.

.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

19 Tem 2011

Sessiz Dünya ( İnferno )

I


“Sessiz dünya bizim asıl dünyamızıdır.”  (Francis Ponge)

Nesneleri, bu sessiz dünyayı “karşımızda bulunan şey”, “kendisine yönelinen” ya da “uzaktakiler” diye tanımlamada güçlük çekilmez. Böyle tanımların nesneyi anlatmaktan uzak olduğu açıktır. Böyle bir tanım nesneleri “herhangi bir şey” gibi görmekten öteye gitmez. Bu, nesneleri görmemek, tanımamak, bilmemek demektir. En başta da varlıklarını yadsımaktır. Bu yoldan yapılan hiçbir tanımın gerçeğinden söz edilmez. Nesnelerin bize karışmamaları, bizim dışımızda bir yaşamları olması ilk ağızda böyle düşündürebilir bizi. Böyle bir ayrım sonucu da onlara “uzaktakiler” diye bakabiliriz. Değil mi bize karşın vardırlar, var da olacaklardır. Öyleyse bu bize karşın olan varlıklarını sürdürmeleri bizi düşündürmelidir. Hem bu onların bir varlık olduklarının kanıtıdır. Nesnelerin varlıklarını içermeyen bir tanım elbet gerçek dışıdır.
Her şeyden önce, nesnelerin bizim dışımızda oldukları çok su götürür. Nesnelerle her zaman içli dışlı yaşadığımızı iyi biliyoruz çünkü. Gazali bunun için: “Bak karıncalara! Bak şu yaprağa! Bak şu sinek cinsinden arıya!” demez mi? Bu öte yandan nesneyi görmeye bir çağrıdır. Nesne çünkü “görülmeyi bekler.” Bunun dışında da elinden bir şey gelmez. Bu da nesnenin doğası gereğidir. “Düşünülen şeydir” çünkü “nesne”. Hem nesnelerin bizden önce de bir yaşamları olduğunu da biliyoruz. Bu da nesnelerin varlıklarının kaçınılmazlığını gösterir. Nesnelersiz bir dünyanın düşünülemeyeceği de bir gerçektir. Hem yalnız varlıklar mı? Ya anlamları? Nesnelerin bizim dışımızda olmaları nasıl varolmadıklarını göstermiyorsa, bir anlamları olmadığını da göstermez. Anlam, nesnelerin varlıkları gibi varoluşsal bir sorundur. Dahası nesneye böyle bakılmadıkça tanınamaz, bilinemez. Anlam nesnelerin varoluşlarıyla sıkı sıkı bağlıdır. Hem nesneler “herhangi bir şey” olmaktan ancak böyle kurtulurlar. Kendi olurlar. Bütün varlıklar gibi nesneler de bunun bilinmesini isterler. (Her ne kadar bir anlamları olduğunu bizim bilip bilmememiz umurlarında bile değilse de!) Haklıdırlar da bunda. Bir adı olmak diyebiliriz buna. Bir adı, yani bir anlamı, anlayacağınız. Anlamanın bir ada gereksinimi vardır hep; adın da anlama. Bu yalnızca canlı varlıklar için değil, sessiz dünyanın öbür kulları olan şeyler için de söz konusudur. Bir sandalyeye, bir çiviye, bir tabağa, bir bardağa bakarken de anlam yakamızı bırakmaz; onlarında da bir anlamı vardır çünkü. Bunun için de onları okumak yeter. Roland Barthes, nesnelerin “bir şeye yarayan bir şey” olarak tanımlanmasına haklı olarak karşı çıkar. Ayrıca nesnelerin bir işe yararlığı dışında da bir anlamı olduğunu göstermek için de: “Beyaz bir telefonun işlemi dışında lüks ya da kadınlıkla, dişilikle belli bir düşünceyi aktardığını; bir dolmakalemin zenginlik, ciddiyet, fantezi; yemek yediğimiz tabakların da her zaman bir anlamları olduğunu, ve anlam taşımıyor gibi göründükleri zaman da, hiçbir anlam taşımama anlamını taşıdıklarını”nı vurgular. Gerçekte nesnelerin bir anlamı olmadığını söylemek, yalnız nesneleri bilmemek, tanımamaktan da öte, dünyanın da bir anlamı yoktur demektir. Bu da eşyanın doğasına ters düşmektedir.

