla dörtnala oğlunun yanına uçtu. Yerde ayılıp ayılıp bayılan Şenol'u Gaftici Fethi'nin yardımıyla atın arkasına koyup doludizgin hastaneye gazladı.

Kolera'da oturanlar akşamın olduğunu yoğurtçunun çan seslerinden anladılar. Ansızın şak diye yanan sokak lambaları, ezelden tersoların suratlarındaki hüznü silmek, lavukları mutlu etmek için rüzgârın yardımıyla yine titrek ışık oyunları yaptı.

Gecenin öncülüğünü, sonuna kadar açtığı hoparlörlerden mahallenin dört tarafına yayın yapan Gaftici Fethi kaptı. Elindeki yarım duble rakıyı erkekten dönme manitasının şerefine kaldırıp şova başladı. "Lombaklar, zevk soframa gelin, bana doğru uzayın! Bir kere kuyruklu yıldızı kesin olarak bilmeniz lazım. Çünkü onun içinde insanlar olduğuna eminim. Erkek değilse bile kadınlar olduğuna eminim. İnanın ki o yıldız geçerken bütün erkeklik damarım kabarıyor, acayip hisler duyuyorum. Sanki bir cıvırla yatıyormuş gibi oluyorum. İnanın o bir yıldız değil. Daha doğrusu uzay gemisinden başka bir şey değil. Diğer galaksilerde yaşayan kadınlar, kocalarının uzay gemilerini kapıp öylece dolaşıyorlar. Hatta bir akşam, ay senin dünya benim hesabı gezen o karılardan birine rastladım, ama boyu bizden kısaydı. Ancak çok güzeldi. Bir gözünün içinden nehirler, şelaleler akarken, öbür gözünde açelyalar açıldı. Anında özel bir formül yaratıp çok kolay yedim onu. Uzaydaki manitaların bile problemleri aynı."

Devetüyü paltolarını sırtlarına atmış, siyah kedigözlükleri, dibi zıvanalı purolarıyla son model arabalarından inen kumarbazlar Orso'nun mekânına dalınca, bitirimlerin coşkuyla başlayan sıcak yaz gecesi titredi. Kumarbazlar, bellerindeki agiri sadece oyun kuracaklan rakiplerine her zamanki palto açıp kapama hareketiyle gösterdikten sonra, Kolera'dan uzun gölgeleriyle geçerek kahvenin sota katına çıkıp yılanlar gibi kumara daldılar.

Gıli Gıli Salih, annesinin yolup pişirdiği güvercini mideye indirdikten sonra, uyumak için evin teras katına yumuşak adımlarla çıktı. Reco, evde sadece babasının oturduğu antika koltuğa yayılmış, elindeki çizgi romanın en heyecanlı karelerini, roman kahramanıyla aynı tehlikeleri, zevkleri paylaşarak okuyordu. Berber Ali'nin ışık hızıyla Reco'-nun gözüne yansıttığı ateşli bakışları, Reco'yu onluk çivi gibi koltuğa çaktı. "Ulan geri zekâlı! Biraz kardeşine çeksen olmaz mı? Elinde bir kitap, it gibi okuyorsun vıttırı zıttırı şeyleri. Bir gün de okul kitaplarına böyle çalışsan, her seneki gibi beş zayıfla, sulu gözlerle gelmezsin. Kalk! Gözüm görmesin salak oğlu salak..." Reco, babasının aslan kükremesi sesinden korkup öksüz çocuk misali koltuktan kalktı. Dağılmış duygularını odada bırakıp kadife gözyaşlarıyla tek dostu yatağına kuzu gibi serildi. Gıli Gıli Salih, odasında sıcaktan uyuyamadı. Yarım uykulu gözlerle odadaki halıyı balkona serip sırtüstü yattı. Yattığı yerden yıldızlarla, ayla oyunlar oynayıp dalmaya çalıştı. Tüm bunlara rağmen uykusu gelmeyince gecenin bir yarısı kalkıp balkonda bir hayal gibi dolaşmaya başladı. Uzay boşluğunu acemi bir kameraman gibi tarayan gözleri, beynindeki yönetmenin emriyle Kolera'nın taş binalarına doğru isteksiz isteksiz süzüldü. Balkonun karşısındaki evlerin içindeki manzarayı görünce afallayıp odaların içine zum yaptı. Şakır şukur sevişen insanları tül perdelerin gerisinden zevkle seyre daldı. Gözleri zaman zaman alemci bir lombağın gözleri gibi dışarı fırladı. Kulağına gelen siren sesleriyle bakışlarının istikametini sokağın altlarına doğru yöneltti. Aşağıda on, on beş çıplak kadının panter gibi koştuğunu, arkalarından gelen zarbo arabasının siren çalarak kadınları son gaz kovaladığını, tek şahit olarak gördü. Geceye yayılan yanık insan kokusundan mahmurlaşan Gıli Gıli, duygularını yumuşatmak için balkondaki kırık kiremitlerin arasına sakladığı ojesini çıkarıp defalarca soludu. Oje kokusu ruhuna yayıldıkça gövdesi hafifledi. Halının üzerine tüy gibi düştüğünde, hayat kadınlarının çığlıkları ve zarboların cop sesleri, hızlı şoförlerin acı patinaj seslerine karıştı.

Lağım suları ve fare sürüleri uyuduğunda, Kolera Sokağı'nın gece gündüz yaşayan herifleri, barakaların arasından uzayıp pavyonlara, düğün salonlarına doğru vurdular. Aletlerini dokuzsekiz ritminde tırmalaya tırmalaya geçtikleri kuytularda, Malbuşçu ve cıgaracı kadınlar, iskambil kâğıdı gibi kırıtarak oynuyorlardı.

