.

.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..

Tutunamayanlar / Oğuz Atay
latife tekin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
latife tekin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Oca 2012

Rüyalar Ve Uyanışlar Defteri



'Boşluğun Masalı'nda 'bu ülke bana sahicilik duygusu vermiyor. (...) Ne zor dağlarına bil'İnsana karşı ah eden bütün varlıklar birleşin'e yücelenerek bakamadığımız bir yerde yaşamak; bu ülke bana nasıl sahicilik duygusu verebilir ki? (...) Hiçbir duygunun doğruca yerine ulaşabildiği bir ülke değil artık burası'

"toplulukları birarada tutan şey, aynı zamanda gizlenmiş şeylerdir.birbirlerine suç bağıyla bağlı insanların, uluorta konuşan bir çocuk aracılığı ile işledikleri suçlardan eğlence çıkarma durumu da olabilir bu,
bilemiyorum delirtilmiş olduğum için düşüncelerime güvenebilmem zor..."


“İstanbul kadar sevilmemiş başka bir şehir
var mıdır? Evleri öyle istenmemiş, başka bir şehir, gizlice hep bunu düşündüm sonra...
Kıyılarındaki camileri, ıslak kibrit kutularına benzetip sevdiğim şehir.
Milyonlarca insanıyla kimsesiz İstanbul.

Birer birer sökülüyordu bostanlar…
Yoksuluna mı üzüleceksin, çileğine, lahanasına mı? Ayaklandı gençler, boyalarının rengi siyah, sürüyorlar duvarlara, Amerika defol!..
Zam! Zam! Zam!.. Kokusu var zamanın, sarar soluğunu insanın, dalı yaprağı yok, görünmez ağacı boşluğun demişler, vurup devirdiler hepsini.
Son bakışın sızısıyla yanlış kurulup dökülmüştü dilimizden o cümle:
‘Biz bu şehre üzgünüz...’”

“Geçmişe doğru bakıp soluklandığımda, insanın hayatta kalabilmek için bir alfabeye ihtiyacı varmış diye düşünüyorum, vahşi doğanın ortasında yenilip yutulmamak için dil gerekiyormuş ona, işaretler, sesler, sözcükler aracılığıyla haberleşip canımızı sağlama almaya çalışmış olmalıyız değil mi? İnsanın kurduğu dille hayvanı sevmek imkânsızdır, derim ben hep, çünkü bizim dilimiz tüm öteki canlılara karşı, bizim hayatta kalabilmemiz için yaptığımız sessel bir alet... Dilin doğasını sezmeden, dili nasıl yenileyebiliriz ki dil bizi bütün öteki varlıkların uzağına çekip ayırıyor...”




13 Tem 2011

Gece Dersleri






Ben on sekiz yaşındayken artık ölü bir canavardı hayat bilgim.
Soluğum sığınacak yer bulamazdı.
Küskün bükülmelerle uçup gittiğini görürdüm.
Açık kalan ağzımdan içime nefret dolardı.


'Ah hayatım, hiç benim olmadın'

3 Şub 2011

Berci Kristin Çöp Masalları

 


BERCİ kız diye, köyde gece dışarıda kalan koyunları sağmaya giden kızlara denirmiş. 




Bu iş çok kıymetli olduğundan bir kızın terbiyesi süt toplamaya giderkenki hali tavrından belli olurmuş. Çiçektepe’de bir kızın terbiyesi ise çöp toplayıp toplayamadığıyla, çöp toplamaya gidip gelirkenki hal ve hareketleriyle ölçülürmüş.
 
“Dükkan evlerdeki kadınların adına özenen Vakıf Çiçektepe’li delikanlılar Deli Gönül'e "Kristin" diye ad taktılar...”
 
“Çiçektepe’de doğan çocukların kuruyup düşen göbekleri gizlice fabrika bahçesine gömüldü. Büyüyünce işsiz kalmamaları için dualar edildi. Gönlü yükseklerde olan insanlarsa bebeklerinin düşen göbeklerini sanat öğrensin diye oto tamirhanelerinin, atölyelerin bir de uzaktaki bir okulun bahçesine götürüp gömdüler.”
 