II

“Ancak nesneler varsa dünyanın belirgin bir biçimi vardır.” (Wittgenstein)

Nesnelerin “uzaktakiler” olmaları doğaları gereğidir. Bu yüzden bir kıyıya çekilerek yaşarlar. Hem kendilerini öne sürmekten çekinirler. Nesnelerin yerlerinden kımıldamamak istemelerini böyle de düşünmeli, yalnız bilinmeyi, görülmeyi isterler çünkü. Ama bunun için de çırpınmazlar. Giderek bunu doğal bile karşılarlar. Bir kenara çekilme, dünyaya ordan bakma elbet bütün nesneler için söz konusu olamaz. Okunup atılmış bir kitapla bir sözcük için durum aynı değildir. Kitap bir daha ne zaman bir elin uzanacağını beklerken, sözcük bunun hiç de uzun olmadığını bilir. Ama bir dağ, bir ağaç, bir ova, bir gökyüzü uzaklığını hep korur ve kımıldamaz yerinden. İşlevlerinin bakılmak olduğunun ayrımındadırlar. Genelde nesneler bireysel yaşamı seçmişlerdir. Bizimle öyle yaşarlar. Bu da onları ister istemez içlerine kapamıştır. Gizeme bürünürler. Gizemin kendisi kesilirler. Kimi nesnelerin alınyazıdır da bu: Orda vardır. Doğa-ötesilik giderek işlevleri bile olur. Bir gereksinim aracı olmaktan çıkarlar; zamanın, tarihin izlerine bürünerek insanın bir çeşit “unutulan” izleri olurlar. W.Benjamin bunun için: “Nesnede insanın bıraktığı iz insanın unutulan izidir,” diyecektir. Geçmiş zamanların bir yazısıdır artık: Bir anı-bellek. Her yerden bakılabilen, okunan bir ayna-kitap. Hem gizem eşyalara yaraşandır da. Bütün eski eşyalar bunu yaşarlar, bununla soluk alırlar. Nesnelerin saçtığı bu gizem, giderek bir sokağı, bütün bir mahalleyi, kimi de bütün bir kenti sarar. Kentin, sokağın tini olur. De Chirico: “Ben eşyanın metafizik yanından başka neyi sevebilirim?” derken nesnelerin saçtığı bu büyüyü, bir onu görecek, boyalarını onun için karacaktır. Hem bütün eski eşyalar zamanları depolarlar. Yalnız zamanları mı? Bütün yaşamları da. Bunu anlamak için de onlara eğilmek, onları bir ucundan tutmak gerekir.


III

“Ona nesneleri anlat.” (Rilke)

Bağımsız varlıklardır nesneler. Yalnız bağımsız mı? Bireylerdir de. Hem de benzersizliklerini taşıyarak, bundan hiç de ödün vermeyen bireylerdir. Bir ormanın ağaçlarının yaprakları nasıl birbirine benzemezse, onlar da benzemezler. Bir nesneyi bir başka nesneden ayıran, sonra da onu başına buyruk yapanın uzay ve zaman dediğimiz şey olduğunu biliyoruz. Nesneler bunu bütün yaşamları boyunca korurlar. Hem “nesneler parçalarına dağılmış durumda olsalar bile varlıklarını sürdürürler.” Nesneler gene varlıklarını sürdürürken uzay-zaman içinde yalnız varoluşsal yapılarını korumakla da kalmazlar, değişime de uğrarlar. Buna işlevleri diye bakabiliriz. Bir tek şeyden birçok şey üretmelerini de böyle anlamalıyız. Bunun bir tekdüzeliğe, yeknesaklığa götürdüğü de bir gerçektir, ama “nesneleri yok etmek, evreni yok etmektir” de.