Kara şoparlar, hayatın maske takmış yüzünü her gece düşürmeye, gerçek yüzünü çıkarmaya sanki doğuştan kararlıydılar. Gıli Gıli Salih, rüyasında Şenol'un gözüne saplanan okla boğuşurken, kara şoparlar, tenlerinin karalığını gecenin karanlığına yedirerek taş sokaklara sis gibi girdiler. Kucaklarındaki kedileri okşaya okşaya balkonlu ve teraslı evlere doğru yürüdüler. Esrar ve ekmek paralarım zavalh tekirlerin sırtından kazanıyorlardı. Şoparlar Berber Ali'nin evinin önünde duruzladılar. Berber Ali'nin karısı İmine'nin camdan sarkıttığı halı, sokak lambasının ışığında parlamaktaydı. Kediler, kendilerini birden iki buçuk metre yukarda buldular. Tırnaklarını can havliyle halıya takıp halıyla beraber tıslayarak aşağı uçtular. Şoparlar papiklendikleri vakit, işe çıkardıkları kedileri, en uzak yıldızlara kadar fırlatabiliyorlardı. Kedilerin çığlık çığlığa miyavlaması ve halının saklayarak yerde patlaması, bir kenar mahalle uykucusu olan Ali'yi anında yatağından zıplattı. Cama çıkıp aşağıdan gelen gürültünün ne olduğuna baktığında, halıyı kucaklayıp götürmeye çalışan şoparları gördü. "Ulan pezevenkler! Bırakın o halıyı olduğu yere, defolun gidin. Aşağı inersem kulaklarınızı uçururum. Ben hayatımı usturanın ucuyla kazanıyorum!" diye gürledi. Ali'nin bağırması Kolera'da uyuyan kim varsa, hepsinin kalkıp lambaları yakmasına ve olayı seyretmesine yaradı. Mahallede oturanlar için bu gibi vukuatlar gece yarısı eğlencesinden başka bir şey değildi. Şoparlar Ali'nin bağırmasını kulak arkası edip halıyla beraber taş sokaklardan barakalarına doğru kaçtılar. Ali karısının köyden uğur olarak getirdiği büyük halı makasını kapıp şoparların peşinden yıldırım gibi sokağa fırladı. Ağzından alevler çıkararak Kolera'yı kıvılcıma boğdu. Berber Ali'nin belasından ürken hırsızlar, Adam Mickiewicz'in müzesinin civarında sota bir vaziyette dondular. Ali, şoparların önüne kurt gibi dikilince, içlerinden biri bıçağını çekip sokak lambasının ışığında parlattı. Ancak Ali, bu ucuz sokak numarasını yemeyip elindeki makası kurnaz bir bilek hareketiyle şopara sapladı. Makası yiyen şopar olduğu yere asker bavulu gibi devrildi. Ağzından köpükler saçarak öteki şoparın tepesine inen Berber Ali, aslan pençesi olmuş elini adamın yüzüne atıp yanağından bir parça kopardı. Arka arkaya gelen meşhur tokatlarıyla sopan saniyede bayılttı. İkisini de götürüp kanunun birinci basamağına teslim etti. Eve dönerken Cavit Baba'nın meyhanesine uğrayan Berber Ali, sinirlerini yatıştırmak için dört kadeh rakıyı arka arkaya götürdü. Cavit Baba'nın ısmarladığı son dubleyi de aheste aheste içerek seyyar ciğerci Tıbı'nın yanına çıktı. Küçük bir rüzgâr hareketiyle Tıbı'nın atı Şermin'den yayılan parfüm kokusu beyin damarlarına işleyince, Tıbı'nın hayat hikâyesi, rakının hiç küçümsenmeyecek etkisiyle, gözkapaklarının içinde süper projeksiyon filmlere dönüşerek oynamaya başladı.

Tıbı, dünyanın en masum ve en temiz adamıydı. Kansından başka hiçbir yaratığa alıcı gözüyle bakmaz, sadece ve sadece karısı için yaşar, ona tapardı. Tıbı, bir sonbahar günü, Orso'nun kahvesinde köşeye çekilmiş günün yorgunluğunu üzerinden atmaya çalışırken, tamirci çıraklarından birinin gelip "Tıbı abi evin yanıyor!" demesiyle, kahveden uçmuştu. Üçüncü katından dumanlar çıkan binanın önüne birikenler Tıbı'yı engellemeye çalışmış ancak havalarını almışlardı. Tıbı, yanan bez parçalarının göz yaşartan dumanına, camlardan dışan fırlayan alevlere rağmen karısını kucaklayıp dışan çıkarmaya karar vermişti. Var gücüyle kapıya tekmeyi giydirdiğinde, odanın içindeki dumanlar harr diye alev almış, Tıbı'nın bütün bedenine soğuk bir şakayla hoş geldin demişlerdi. Suratına vuran, elbiselerini saran ateşten korkup soluğu binanın dışında aldığında, mahalle halkı Tıbı'nın üzerine su döküp söndürmüştü. Suyu yiyen Tıbı sersemlemiş, sudan çıkmış balığa dönmüştü. Sırtını duvara vermiş, şaşkın bir surat ifadesiyle kansını sayıklamaya başlamıştı. "Yavrum o, kuzum o, sevgilim o, manitam o, her şeyim o," diye diye duvarın dibine çökmüştü. İtfaiye arabalarının kırmızı ışıklan Kolera'ya yaklaşırken, yanık insan kokusu bütün mahalleye yayılmıştı. Büyük bir başarısızlıkla yangın söndürüldükten sonra, Tıbı'-nın yatak odasında, vücuduna yapışmış naylon gecelikle yatan karısının ve çıplak bir adamın kararmış cesetleri bulunmuştu. Bu haber bayılmak üzere olan Tıbı'nın kulağına geldiğinde, Tıbı ancak hakiki delikanlıların edebileceği bir yemini bağırarak tüm mahalleye duyurmuştu. O günden sonra hiçbir kadına bakmayıp bütün kadınlardan nefret etmeye başlamıştı. Tıbı bundan sonraki hayatını erkeklerle konuşarak, dudaklarını boyayıp, gözüne sürme çektiği atı Şermin'le sevişerek yaşamaya karar vermişti.

Berber Ali, Tıbı'nın geçmişine ait filmi kafasında oynatırken Şermin'in kişnemesiyle kendine geldi. Tıbı ile makaradan, tıraştan, kofti muhabbet yapıp, yolda yürürken sekiz çizmemeye dikkat ederek evine doğru uzaklaştı. Ali eve yaklaştığında "Tikanis Kalayse," diyen bir ses duydu. Kafasını kaldırıp sesin sahibinin Madam Eleni olduğunu görünce, "Kalaime Eleni, Kalaime," deyip iyi olduğunu iki kelimede anlattı.