“Berci Kristin Çöp Masalları” için, kapitalizme eleştiri romanıdır diyebiliriz en çok. Kapitalizme karşı, yoksulluğa ve yoksullaştırılmaya bir isyan gibi haykırır Latife Tekin adeta. Düşüne düşüne bulunmuş bir yol sanki bu roman. Masallar anlatılarak uyutulmuş bir milletin ancak bir masalla uyanabileceği düşünülmüş gibi... Fantastik kahramanların yaşadığı bir ülke kurmuş; adını da “Çiçektepe” koymuş. Çiçektepe’de insanın illa da sığınma ihtiyacı, çerden çöpten de olsa kafasını sokacağı bir konduya sahip olma ihtiyacı anlatılmış. Ve sonra kapitalizm bütün vahşetiyle ülkeye girmiş. Kendi kurallarını yaşayan yoksul ama özgür Çiçektepeliler yoksul işçilere dönüşmüş. Ağır çalışma şartlarına karşı patrona direnen sendikalar kurulmuş. Zamanla sendikalar da amaçlarından sapmış. Sonunda Çiçektepe de bol bol fire verilen tipik bir Türkiye haline gelmiş. Muhtar olmak için, meclis üyesi olmak için her türlü üçkâğıt çevrilip millet kandırılmış.
 
Hiç naylondan pencereniz oldu mu sizin? Tenekeden minare gördünüz mü bir yerlerde? Minare uçmasın diye nöbet tuttunuz mu mahallede? Çocuk, sakat, emzikli ve gebe değilseniz çare yok; rüzgâr alıp götürmesin diye minareyi tutma nöbetinden kurtulamazsınız. Yoksa uçar gider minareniz tıpkı akşamdan sabaha uçup giden, başınıza yıkılan evleriniz gibi… Çöplükten, yani birilerinin artıklarından kurulmaya çalışılan bir ülke olan Çiçektepe’de çocuklar, çöpten bulup kaçırdıkları; kolları bacakları kopmuş naylon bebeklerle oynardı. Kadınlar, buldukları süslü kırık aynaları gizlice ceplerine atıp yine çöpten buldukları taraklarla geceleri o kırık aynalara bakıp saçlarını tarardı. Çöp sinekleri taranmış saçlara konmaktan imtina etmezdi. Fabrika kokularına karışan çöp kokuları insanların çöpten bulduklarıyla yaptıkları evlerine dolduğundan zehirlenmemek için tas tas yoğurt yerdi insanlar. Geceleri sinekten korunmak için naylon çuvallara girerlerdi. Çuvalların ağızlara gelen kısımlarına ağız delikleri açılırdı ki nefes alınırdı o deliklerden. 
 
İronik bir anlatım, mizahın dibini bulduğu ender eserlerden... Gerçeği masallaştırmak, çağı geri çağlarda, -di’li geçmiş zamanlarda anlamak... Çöpten çiçeğe, hayalden gerçeğe… Eğlenceli mi eğlenceli bir yandan… Yazarın; garibanların, yoksulların, çöpten topladıklarıyla geçinmeye çalışanların hikâyelerine bu kadar girebilmiş olması oldukça şaşırtıcı geliyor insana. Neredeyse fotoğraf çeker gibi... Bir hatıra fotoğrafı değil de sanat fotoğrafı çeker gibi yazılmış bir roman. Mahallelerimizden tanıdığımız bir sürü tip toplanmış da masala girmiş gibi diğer yandan. Mesela; Sırma, Güllü Baba, Şengul, Kibriye Ana, Kara Hasan, Çöp Bakkal, Trintaz Fidan, Naylon Mustafa, Cigerci, Kürt Cemal, Kel Ali, Veliman, Bay İzak, Gülbey Usta, Taci Baba, Kir Hamit, Dursune Nine, Şiirli Hoca, Hinik Alhas, Simitci Mikali, Çamlı Bayram, Deli Dursun, Çeri Mahmut, Lado, Bolşevik Memet, Deli Gönül, Haci Hasan, Sini Erol, Mustafa Gülibik, Ehmail, Katır Emel…
 
Güllü baba baraj inşaatında çalışırken düşüp kör olmuş ve sonra gül dalından bastonuyla şifa dağıtan bir halk ozanı haline gelmiş. İşsiz erkekler sabah akşam Güllü Baba’nın bastonunu öpmüş. Kadınlar; başı ağrıyan, kulağı akan, ateşe düşen çocuklarını tutup Gül Baba’ya getirmişler. Güllü Baba da, “Kulağın suyunu kurut/ Gözü orta yere oturt/ Hemi gül dalı baston/ Bu bıldırcın yavruyu uyut…” diye şifa dağıtmış.
 