Nesneyi “uzaktakiler” diye tanımlarken, onun öznesi olan insanı ondan ayrı düşünemeyiz. İkisinin bir bütün oluşturduğu da açıktır. Eytişimsel bir ilişkidir bu. Karşılıklı bir değişimi de kendiliğinden getirir. Bundan da anlıyoruz, bu, nesnenin bunca bağımsızlığına, tek başınalığına karşın, onun bütün bütün edilgin, ya da gene aynı biçimde bütün bütün etkin olduğunu da göstermez. Nesnenin de bir adı, kendi yasaları vardır. (“Ad bir nesneyi imlediğini gösterir.” Wittgenstein) Hem şeyler de, bir ağaç, bir bulut, bir kuş, bir hamamböceği gibi bilinmek isterler: Bağımsızlıklarını da öyle anlarlar.



IV


“Şeylerin bütün özelliğini göremeyiz.” (Leibniz)

Nesnelerin, gene yapıları, doğası gereği acıyı (evet acıyı), baskıyı, kışkırtıcılığı, korkuyu daha nice şeyi kuşanırlar. Jean-Paul Sartre Bulantı’da otların, ağaçların, ağaçların köklerinin nasıl korku, baskı saçtığını anlatır: “Atkestanesi gözlerine abanıyordu. Yeşil bir küf gövdesini yarıbeline kadar sarıyordu. (…) Karmakarşık, devasa ve yumuşacık kitleler kalmıştı geriye; çıplak, hem de müstehcen ve de ürkütücü biçimde kitleler.” Kentler ölünce nesnelerin dev adımlarla kentleri nasıl sardığını, ölümcül savaşlara nasıl giriştiklerini hep biliyororuz. Hele sarmaşıkgillerin baskısından hemen hemen hiçbir şeyin kurtulamayacağını da. Yalnız bu mu? Kışkırtıcıdırlar da. Yalnız pencerelerin, kapıların, çatalların, kaşıkların, ekmek bıçaklarının baskısını yapmazlar, nice kılıklara girip çıkarak, nice çılgın istekleri kamçılamaya, onların üstüne yürümeyi de öğretirler. Nesnelerin en çok kuşkulandıkları da belki de yalnız kışkırtıcılıktır. Kişiliklerini de (benzersiz bir kişilikleri vardır nesnelerin, bunun parçalanmasına, dağılmasına da hiç yanaşmazlar) hiçbir şeyle değişmezler. Özgürlüklerinin düşmanının biz olduğumuzu da bilirler. Bütün canlı cansız nesnelerin, dağların, tepelerin, ağaçların, bir yaprağın, bir kurşunkalemin, bir su birikintisinin, bir sandalyenin sonları bizim elimizdedir çünkü.
Öte yandan, nesneler özgür olmadıkları için suçsuzdurlar da. Bizim nesnelere olan sevgimiz belki de bundandır. Kim bilir? Dışımızda oldukları için suç ortaklıkları yoktur. Masumdur nesneler. Varoluşları gereğidir bu da. Bir ağaç, bir masa, bir dörtgen, bir bardak su hiç su işlememiştir. Hem onların da kendince (değil mi varlıklardır) bir yasaları olduğunu söylemeliyiz: Yağmak yağmurun işidir. “Batmak güneşin.” Bir özveri yasası.
Nesnelerin “gölgesinin” Afrodisias’lı olduğunu söyledik mi? Afrodisias’lıdır nesneler.
Nesnelerin yasası kararmasın!


İlhan Berk, İnferno
Yapı Kredi Yayınları, 1.Baskı, İstanbul 1994, (Deneme, Günlük)  sf.165-166-167-168-169-170-171