Ali'nin karısı İmine, çizgi roman için kavga eden Salih'le Reco'yu ayırmaya çalışırken, Berber Ali her zamanki numarasıyla eve sessizce damladı. Birbirleriyle kapışan çocukların birini bir duvara birini de köşeye atıp "Gâvur çocuğu gibi gece yansı kitap okuyacağınıza besmele çekin de yatın imansızın çocukları!" diye haykırmaya başladı. Çocuklar babalarının sesinden tırsıp yorganlan kafalarına çektiler.

Yeniden uykuya dalındığında, kara şoparlar karakolun arka kapısından güle oynaya çıkıp nöbetçi eczaneyi soymaya gittiler.

Gece, denizden gelen uğultular, at kişnemeleri, kriz geçirip kendini jiletleyen morfinmanların çığlıkları sabaha ilerledi.

Güneş bir ufuktan uykulu yüzünü çatılara sürerken, pavyonlarda yorulan konsomatris kadınlar, birer ikişer Kolera'ya döküldü. Tersanenin gıcırtıyla açılan dev kapısı, metal sokaklardan yola çıkan işçileri timsah gibi kaptı. Metal sokakların çelimsiz, kara kuru çocukları, çalıştıklan atölyelerin kepenklerini sözbirliği etmişçesine öfkeyle kaldırdılar. Kepenklerin kulak çınlatan sesi, beş dakika on dakika hesabıyla sabah uykusunun tadım çıkaran imparatorların keyfini böldü.

Hamit Usta'nın çırağı Tilki Orhan, her tarafından sıvalan dökülen, tozlar uçuşan tamirhaneyi süpürüp eline aldığı pis bir üstüpü parçasıyla son model arabanın üstündeki bir kanş tozu silmeye başladı. Sildikçe üstüpünün içine karışmış metal parçaları ve topraklar Orhan'ın temizlemeye çalıştığı arabayı çizdi. Ancak Orhan bu olayı ne gördü ne de hissetti. İşi bitince, Puma Zehra'nın kapısına çöküp atölyedeki su bidonundan çıkardığı çamurluk çekicini toprağa sürerek parlatmaya, kahvecinin getirdiği demli çayı da hapçılar gibi uzun dudak darbeleriyle mideye göndermeye başladı. Demircilerin, hurdacıların, imparatorların düzenli çekiç darbeleri Kolera Sokağı'na kaliteli bir darbuka sesi gibi dağıldı. Marangozların pulanya ve şerit makinesinden gelen uğultular, tornacıların ağır devirde çalışan çelik kesme tezgâhlarının yanına yaklaşıp gecelerin alemci kemancısı Paganini Fikret'in keman sesi gibi sokak sakinlerinin kulağını hafifçe okşadı. Sesleri duyan şoparlar, toz rengi yataklarından kalkıp sabah sabah metalik roman havası oynadılar.

Kara çantalı, hükümet suratlı adamların Kolera'da dolaştığını haber alan atölye sahipleri, sigortasız çalıştırdıkları çırakların, kalfaların ceplerine harçlık koyup işyerlerinden uzaklaşmalarını emrettiler. Tilki Orhan, iş arkadaşlarıyla beraber yağlı elbiselerle, nasırlı ellerle, kulaktan dolma hayat bilgisiyle şehrin göbeğindeki sinemalara doğru ilerledi. O esnada Reco babasının dükkândan dışarıya çıkmasından yararlanıp çizgi film seyretmek için kasadan bir teklik kaptı. Miki Maus'un sevimli kahkahasına doğru koşarak uzaklaştı. Her sabah sinemaların üşüten koltuklarına gömülüp Maus'u görebilmek için çok sevdiği Olimpos gazozunu defalarca feda etmişti. Berber dükkânının karşısında oturan otuz beşlik dul madam, Reco'nun kasadan para alışını, Berber Ali'ye cilveli cilveli anlattı. Madam Eleni'nin işi gücü evinin hela camından Ali'nin yakışıklılığını, dükkânın içinde kımıldanışım kesmekti. Eleni'nin boynu hela camından baka baka devekuşu gibi uzamıştı. Kara çantalı adamlar, teftiş yapıp atölye sahiplerine 'Atölye temizdir, çalışabilir,' raporlarını imzalattılar. İşyeri sahipleri, kara çantalı adamlar gittikten sonra çamurlu sokaklardan geçip çırakların, kalfaların peşine düştüler.

Kolera'nın namı diğer kabadayısı Arap Sado, Berber Ali'nin dükkânında enseyi hafif düzelttirip, sinekkaydı tıraş olduktan sonra, boy aynasında kendini tepeden tırnağa inceledi. Gıli Gıli Salih, Arap Sado'nun sırtındaki kılları, kırmızı renkli, gürgen ağacından yapılma elbise fırçasıyla bir güzel temizledi. Arap Sado, Berber Ali'ye tıraş parasının iki mislini bırakıp Gıli Gıli'ye döndü. Ceketinin zulasından çıkardığı muhteşem çakısının düğmesine basıp Salih'in gözünün önünde 'ştak' diye açtı. Gıli Gıli her zamanki gülümseyişle Sado'ya bakıp "Ört, cebine koy," dedi. Beklediği cevabı alan Arap Sado, köpekler gibi gülüp Gıli'ye havada iki perende attırdı. Yanaklarından öptükten sonra kafasını sol omzunun üzerine hafiften yıkarak, sustalı bıçak gibi açılan bacaklarıyla takıldığı mekâna doğru heybetli bir vaziyette yürüdü. Arap Sado her ne kadar yalnızlık çekmese de, yine de tek başınaydı. Boşa bilet kesen haraççı, yeniyetme heybeciler, kabadayılığın şerefini beş paralık ederken, sadece o, Kolera'da geçmiş yılların en güzel güneşleri gibi parlamaktaydı. Horoz Mustafa, Jilet Niyazi, Kör Beko ve Sepetçi Şair'den bugüne kalan canlı bir hayaldi. Lakabı, onu kara bir büyüye benzeten, doğuştan yetenekli, haysiyetli bir kabadayı olarak kalbinde beslediği Jilet Niyazi'den hatıraydı. Yolda yürümesinden, yapacağı icraatın seçimine kadar harbici olmayı, zenginden alıp fakire vermeyi, hapistekine, hastanedekine, düşmüşe, dula, yetime yardım etmeyi Jilet Baba'-dan öğrenmişti.