Kimisi kurnaz, kimisi hesapçı, kimisi saf, kimisi kumarbaz… Kahveci, bakkal derken banka da gelir bir gün Çiçektepe’ye. Ve “candarma” da gelince, artık şehir kurulmuştur. Sosyalleştikçe normalleşip sıradanlaşan bir hale döner masal. Gürültülü bir fabrikanın bacasından çıkan dumanlara yaklaştıkça, dumanların içine girdikçe netleşmesi gibi oradaki yaşamların netleşir ve şehirleşir Çiçektepe…
 
1984’te, yani Sevgili Arsız Ölüm’den hemen bir yıl sonra, Everest Yayınları’ndan çıkmış Latife Tekin’in bu romanı. Yunancadan Farsçaya, Almancadan Hollandacaya pek çok dilde çevirisi yapılmış ve ilgi görmüş bir roman. Fakat Türkiye’de yeterince tanınmadığı ve hak ettiği değeri görmediği kanısındayım. Özellikle son günlerin Kürt, Alevi, Roman açılımı politikalarında da katkı sağlayacak bir eser olduğunu belirtmek gerekir belki de…



Haber Ajanda

20 Oca 2011

Unutma Bahçesi

 
 
 
On beş yıldır buraya her gelişimde aynı yerde oturuyorum.

Örtüsü her yıl yenilenen demir bir salıncakta.

Pembe çiçekli bu kez. Yeşil yapraklı.

Ben de bu örtü gibi değişiyorum her sene.

Sallanırken, elimde tuttuğum kitaplarım değişiyor. Yazarlar, yazılanlar, düşünceler değişiyor.
Hayat değişiyor.

Başımı hafifçe sola çeviriyorum. Arka evin yaşlı dedesi bu sene iyice bunamış. Sen kimsin? diye soruyor bana defalarca. Elinde uzun saplı bir süpürge. Süpüre süpüre yürüyor. Süpürgesi kendinden önde gittiği için, önce süpürüyor, sonra süpürdüğü yeri çamurlu ayakları ile kirletiyor. Sonra geri dönüp, çamurlu ayakları ile balkonunu kirletenlere söylene söylene süpürmeye devam ediyor.

Burası bir UNUTMA BAHÇESİ.

Bazen unutmak, bazen de hatırlamak için gelip yerleştiğim bir sığınak.

Unutmak istediklerim, hatırlamak istemediklerim, unutmak istemediklerim, hatırlamak istediklerim…
Burası bir UNUTMA BAHÇESİ.

Bu bahçeye geliyorum…Bu bahçeden gidiyorum…

Giderken, gelirken olduğum kişiden farklı biriyim.

Bu yalnız salıncağın örtüsü solup da yenilenme zamanı gelince, bambaşka birine dönüşmüş oluyorum ben de çoktan.

Beşik gibi sallarken hayat, UNUTMA BAHÇESİ’nin salıncağı içine alıyor beni…

Tıngır…Mıngır…Tıngır…Mıngır…

“Unutamayacağımız hiçbir şey kalmayana dek her şeyi unutabilsek Tanrı’yla karşılaşacağız ama oraya kadar unutmayı beceremiyoruz bir türlü…

 
İz bırakmadan kaybolan dostlar, sevgililer…Ben mi seçmiştim bilmiyorum, üzerimde hiçbir leke kalmadan devam edebilmeyi. En azından çabalamayı.

 
Ya unuttuklarımdan bir bahçe yaratacaktım, ya da unutmak için bir bahçeye gidecektim. Sanırım bilmeden ilkini tercih ettim ben. Unuttuklarımın bahçesi, mevsimleri ile var içimde.

 
Şimdi sıra bahçeyi unutmakta.

 
Bu kitap ikinci seçeneğe ait. UNUTMA BAHÇESİ.

 
Ezber bozanlar için, uyum sağlamak için değil.

 
Olduğun gibi olmak için.

 
Ve bu, kaçmak değil.
 
