.

.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

28 Şub 2012

Molloy



Bir sefer, sonra sanırım bir kez daha, ondan sonra, sanırım, bu dünyayla işim kalmayacak.

(s. 10)

“Evet, ara sıra yalnız kim olduğumu değil, var olduğumu da, var olmayı da unutuyordum. O zaman beni bunca iyi saklamış bulunan şu kapalı kutu olmaktan çıkıyordum, bir perde iniyordu araya ve ben, örneğin son derece bilge kök ve saplarla, çoktan ölüp gitmiş, az sonra yıkılacak fidan destekleriyle, gece molaları ve güneşin bekleyişleriyle, ve bir de, kışa doğru yaklaştığı ve kış onu değersiz kabuklarından kurtaracağı için herkes tarafından hırpalanan gezegenin gıcırtılarıyla doluyordum. Ya da güvenilmez dinginliğiydim bu kışın, hiçbir şeyi değiştirmeyen karların eriyişiydim, her şeye yeniden başlamanın verdiği tiksintiydim. Ama her zaman başıma gelmiyordu bu, çoğu zaman ne mevsim ne de bahçe tanıyan kutumun içinde kalıyordum. Ve böylesi daha iyiydi. Ama onun içinde de dikkat etmek, kendi kendine sorular sormak, örneğin hala yaşayıp yaşamadığımızı, yaşamıyorsak ömrümüzün ne zaman sona erdiğini, yaşıyorsak daha ne kadar süreceğini, yani hayalin ucunu yitirmemize engel olan herhangi bir şeyi araştırmak gerekiyordu. Ama ben bunları seve seve soruyordum kendi kendime, birbiri ardından sadece seyretmek için. Hayır, seve seve değil, bir nedenle, hala orada bulunduğuma inanmak için. Oysa, hala orda olmak hiçbir şey anlatmıyordu bana. Düşünmek diyordum buna. Adeta hiç durmadan düşünüyordum, durmaya cesaret edemiyordum. Çocuksuluğumu belki de buna borçluyum. Biraz bayat ve kenarlarından yenmiş gibiydi çocuksuluğum, ama ona sahip olmaktan hoşnuttum, evet bir hayli hoşnuttum.”

(s. 65-66)

“Gerçekten de verdiğim kararların şöyle bir özelliği vardı, bu kararları aldığım an gerçekleştirilmelerini engelleyen bir şey ortaya çıkıyordu.”

(s. 43)

“…konuşabildiğim günlerde, çoğu zaman pek az bir şey söylediğimi sandığım anda pek çok şey, pek az şey söylediğimi sandığım anda da pek çok şey söylediğimi görüyordum. Diyeceğim, düşündükçe daha doğrusu giderek, konuşmadaki aşırılığım konuşma kıtlığı, konuşma kıtlığı da aşırılık biçiminde ortaya çıkıyordu.”

(s. 46)

“Yaşamım, yaşamım, kimi zaman bundan sona ermiş bir şey gibi, kimi zaman da hala devam eden bir şaka gibi söz ediyorum ve haksızım, çünkü hem bitti, hem devam ediyor yaşamım, ama bunu fiilin hangi zamanıyla anlatmalı.”

(s. 48)

” Seve seve yapabileceğimiz, sevinerek değil, seve seve yapabileceğimiz, görünürde yapılmaması için hiçbir neden bulunmayan, ama yapmadığımız şeyler! İnsan özgür değil mi acaba?”

(s. 49)

” Ama gerçekleştirecek yerde, hani deyim yerindeyse, oturup seyrediyordum bu isteği, buruşmasını ve sonunda şu ünlü tılsımlı deri gibi, ama ondan daha çabuk, ortadan yok oluşunu seyrediyordum. Çünkü insan istekler karşısında iki türlü tavır takınabilir galiba, etkin tavır ile seyirci tavrı, ve aslında ikisi de aynı sonucu veriyordu, ama ben ikinciyi yeğliyordum bir mizaç meselesi herhalde.”

(s. 70)

“Sabahları saklanmak gerekir. İnsanlar canlı ve her şeye hazır olarak, düzene, güzelliğe ve adalete susamış olarak, sizden de bunları bekleyerek uyanırlar. Evet, saat sekiz ya da dokuzdan öğleye kadar olan süre tehlikeli geçittir. Ama öğleye doğru her şey yatışır, en aç gözlüler bile doymuştur, kabuklarına çekilirler, her şey iyi değildir, ama iyi bir iş yapılmıştır, bazı kaçaklar vardır, ama pek tehlikeli değildir bunlar, herkes kendi dökümünü çıkarır. Öğleden sonra ilk saatlerde tehlike yeniden başlayabilir, yemekten, kutlamalardan, törenlerden, kısa söylevlerden sonra, ama sabahkine oranla bir hiçtir bu, bir spordur başka bir şey değil. Tabi, saat dörde ya da beşe doğru gece ekibi, gece bekçileri dolaşmaya başlar. Ama gün hemen hemen sona ermiştir, gölgeler uzar, duvarlar çoğalır, herkes duvar diplerinden gider, bilgece omuzlarını kısmış, aşırı bir saygı göstermeye hazır, saklayacak hiçbir şeyi kalmamış olarak ne sağa ne sola bakmadan, gizlenerek, ama herkesi sinirlendirecek kadar değil, ortaya çıkmaya, gülümsemeye, dinlemeye, tırmanmaya hazır durumda, vebalı olmadan mide bulandırarak, fareden çok kurbağaya benzeyerek. Sonra asıl gece gelir, o da tehlikelidir, ama kendisini tanıyanlara, orada güneş gören bir çiçek gibi açılmayı bilenlere, gece gündüz kendi kendisinin gecesi olanlara karşı lütufkardır. Hayır o da, gece de pek ahım şahım bir şey değildir, ama gündüze oranla ahım şahımdır, hele sabaha oranla iyice ahım şahımdır.”

(s. 89-90)

“Yok canım sizinkiler gibi değildi bu kavramlar, benimkiler gibiydi, yani habire sarsılan, kan ter içinde durmadan titreyen kavramlardı, bunların içinde tek bir sağduyu ya da soğukkanlılık atomu yoktu.”

(s. 91)

“Çünkü anlıyorsunuz ya, eski acıya bir bakıma, evet, bir bakıma alışmıştım. Ama yeni acı gerçi aynı türden bir acıydı, ama kendimi bu yeni acıya uyduracak zamanım olmamıştı.”

(s. 103)