Hükümette kalemleri kırılmış, defterleri durulup bir rafa konmuş olan bu insanlar, Kolera'nın soluk kesen muhabbetlerinin ölmeyen devleriydiler.

Ayaklı gazete Puma Zehra, erkekler dünyasına doğru mobiletiyle açılıp Kolera'da alnının teriyle çalisan, haram paraya sırt çevirmiş esnaflara, Orso'nun oğlu Şenol'a koyun gözü takılacağı haberim, ince detaylarla, üzgün surat ifadesiyle kırıtarak anlattı. Gaftici Fethi, ayı oynatıcısının tefini kapıp Orso'nun oğlu için tüm mahalleden yardım toplamaya çıktı. Esnaflar gönüllerinden ne koparsa, caz etmeden tefin içine attılar. Fethi, yardım almak için softaların yanına yaklaştı. Kafa kafaya verip "Nasıl etsek de caminin minaresindeki altın kaplama yıldızı bir sahtesiyle değiştirsek," diye plan programa dalmış olan softalar, "Defol pis hırsız!" diyerek Gaftici'yi aşağıladılar. Softalara kızan Fethi, gömleğinden üç düğme çözüp elindeki para dolu tefle Orso'nun mekânına doğru kaldırım taşlarını çatlatırcasına zangır zangır yürüdü.

Şenol'un koyun gözü takılmış yüzünü, bundan sonra her şeyi nasıl göreceğini hayal etmeye çalışan Gıli Gıli, dehşete düşüp bir koşuda Tilki Orhan'ın yanına uzadı. Birlikte deniz kenanndaki -yazın bile çamurları kurumayan- parka zıpladılar. Tilki Orhan, cebinden çıkardığı karpit parçasını toprağa gömüp üzerini çamurla kapattı. Salih, parkta bulduğu boş boya kutusunu Orhan'ın kurduğu tuzağın üzerine koydu. Gazete kâğıdından yaptığı fitili de çamura sokup Tilki'nin yanma kaçtı. İki arkadaş Şenol'un şerefine fitili ateşlediler. Aheste yanan fitil çamura yaklaşınca, toprağın içinde sıkışan karpit dumanı büyük bir gümlemeyle patladı. Boş boya kutusu bulutlara doğru yükselirken, Salih ve Orhan "Keşke Şenol da bu manzarayı görseydi," diye, göz ucuyla kısacık bakıştılar.

Deniz koyu lacivert olup bulutlar grileştiğinde, tersanenin paydos zilini duyan işçiler, üzgün ve çökük suratlarla metal sokaklardaki evlerine doğru kendilerini bıraktılar. Freni patlayan kamyonun elektrik dağıtan trafoya çarpmasıyla Kolera kömür rengini aldı. Metal sokaklarda çalışan tamirci çırakları, ustalarının emriyle ellerindeki şalamaları yakıp geceyi gündüze çevirdiler. İmparatorlar şalamalardan gelen ışığın altında, yarım işlerim bitirmek için takır takır çalıştılar. Köylü kadınların "Yangın çıngıdan çıkar, söndürün onları!" diye bağırmaları Şenol'un gözü için üzülen mahalle sakinlerini, bitirimleri, covinoları neşeye boğdu. Kolera'nın kurnaz sokak delikanlıları, kız sevgililerini, erkekten dönme manitalarını kollarına takıp salama ışıklarının yansımadığı ara sokaklarda onlarla öpüşüp tırmalaştılar. Şalamaların ağzından çıkan okyanus mavisi, kanarya şansı, bayrak kırmızısı renkler Cura Baba'nın türbesine yayılırken, Gaftici Fethi, kurnazlıklarını daha önceden bildiği narin elli, uzun parmaklı çocukları, hırsızlıklara has sadakat yemini ettirmek, gafticiliğin sırlarını yaralı kurtlara öğretmek amacıyla Cura Baba'nın türbesinin önünde sıraya dizdi. "Ses kes! Hareket öğren! Beni dikkatle dinleyip söylediklerimi aynen uygularsanız zarbolarla hiçbir zaman başınız belaya girmez. Gaftiye çıkarken kendinizi çakı gibi hissetmeniz lazım. Ayağınızda spor ayakkabılar olsun ki ters bir durum karşısında anında olay yerinden kirişi kirasınız. Sabah ezanının okunduğu anlar gaftiye çıkmak için en iyi zamandır. Bütün holtalar sabah uykusunun en tatlı yerindeyken, siz ezan sesinin gürültüsünden yararlanıp işinizi çıtır çıtır bitirirsiniz. Aynı zamanda vukuat gündüze dahil olduğu için yakalansanız bile cezanız yan yarıya hafifler. Parmaklarınızı her sabah bu türbenin köşesinden alacağınız ince kuma yarım saat sokup çıkann. Göreceksiniz ki parmaklarınız eskisinden daha narin, çevik ve iş bitirici olacaktır."

Gaftici Fethi, mesleğe yeni girecek yaralı kurtlara, yemin töreninden önce adaba uygun olarak mumlan yaktırdı. "Biladerlerim, kardeşlerim, kankalar! Kolera'dan uluslararası hırsızlık madalyası kazanmış bir düzine hünerli gaftici çıktı. Bu şahsiyetlerin 'Saat kaç kardeş?' dedikleri insanlar, ömür boyu saatsiz dolaştılar. Aralarında öyle evciler vardı ki, yüzlerine kömür karası sürüp kan koca arasında gezinir, kendilerini göstermezlerdi."