———————————————————————————————-
 
“Ben anımsamayı ayrı bir şey gibi düşünmüyorum ki, anımsamanın karşıtı değil unutma, hayır, anımsama unutmaya dayalıdır aslında” dedi.
İnsan her gün gördüğü yüzler arasından bir yüzü seçip unutmak isterse, bir varlığın, içine işleyen duygusundan sıyrılmaya çalışırsa başarısızlığa uğrar, o yüzü ve o varlığı çevreleyen her şeyi sesinin ulaştığı, titreştiği genişliği, bakışlarının derinliğini, gezip dolaştığı yerleri, gidebileceği uzaklıkları, sığdığı ve taştığı her şeyi unutması gerekir. Unutmak, insan için, bütün bir zamanı unutmakla olanaklıdır. Bir bakışı unutmak istediğimizde, büyük bir yitimi göze almak zorundayız. Ancak böyle bir yitimin neden olacağı yıkımın altından kalkılabilirse, insanın yeni bir yaşamı olabilir ve insan bu yeni yaşamına çok derin bir bilgiyle, kaybın bilgisiyle sahip olur.
Nasıl bir şeyi onu çevreleyen her şeyle unutuyorsak, anımsamak da böyledir… Bir anın ışığı, başka bir anı aydınlatıyor ve bu aydınlık bölge, bir leke biçiminde zamanın içine yayılıp genişliyor, bir sözcük, titreşimiyle başka bir sözcüğü harekete geçiriyor. Birbirine bağlı metal parçaların, bir dokunuşla tınlamaya başlaması gibi. Anımsama, bir an için geri dönmek değildir, kendimizi, geçmişte elinden sıyrıldığımız ölümün kucağında bulmamız demektir; bir şey unuttuğumuzda değil, bir şey anımsadığımızda ölüm aklımıza gelir, çünkü anılarımız ölümün de anıları…
Bak şu yanından otlanarak geçip giden sürüye: dün nedir, bugün nedir, bilmez, oraya buraya zıplar, otlanır, dinlenir, geviş getirir, yeniden zıplar, hep böyle sabahtan akşama, günden güne, haz ve acısıyla ânın boyunduruğuna bağlıdır. Bu yüzdende ne hüzünlenir, ne sıkılır. Bunu görmek insana koyar, çünkü o, hayvan karşısında insanlığıyla böbürlenir, ama gene de onun mutluluğuna kıskançlıkla bakar – zira tam istediği budur, hayvan gibi ne hüzünlü, ne sıkıntılı olmak, ama boşunadır bu isteği, çünkü o bunu hayvan gibi isteyemez. İnsan sorar herhalde hayvana: niye bana mutluluğunu anlatmıyorsun öyle duruyorsun? Hayvan da yanıt vermek ve şöyle demek ister; şundan dolayı ki, ben söylemek istediğimi hemen unuturum- ama bu yanıtı da hemen unutur ve susar. İnsan da şaşkınlığıyla kalır. Ama kendi kendine de şaşar, unutmayı öğrenememesine ve geçmişlere sürekli asılı kalmasına,: ne kadar uzağa, ne kadar hızlı koşarsa koşsun, zincir de yanında koşar.
İnsan ise geçmişin büyük ve hep büyüleyen ağırlığına karşı direnir; bu onu yere bastırır, eğip büker, onun yürüyüşünü bir görünmez ve karanlık yük gibi zorlaştırır. O bunu görünürde yalanlayabilir, kendi gibilerle ilişkilerinde yalanlamaktan da hoşlanır: onları kıskandırmak için. Bu yüzden bir yitirilmiş cennet bulmuş gibi gelir ona, otlanan sürüyü, ya da daha yakından bildiği, çocuğu gördüğünde – çocuğun yalanlayacak bir geçmişi yoktur daha, geçmiş ile geleceğin yarları arasında neşeli bir körlükte oyun oynar. Ama onun oyunu da bozulacaktır: çok geçmeden unutulmuşluktan geri çağrılacaktır. O zaman “idi” sözcüğünü anlamayı öğrenecektir. O, kavga, acı ve sıkıntıyla insana gelen çözücü sözcük ona varoluşunun temelde ne olduğunu anımsatır- hiç tamamlanmayacak bir geçmiş zaman. Sonunda ölüm özlenen unutmayı getirse de, bununla aynı zamanda şimdiyi de varoluşu da altına alıp ezer, böylelikle de o bilgiye mührünü basar- varoluşun kesintisiz bir olmuşluktan başka bir şey olmadığı bilgisine; kendi kendini değillemekle ve yiyip bitirmekle kendi kendini çelmekle beslenerek yaşayan bir şey.
 
