Ve bizi bekleyen küçük işaretler
İnsanın dünyaya çizdiği
Yukardan bakınca
Bir saban izi
Tek gözlü bir öküzün biçimlediği
Yalan durmuyor hiç.
 İnsanın dünyaya çizdiği
Yukardan bakınca
Bir saban izi
Tek gözlü bir öküzün biçimlediği
Yalan durmuyor hiç.
Nasıl da önemlidir küçük hayatlarımız. Ertesi günümüz ve diğerleri  nasıl da planlı, ajandalı, hatırlatmalıdır. Acaba katlanılmazı umabilmek  için mi iş ayrıntılarını anımsatırız sürekli kendimize? Oysa çemberin  dışına, azıcık yukarsına çıktığında kâinatın sonsuzluğundaki hakikatini  anlarsın. Ya da dünya yalanını. Zaten her hakikat, bir yalan ayırdına  dayanır. O yalanlardan çok öğrettiler okul sıralarında. Kimisi  insanların eski zaman gerçekleriydi üstelik. Hani dünyayı düz tepsi  sanırlarmış ya da öküzün üzerinde ilerlediğine inanırlarmış. Depremleri  de öküzün sağa sola yalpalanması olarak açıklarlarmış. Ve biz gülerdik.  Çünkü hesapta artık doğruyu biliyorduk. Oysa kim bilir daha kaç yalanı  çekiyordu öküzler hayatın diğer alanlarında. Onları da okul sıralarından  çıkınca öğrenecektik.
Küçük bir işaret işte
Toprağın dünyaya konu olduğu
Küçük bir bahçe.
Yalnız ağaçlar da yok artık
Ormanı çoktan geçtik
Bozkır
Tepelerin deniz isteğini sayıklar gibi
Dalgalanıyor.
Toprağın dünyaya konu olduğu
Küçük bir bahçe.
Yalnız ağaçlar da yok artık
Ormanı çoktan geçtik
Bozkır
Tepelerin deniz isteğini sayıklar gibi
Dalgalanıyor.
O ilk bahçe, bizim tüm kaybettiklerimiz. Her ölüm o ilk sürgünü  anımsatır o yüzden. O bahçe, dinlerüstü bir yer, sanki hücrelerimize  işlemiş. Çünkü biliyoruz biz bu yıkımdan, bu talan dünyadan çok daha  fazlasıyız. Daha öncesi var, kadim bir zaman. Hatalarımızın ve  pişmanlıklarımızın başı olan yer. Henüz hiç kan dökülmemiş, hiç kin  beslenmemiş olan bebek zaman.
Sonra araya yalan girdi ve bilgi… Bilmek, sorumluluk üstlenmekti.  Sonra kardeş kardeşe kıydı ve kadınlar can havliyle bebekler doğurdu.  Sonra diller, kavimler karıştı. O bahçe arada bir rüyalara giren özlem  dolu bir imgeden ibaret kaldı.
Dışına çıkıp da “Dünya bu dünya” denilmedikçe dünyayı  sahiplenebilecek, uğrunda kanlı mücadeleler verilebilecek ve ille de  birbirimiz üzerinde irili ufaklı iktidarlar kurabileceğimiz bir yer  olarak yaşıyoruz. Verili olanı malımız sayarak çoraklaştırıyoruz denizi,  yeri ve göğü. Oysa biz kendimizi mahkûm ettiğimiz koşulların  toplamıyız. Teknolojimiz daha incelikli kötülükler yapmamıza yaradığında  ve güya kaçınılmaz savaşlar ile güya ölümcül hastalıklar bile  istatistiki rakamlarla açıklanabilen, sindirilebilen gerçekler olarak  sunulduğunda katlanamayacağımız hiçbir alçaklık kalmıyor geriye.
Dayanıklılığımızı bu mu ölçecekti? Utanç çıtasını ne kadar indirip  sürünebileceğimiz yetisi mi kanıtlayacaktı kudretimizi? Biz ki en  mükemmel varlıklarıydık doğanın… İlk ona ihanet ederek belli etmemiş  miydik zaten nasıl da kötüleşebileceğimizi. Adımızı unutur gibi utanmayı  unutabileceğimizi?
Dünya biz yukardayken
Allah’a uzak mı
Yakın mı?
Derdim ben
Ama cevaplar her zaman
Aşağıdadır.
 Allah’a uzak mı
Yakın mı?
Derdim ben
Ama cevaplar her zaman
Aşağıdadır.
En samimi soruları insan hep kendine sorar. Ne de olsa yanıtsız  soruların muhatabı da yok demektir. Üstelik kimi sorular soru bile  değildir; bir gerçeğin tescilidir en fazla. Bu dünyanın gidişini en çok  da akışın dışına çıktığında anlarsın. O pek meşguliyetli gündemlerin  olmaksızın, sen olmaksızın da dünyanın döndüğünü, döndüğünü, döndüğünü  far edince ayarsın. Ama bunun için acı gerekir. Acı, mesafelendirir.  Günlük hayatını o mekanik düzeninde sürdüremez hale gelince, oyunun  dışında kalırsın bir an için. Ve ertelediğin bütün sorular üşüşür  yüreğine. Aklına değil, yüreğine. Aklın menzilindeki bilgi yenilmiştir  çünkü. Şimdi sadece hisler ve sezgiler vardır. Bir de ince ince sızlayan  o vicdan yarası. İlk kez neden yaşadığını algılarsın: O yarayı  sırtlamak ve şifalandırmaktan ibarettir yaşam dediğin uğraş. Ne tuhaf,  yaşamı da en çok öldüğün anlarda anlarsın.
 