Yaralı kurtlar, sabah ezanında işe çıkacaklarına, işe çıkarken damarları açılsın diye sentetik tiner koklayacaklarına, parmaklarını her sabah ince kumda çalıştıracaklarına, -bu yemin pek geçerli olmasa damahalle halkına dokunmayacaklarına, bir kedi gibi sessiz yürüyeceklerine, hayati tehlike olmadıkça kan dökmeyeceklerine, hep beraber bağırarak söz verdiler. Tören merasimine geç uyanan seyirci kalabalığı, sadakat yeminine geçildiğinde, Cura Baba'nın etrafında yarım ay şeklinde toplandı. Koleralılar, arkadaşlarını zarbolara ihbar eden gafticilerin, büyük bir voli vurduktan sonra köşesine çekilip huzurlu hayat yaşamak isteyen uyanıkların, Azrail'in asasını kafalarına yediğini bildiklerinden, töreni nefeslerini tutarak izliyorlardı. Gaftici Fethi'nin "Damperli araba çarpsın mı, zarbolar çarmıha gersin mi, kafanıza kayalar yağsın mı?" diye yankılanan sert nağmelerinin ardından, yaralı kurtlar "Çarpsın, yağsın!" diyerek bağırmaya başladılar. Bir yandan kalabalığı kesen Fethi, bir yandan da çocukların yemin ederken ayaklarını kaldınp kaldırmadıklarını dikiz etti. Töreni dağıtmadan yaralı kurtlan manita okşar gibi kutlayıp, kulaklarına, yeminlerini tutmazlarsa Cura Baba tarafından cezalandırılacaklarını fısıldadı.

Gece, sarhoş olup sokaklarda neşeli şarkılar söyleyen lombakların coşkulu sesiyle, taş binaların altında kahve höpürdeten covinoların çikolata fabrikasından gelen kokuyu muhabbetlerine sindirmeleriyle sabaha doğru yürüdü.

Berber Ali besmeleyle dükkânın paslanmış kilidini açtı. Gıli Gıli, berber dükkânının camını, lavabosunu, aynasını silip eski gazetelerden sakal tıraşı için köpük kâğıdı yapmaya başladı. İki gazeteden bir hafta kullanılacak kadar köpük kâğıdı çıkanp kolonyaların arasına sokuşturduktan sonra, her zaman oturduğu sandalyesine bakıp derinliklere daldı. Konsolos plakalı, ful aksesuarlı, son model bir Amerikan arabası berberin önünde frenleri kazıklayınca, Ali, ilk müşterisinin zengin biri olduğunu sanıp sıkı sıkıya avuçlarını ovuşturdu - her esnaf gibi zenginlerin bıraktığı siftahın uğurlu geldiğine inanırdı. Renkli camlı arabanın kapısı açılınca, tamir ettiği arabalarla hava atmaya bayılan Fil Hamit, isli suratı, yağlı saçlarıyla, domuz gibi sırıtarak aşağı atladı. Berber Ali, Fil Hamit'in mıymıntı şakasına karşılık iş önlüğünün cebinden meşhur Zaza marka usturasını çıkanp duvarda asılı deri kayışta şaklatarak bilemeye başladı. Usturayı önlü arkalı salladıkça, aletin bir yüzündeki kartal, öteki yüzündeki yılanı ısırıp ısırıp bıraktı. Her zamanki terbiyeli gülüşüyle babasının ustura oyununa dalıp giden Gıli Gıli, Madam Eleni'nin "Ela!" sesiyle irkilip dükkândan dışarı fırladı. Madam Eleni her sabah ıslak tabut sesiyle Salih'i çağınp Berber Ali'ye tabağında lokum olan az şekerli bir kahve sallandırırdı. Salih porselen fincandaki kahveyi titrete titrete götürüp babasının önüne bıraktı. Berber Ali, Madam Eleni'nin kendisine gösterdiği ilgiden heyecanlanıp Fil Hamit'in yüzüne küçük bir faca açtı -müşterileri kıllandırmayan bu façayı ancak Kolera'nın sanatkâr berberleri atabilirdi.

Poğaçacıların ve simitçilerin yanık sesi mahallede dalgalanırken, Kolera'nın yeraltı dünyasını ele geçirmek isteyen yamuk suratlı, yengeç yürüyüşlü adamlar, sokak aralarına dağılıp Arap Sado'ya pusu kurdular. Dostunun evinden yorgun argın çıkan Arap Sado, yumurta topuklu, sivri burunlu, ultra rugan ayakkabısının ökçesine basmış, kendisine kurulan tuzaktan habersiz, Oltu taşından yapılma tespihini şaklata şaklata mahallede sabah voltası atıp, Berber Ali'nin dükkânına damladı. Nazik cildi yıpranmasın diye sakalından bir perdah aldırıp, Gıli Gıli'ye her zaman yaptığı bıçak şakasını tekrarladı. Gıli, gözlerini kapatıp sessizce gülünce, Sado, berber dükkânının tabanına cebindeki bozuk paraların hepsini siftah niyetine atıp Kolera'nın ara sokaklarında boy göstermeye çıktı. Arap Sado'nun berber dükkânından çıktığını gören yengeç herifler, planlan gereği adres sormak için Arap Sado'nun önüne iki kişi yolladılar. Sado, Kolera'da hiç olmayan adresi soran kişilerden kıllanıp elini ceketinin zulasındaki emanete attı. Yengeç yürüyüşlü adamlardan biri Arap Sado'nun arkasına sessizce yaklaşıp elindeki bıçağı Sado'nun sırtına, ense köküne defalarca sokup çıkardı. Arap Sado, berber dükkânının önündeki parke taşlarının üzerine kan fışkırtarak serildi. Yengeç herifler işlerini bitirip Kolera'daki iyi insanların geçmeye cesaret edemedikleri sokaklara dağılınca, Arap Sado yıkıldığı taşların üzerinden kırık topaç gibi kıvranıp "Salih, Salih, koçum! Namım, şanım, her şeyim senin, senin!.." diye bös bös böğürdü. Gökyüzü bile gözyaşlarını tutamayıp ağlamaya başladı. Arap Sado, başına toplanan kalabalığın çıkardığı "Ne olmuş? Nasıl olmuş?" seslerinin altında gerçek bir Müslüman gibi salavat getirerek, yeni doğmuş çocuk masumluğunda çırpınarak hayata gözlerini kapadı. Zarboların siren sesi kulakları çınlatmaya başladığında, Gıli Gıli Salih, Arap Sado'nun kanlar içinde yatan bedenine kapanıp Sado'nun o muhteşem çakısını kaptı!