 
 

15 Oca 2011

Unutma Bahçesi

İyi ki unutuyoruz, yoksa yaşayamayız diyen kimdi? Nietzsche mi? Unuttuğu için mi bir atın boynunda buldu deliliği?
Unuttuğu için mi delirir insan, unutamadığı için mi? Bir daha asla geri dönemeyeceğiz; bir daha asla cennet bahçesine dönemeyeceğiz, masumiyete dönemeyeceğiz, Auschwitz öncesine, Hiroşima öncesine dönmeyeceğiz, Vietnam öncesine, Cezayir, Filistin, Irak öncesine dönemeyeceğiz…
Maraş öncesine, 1 Mayıs ’77 öncesine, 12 Eylül öncesine, Sivas öncesine, “hayata dönüş operasyonu” öncesine dönmeyeceğiz!
Hepimize dışkı yedirilmemiş gibi, makadımıza cop sokulmamış gibi, kolumuzu iş makinesi koparmamış gibi yapamayız; kurşuna dizilmemişiz gibi, işkence görmemişiz gibi, gece baskınlarında götürülmüş ve bir daha geri dönmemişiz gibi yapamayız.
Çocukluğumuza tecavüz edilmemiş gibi, aşklarımız ve inançlarımız elimizden sökülüp alınmamış gibi, töre cinayetlerinde öldürülmemiş, bilmem kaç kez çığlık çığlığa uyanmamışız gibi duvara… unutamayız… televizyon karşısına geçip, sersem sersem gülüp oynayanları aynı şevk ve heyecanla seyredemeyiz hiçbir şey olmamış gibi…
Hiçbirimiz geri dönmemeliyiz! Unutmamalıyız!

14 Oca 2011

Aşk İşaretleri'nden alıntılar...



İçimde hâlâ kelimeler yoluyla canlanmak isteyen bir hayatın olması garip.
***
Hayatın tadını, kokusunu taşıyan şeyin ssessizlikten yükseldiğini unutmak doğru değil.
***
İfadesini bulmuş en mükemmel eserde bile vicdanımızı yaralayan bir giz yok muydu?
***
Gözlerim gözleriyle dolduğu an, sonsuzluktan çıkaran çekici bakışıyla ömrüm işaretlenmiş.
***
Dinlemeli ve içine doğduğunuz gerçeğe, onun gibi yükseklerden, uzaklardan seslenmeyi öğrenmeliydi...
***
Birgün, gözlerimize dolan dünyayla ve zihnimizdeki yansımalarla kelimeler arasında anlamlı bağlar kurarak konuşbilecek miyiz acaba?
***
Hayatı sahipsiz sanmayın.
***
Durmadan genişliyor, dünyayla aramızdaki boşluk.
***
Hayat fazlalıkların toplamıdır.. ağırlıkların adı.. genişliklerin, derinliklerin. Bunu hissedemezseniz, boyunuzu aşan her şeyin hışmına uğrarsınız. Bir yerden bir ışık kütlesi gelir, kafanıza çarpar. Gökte bir yıldız titrer, sinirleriniz boşanır.
***
Gözlerinize fark atamazsanız, gördüklerinize emilirsiniz. Hayatta dökülmedir bunun manası. Yaşamak, görüneni atlatıp görünmez olanı göğüslemektir.
***
Bilmiyorum, çınarların ağırlığından nasıl geçtik. Suların dinmez parıltısından. Ne vakit yaya bıraktık.. yolların genişliğini, yıldızların uzaklığını.
***
Dünyada bazı insanlar uçurumuyla dolaşır.
***
Ne karanlığı örtebiliyorum üstüme, ne lambanın ışığını.
***
İçime kelimelerin korkusu düşmese, ömrümüzün sonrasına geçip zamana hakim olacağım.
***
Kim ister, uykuyla uyanıklık arasında yararsızlık acısı çekmeyi?


Latife Tekin
Aşk İşaretleri'nden alıntılar