İmparatorlar, tornacılar, marangozlar, çocukları sünnet ettiren, giydiren, bekâr gençleri evlendiren, tersoların cebine harçlık koyan babacan kabadayının ölmesiyle bulanık bir hayale dalıp çalışmayı kestiler.

Arap Sado'nun mertliğine, yardımseverliğine hayran olan kadınlar, her nakısına gözyaşlarının düştüğü patiskaya, karanfil ve lale deseni işleyip kefen hazırlamaya başladılar.

O akşam Kolera'nın iyi insanları ve Arap Sado'nun can arkadaşları, ruhlar âleminin gece bekçilerini kıskandırırcasına Sado'nun hâlâ ışıldayan bedenini beklemeye koyuldular; sağ taraftan çekmeye başladıkları 'özel günlerin kıyak çift kâğıtlısını' büyük bir sabırla soğuta soğuta içip bütün geçmiş zamanların en hicranlı yolculuğuna çıktılar. Gıli Gıli Salih'in yattığı teras katından gelen hıçkırıklar dışında Kolera'nın insanları o geceyi duman sessizliğinde yaşadı.

Ertesi gün Arap Sado'nun arkadaşları marangoz Mimi Usta'nın yaptığı tabuta Sado'nun buz gibi olmuş bedenim yerleştirdiler. Tabutu omuzlarının üzerinde değişe değişe taşıyıp, Kara Zindan Mezarlığı'na götürdüler. Koleralılar Sado'yu tabuttan çıkarıp üzerindeki işlemeli kefenle, hiç ölmeyecek sandıklan yılların kabadayısını, ağır ağır mezara indirdiler. Ellerine aldıkları küreklerle Sado'nun üzerine toprak atıp son vazifelerini yaptılar. Okey oynarken taş çalan hocanın isteğine uyup mezarlıkta Sado için cenaze namazı kıldılar. Koleralılar gariban çocukların dağıttığı suyla ellerini, yüzlerini yıkayıp hüzünlü duygularla mezarlıktan çıktılar.

Perşembeyi cumaya bağlayan mübarek günün akşamı, Kolera'nın kadınları Arap Sado'nun ruhuna helva kavurup bütün mahalleye dağıttılar. Kolera'da yaşayan covinolar da bu helvayı seve seve yediler.

Et kemikten ayrıldığı vakit, Darbukacı Balık Ayhan, canından çok sevdiği arkadaşı Arap Sado'yu hatırlayıp onun için yaptığı besteyi ağırdan çalmaya başladı. Balık, üzerine örtü koyduğu darbukayı çaldıkça Kolera'da yaşayan köylülerin tüyleri diken oldu. Diğer insanlar havada uçuşan duygulardan etkilenip kalplerinin rölantisini ayarlamaya çalıştılar.

Darbuka sesini duyan Gıli Gıli Salih, Arap Sado'nun bıçağını kiremitlerin arasındaki zulasından çıkarıp okşamaya başladı. Sado'nun yaptığı şakaları düşündükçe gözünden akan yaşlan bıçağın oluklarından ağır çekimde süzülüp yere boşaldı. Salih annesinin "Balkondan mandallan topla da gel," sesini duyunca, bıçağını tekrar sotaya yerleştirip mandallarla aşağı indi.

İmine, oğlunun gözlerindeki yaşı fark edip köyde öğrendiği komik tekerlemeyi Salih'i mutlu etmek için söylemeye başladı. "Elim elim epelek / elden çıkan topalak / topalağın yavrusu / bit pirenin karısı / bindim deve boynuna / çıktım Halep yoluna / Halep yolu bitpazarı / içinde ayı gezer / kulağını sarkıttı / adel, budel / sil bunu, süpür bunu / çek bunu, çıkar bunu." Tekerleme bitince Salih, bu defa gülmekten gözündeki yaşların hepsini bitirdi. Bu esnada Reco eve girip bağırmaya başladı. "Mamaker Butlaços-Devlan Sokerdan!.." Salih ve İmine Reco'ya anlamsız ifadelerle bakakaldılar. Reco, odanın boşluğuna parmağıyla bir figür çizip "diyayit diyayit!" diye bağırarak sokağa fırladı.

Sokaklardaki kalabalık ve atölyelerde çalışanlar, yazlık sinemadan gelen "Bu akşam oynayacak filmin adı Kanunsuzlar," anonsuyla ellerindeki işleri kaşarlanmış kevaşeler gibi çarçabuk bitirip sinemaya doğru aktılar.

Reco ile geri zekâlılar sınıfında tanıştığı cins arkadaşları plan yapıp yazlık sinemaya içlerindeki kurnaz farelerden birinin bildiği delikten geçerek bedava film seyretmeye karar verdiler.

Gece, ön taraflara doğru ilerlerken, Berber Ali'nin karısı İmine, Reco eve gelmediği için ağlayıp sızlanmaya, yürek kabartan bir ağıt yakmaya başladı. "Amanın keklik gibi şakılayan oğlum da eve dönmemiş de arayıp soranı yok amoon... amanın oğlan deren deli oldu da gâvurların inneli beşiğine mi düşmüş amoon..." Karısının uyarıcı sinyalini alan Berber Ali, Reco'yu aramaya çıktı.

Berber Ali sokağa çıkınca, sanki bir meydan savaşı varmışçasına, peş peşe patlayan silah seslerini işitti. Adımlarını o tarafa doğru hızlandırdı. Yaklaştıkça yanaklarda patlayan tokat seslerini de duyar oldu. Seslerin net olarak geldiği yerde durunca gördüğü manzara karşısında şaşkına döndü. Ortalıkta ne silah sıkan, ne de tokat yiyen adamlar vardı. Sadece yazlık sinemanın makinisti haplandığı için filmin sesini sonuna kadar açmıştı. Ali, hışımla sinemaya girip robot gibi film seyreden, önemli kavga sahnelerinde şaraplarından bir yudum çeken kalabalığın içinde, karanlığı delen bakışlarıyla koltuklan süzerek Reco'yu aramaya başladı. Ali, sinemada biraz taban eskittikten sonra kurt gibi duyarlı burnuyla oğlunun kokusunu aldı. Koltuğa gömülmüş, bütün ruhunu füme teslim etmiş Reco'yu kulağından tuttuğu gibi eve sürükledi. İmine evde uğunurken, Ali ile Reco içeri girdi. Ali, Reco'yu Salih'in oturduğu odaya fırlatıp kapıyı da zank diye üzerine çekti. Ali ile İmine bir köşeye geçip 'Reco'nun duvardaki resimlerle konuştuğunu, havaya parmağıyla manyakça şekiller çizdiğini, gece yatarken anlamsız isimler mırıldandığını' konuştular. İmine, Reco'ya göz değdiğine inanıp Reco'nun üzerindeki garip hareketlerin geçmesi için un tütütmeye karar verdi. Mutfakta bulunan sac küreğin içinde bir ateş yakıp ateşin içine, sarımsak ve soğan kabuğu, üzerlik otu, çörekotu ve un attı. Küreği götürüp Reco'nun ayaklarının dibinde "Aynaşanın gaynaşanın, yeryüzünde oynaşanın, elek satan kör paşanın, cümle âlemin gözü," diyerek küreği savaş dansı yapan Kızılderililer gibi oğlunun etrafında dolaştırdı.

Gıli, annesinin acayip sözler söyleyip abisine tütsü yaptığını görünce, dayanamayıp kahkahayı bastı. Ali, Salih'in güldüğünü duyup sesini evin içinde bomba gibi patlattı. "Pezevengin çocuğu gülme! Sen de aynı bokun soyusun. Yarından itibaren yanımdan hiç ayrılmayıp zanaatımı öğreneceksin. Anladın mı et kafalı oğlum?" Salih babasının sesine cevap vermedi. Kedi gibi titredi. Çocuklar yatınca, Ali yatak odasına geçip karısıyla Reco'nun durumunu konuşmaya devam etti. "İmine, herhalde oğlan güvercin tuttuğundan allah bize bu cezayı verdi. Bir daha sen sen ol da, çocuğa güvercin tutturma. Neyse sabah ola hayrola," deyip ışığı söndürdü. Biraz sonra odanın içinde sağlı sollu horlama sesleri hüküm sürmeye başladı. Reco, arada bir yatağından hoplayıp "Mamaker-Butlaços!" diye bağırdı. İmine, yattığı yerden Reco için üç kulhüvallah bir elham okuyup yarı bıraktığı rüyasına geri döndü. Salih uykuyu yarıladığından abisinin bağırmasına gülemedi.

Gece, yengeç heriflerin acemice öldürdükleri adamların korkunç seslerine dayanamayıp sabahı özledi.

Güneş ışıkları Kolera'nın üzerinde aptal aptal sırıtmaya başlayınca, Gıli, berber dükkânını açmak için babasından anahtarı istedi -Salih, babasının cebine elini haber vermeden soktuğu için, hiç de fena sayılmayacak bir dayak yemişti. Gıli Gıli, babasından gördüğü gibi besmele çekerek dükkânı açtı. Dükkânın içindeki temizlik işi bitince, kapının önündeki bir önceki akşam öldürülen adamlardan akan kanı yıkamaya başladı. Ali, süzük gözlerle dükkânın önüne yaklaşınca, oğlunun süpürdüğü kanlara bakıp "İnsan olan insanın oturacağı yerler değil buralar!" diye bağınp sinirlerinin kamçısıyla dükkâna girdi.

Bu sırada okuluna gitmek için defterini, kitabını koltuğunun altına alan Reco, kravatını bağlatmak için Gaftici Fethi'yi aramaya çıktı. Gaftici Fethi, her gün bir kostüm giyip mahallede sekiz kılıkta dolaştığından, onun gibi güzel kravat bağlayan bir mahluk daha yeryüzüne gelmemişti. Kolera'nm, dişleri sağlam ve parlak tek insanı da oydu.

Gaftici Fethi'ye kravatını bağlatan Reco, sokakta dans eden şopdikleri seyre daldı. Küçük şoparların danslarından birkaç hareket kapıp onların konuşmalarını tamircilere bağırarak okula yürüdü. Tamirciler, Reco'nun "As bükezanıma-Butlaços babalar!" diye bağırmasına gülüp, kafasına macun atarak karşılık verdiler.

Gıli Gıli Salih, babasının berber dükkânında ilk sınavını vermek için ter dökmeye başladı. Ali'nin çekmeceden çıkardığı balonu şişirip aynanın karşısındaki çiviye bağladı. Balonu sakal tıraşı olacak adam gibi köpürtüp usturayı eline aldı. Babasının "Bakalım balonu patlatmadan tıraş edebilecek misin... Elin usturaya yatkın mı..." sesleri arasında, balonu tıraş etmeye devam etti. Az sonra babasının fondan gelen sesinden heyecanlanıp usturayı balona daldırdı. Zonk diye patlayan balonun üzerindeki köpükler, Salih ile Ali'nin suratına yapıştı. Gıli, korkudan elindeki usturayı atıp sokağa fırladı. Oğlunun kabiliyetsizliğine sinirlenen Ali, Salih'in peşinden dışarı zıpladı. Sokak aralarında biraz nefes tükettikten sonra, Salih'i tehdit etmeye, sözümona öğüt vermeye başladı. "Oğlum, ya bu deveyi güdeceksin ya bu diyardan gideceksin. Ona göre, ayağını denk al! Bana açık açık söyle, 'Babacığım, ben bu mesleği yapmak istemiyorum,' de, ben de sana başka bir iş ayarlayayım! Öyle puhu kuşu gibi karşımda oturma, git ne iş yapacağına karar ver!..." gibisinden en klasik laflarım arka arkaya sıraladı.

Berber dükkânından çıkan Salih, Kolera'nın ara sokaklarında süklüm püklüm dolaşmaya başladı. Salih'in kafasında babasının öğütlerinden eser kalmamıştı. Çünkü o bir bina manyağıydı. Cumbalı ve desenli binaların, taş binaların işlemeli demir kapılarına bakıp hayale dalmak onun işiydi. O farklı bir zamanın, başka bir boyutun çocuğuydu.

Batı'da uzun saç modası bittiğinde, Kolera Sokağı'nda saç uzatanlar yeni yeni boy göstermeye başlamıştı. Bu durumdan en çok şikâyetçi olan Berber Ali idi. İşi biraz daha kesat gitmeye başlayınca, çocuklarının saçlarım alabros tıraş edip müşteri tavlamak için dükkânın önüne oturttu. Ali'nin kurduğu bu tuzağa, Kolera'da sayılan günden güne artan softalardan başka hiç kimse düşmedi.

Kolera'da siyah beyaz gazete okuyan üç kişi vardı. Berber Ali işlerin kesat gitmesine bozulup dördüncü olmaya karar verdi. O günden sonra siyah beyaz gazetenin, aktüalite yazılarını, politik yazılarını son satırına kadar okumaya, diğer üç kişiyle de bu yazılan tartışmaya başladı. Zaman zaman bu tartışmalara Gaftici Fethi de, kaportacı Fil Hamit de katılıyorlardı. Ancak, tartışılan konu hakkında iki üç kelime bildiklerinden, söyledikleri sözler Ali ve arkadaşları tarafından hiç ciddiye alınmadı.

İlerleyen zaman içerisinde berber dükkânında yapılan tartışmalar, Kolera Sokağı'ndaki insanlan sağa ve sola ayırdı.

Sessizliğin Anarşisi / Hayatsızlık



Modern hayat şiddet yoluyla arındırır: doğayı, ekolojik çevreyi, insanı, bedeni. Doğallık, çeşitlilik, başkalık, hisler, korkular, acılar ve sapmalar, steril (mikropsuz, kısır) bir hayat adına yok edilirken, aslında hayatın –ve ölümün– kendisidir yok edilen, insan doğasız ve insansız kılınır. Hayat, insan hayatı; estetik ve patetik, hislerin ve heyecanların beşiği –ne yazık ki... Kurallarla değil, kendiyle ve başkasıyla ilişki içinde, kendini ve başkasını hisseden insan artık yok. Kendiyle boğuşmayı da barışmayı da bilmeyen, kendini bilmeyen, aşağılık duygusunu güç yoluyla ödünlemeye çalışan insanların, sürünün, yozlaşmış, lafzî, hayat olmayan hayatı, ölüm olmayan ölümü, süreğen can çekişmesi... ve koma haline uygun düzenlenmiş kurumlar...

Hayat, hayat değil artık. “Bu dünya” ve “bu insan”, histen ve kendini hissetmekten yoksun, yalnızca edimler var, sayı ve hız olarak ifade edilen, boş ve nafile edimler. Yaşama ıstırabını dindirmenin, bu yüzyıl sonunda (ve başında) medyatik evrene (üretim- tüketim-seyir... evrenine, şiddete) sığınmaktan, görüntünün ve gürültünün içine girmekten, kendini bu görüntüde görmekten ve göstermekten, gürültüyü yankılamaktan başka çaresi kalmadı. İktidarlar, tıpkı felsefe gibi, olanı değil, olması gerekeni gösterdikçe diniyor –ve artıyor– ıstırabı insanın. Bu yüzyıl sonunda (ve başında), insanın krizi ne geçici, ne de yeni bir uygarlığın kaotik başlangıcına işaret etmekte. Toplum, tüm devasalığıyla, yalnızca kendine işaret ediyor artık: Kurumlar –ve bir zamanlar insanın özelliği kabul edilen bilim, kültür, sanat...–, ilişkiler, hayatı hayat olmaktan çıkaran, insansızlaşmış yaşantılarla, kopuk, kesintili sekanslar ve çoksesli monologlarla birlikte, iktidarın ve tahakkümün birer işareti. Süreğen bir koma halini ilelebet yaşamaya mahkûm bu zombi uygarlığının kapısı, ancak bir faciaya, herkesi kapsayan bir felakete açık. İnsan bu; katliam sanığı, bayağı, sıkıntı içinde, tatminsiz, ümitsiz, hırslı, baskıcı ve itaatkâr.

23 Şub 2012

Cinayet Kışı



I

bir kereye mahsus yaşanan her an
kendi hatasını bir daha düzeltilemeyecek biçimde
içinde barındırır.

bana kanatlarımı bıraktırdılar.
bana ihaneti öğrettiler.

başka haber yok.

II

ikiye bölünmüş bir bütün gibi yaşadım
bir yanım öbür yanıma düşman
sağımda kızgın kumlar gezdirdim
solum üşüyor eski bir anıdan.

III

mum alıngan. kendi ateşiyle
kendini yok eden yumuşakça.
erimek üzere varsın, kaderine inanırsın.
ölürken fark edilmez, ışığın solduğu zamansın.

hiçbir aşk titremez sonsuza değin
bütünlüğünü yitirişinden ölür bir mum
ve insan acıdan ölür bir gün.

IV

yüzümde taşıdığım kuyu
soğuk iklim
ağır yaprak tenimde
durup dönüp dokunduğum
yük.

yağmurun aramıza çektiği perdeyi yırtıyorum
geçiyorum göğsümdeki uykunun sarmaşığından
birazdan dünya beni unutacak, ben onu anlamıyorum.

soğuk iklim,
durup dokunduğum
dönüp seni
ben de unutacağım.

V

insan ölüyorsa acıdan ölür bir gün
kendine bir daha uğrayamadığından,
koyduğu yerde durmayışındandır hayatın
hatanın dönüşsüz oluşundandır.

hiçbir aşk titremez sonsuza değin,
bütünlüğünü yitirişinden ölür bir mum
ve insan kanatlarından
ayrılır bir gün.