.

.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

4 Şub 2012

Sessizliğin Anarşisi ( devamı )




 1. Bölüm

Hayattan Kaçışın İmkân ve
İmkânsızlığı Üstüne



Kurumun gölgesi düştü: gündelik hayat... Gün,
gündüz, aydınlıkta yaşayan, aydınlıkta yaşanan, sabahtan
geceye, uyanık süremiz, gündelik hayatımız
–ve ötesi; rüyalarımız, geçmişi ve geleceği hep yeniden
tasarlayan, kurgulayan, kurcalayan varlığımız;
mevcut halle namevcut ideal arasına sıkıştırdığımız
dünya ve biz... Hayatımızın nerede ve nasıl kurulduğu,
sürdüğü; ilişkiler, retler ve kabuller; katlanma ve
bağışlama; hırs ve feragat; esir ve özgür ömürler...
Hakikat –hayat–, her bir ömür için, buradaysa
ve
bu kadarsa; tüm felsefe tarihi her koşulda –onaylayarak
ya da reddederek, imkânsızlıklar ya da ümitlerle,
yokluklar ya da çarelerle, tespitler ya da ütopyalarla–
gündelik hayatı katlanılır kılma çabasından
başka bir şey değildir.


Gündelik hayat... her gün –gece değil, gün– yeniden
başlama gücünü hırstan ve hayalden alsa da,
belki yalnızca bir lanetle (“böyle” yaşıyor olmanın,
memnuniyetsizliğin ve başka türlü olabilirliğin laneti),
hatta şiddetle (lanette saklı, gizli, belli belirsiz
ama sınırlı bir şiddetle) yaşanır; açılabilecek kaçış
yollarıyla, tüneller, labirentler, çıkmaz dehlizlerle,
yoklukla, yaşanır, katlanılır, karşı çıkılır...
Burada ve bu kadar: firarı arzulayan bir ömür, zamanın
ve mekânın tahakkümü karşısında, toplumun
ve kurumların dayattığı gündelik hayat karşısında,
bu yüzyıl sonunda (ve başında), kendi yokluğuna
şen bir bilgi gibi ağıt yaktığında, ağıt ağıt olmaktan
çıkar ve bir lanete dönüşür –belki.

Çünkü:
İntihar etmeyip yaşıyorsak, anlamın büyüklüğünden
değil, hayatın içine düşmüş olmaktan,
muzır
bir merak ile ıstıraplı bir inadın götüreceği
yeri görme isteğinden; bir de, üstüne üstlük, şahsi
duruşun
gölgesinin topluma bir lanet olarak düşmesini
diliyor olmaktan başka bir anlamı yoktur her
güne yeniden başlamanın.

 Hayata ve Ölüme Dair; Yine de...

Doğum, bir yere, bir zamana. Ve doğuş, istilaya
uğramak:
geçmişin, ailenin ve çevrenin istilasına.
Kişi
bir uzantı artık; ailenin, çevrenin, toplumun,
kuşağın,
tarihin uzantısı. Yaşayan ve ölü bir tarihe, tasarı
ve hayallere eklenir kişi; içselleştirir ya da dışlar
tüm bunları, ama sonuçta, bir amaç ve anlam edinir
kendine: Soyun, toplumun, kurumların
yenidenüretimi.
Amaçta ve anlamda ortaklık,
herkes gibi,
“içerden biri” olmak, kurallara ve hiyerarşiye riayet
etmek, mertebeleri birer ikişer tırmanmak; hayatta
kalma, tutunma gücüne ve iktidarına
sahip, mutlu
kişi!
(Dünya, imkânlar silsilesi olarak, oradadır. Keşfedilecek
ya da keşfedilmiş kaynaklar, araçlar, yollar,
tehlikeler ve sığınaklar. Kendi için mümkün bir konum
tasarlayıp kendini o konuma fırlatma gücünü
bulan mutlu kişi, ilerdeki imkân adına, varoluşunu
taşısa da terk etse de, her halükârda, eylemde
bulunmuş
olur; eyleyen insanlar yığını, kitle; buyuran
ve itaat eden.)


Hayat, nedensiz, var. Bunun farkında olmak ölümü
bilmekten daha korkutucu. Ölüm, yokluk, yaşayanların
hafızasına eklenen; hayat ise, varlığıyla,
ilişkileriyle hissedilen, kendini hissettiren, anlam
ya
da anlamsızlık, gerilim. Hayatın yalnızca var olması,
hatta varolmak zorunda bile olmaması, ölümü de
içermesi, insana dehşet verir, hayata tutunur,
varlığını
kalıcı, sağlam kılma gücünü, kendini
sağlam
kılarken ise neredeyse geri kalan her şeyi tahrip
etme gücünü, iktidar gücünü arzular insan; ölümsüzlüğün,
ölümsüzlüğünün kanıtı olarak yarattığı
toplumsal ve kurumsal her şeyin aslında ölümü
çağrıştırdığını, ölümü çağırdığını göremeyecek
kadar
körleşir. Arzusunda, arzusuyla, kördür o, hayatı
–doğadaki ve kendindeki hayatı–yok eder. Gündelik
cehennemi cennete çevirme arzusu: Nedensizliğe
(esersizliğe) tahammülsüz insanın, hayatın
hayat
olarak varlığına katlanamayan insanın, bedeli korkunç,
nafile arayışı, aldanışı ve aldatışı...
Doğum ile ölüm arasına sıkışan her şey, tüm yaşantılar,
ölümün tesadüfiliği karşısında eksik kalmaya
mahkûm. Ve hayat, kaçınılmaz ilişkileri nedeniyle,
hep başkasına dönük: Eksiklik, yetersizlik,
muktedir olamama, hayatın özü, özrü. Ortaklaşılan
tek şey, başka hiçbir şeye gerek duymayan yoksunluk
hali. Hayatın tüm hareketi, bir sona –amaca–
varmak değil, tamamlanmamışlığın, tümlenemeyecek
olmanın yol açtığı acele ve karmaşa yalnızca;
bir nehrin sürekli akışı, rüzgârın uğultusu, kuşların
sesi, fillerin yürüyüşü ve insan... (Ve bilmeme hali;
tümlenemeyeceğini bilmeyen insanın cehaleti, iç
sıkıntısı –doğada bilgi yok ki, tasasız doğa!) Yola çıkılan
yer, sayısız yerlerden biri, hem rastlantı hem
zorunluluk; varılan yer, varılacak yerler gibi, ara istasyon,
ama varılan her yer, her an, ölümle yüz yüze,
varılacak nihai yer olabilir; ömür hep arada, ortada,
kesişen, ayrışan, devinen... ve insan, doğanın,
hayatın mirasına rağmen, bu mirasla birlikte –kendi
tekil yaşantılarını deneyerek kuran insan– hep yeniden
başlar, nedensizliğine, anlamsızlığına anlam
arar, uydurur.

Yaşamak; sonsuz, sabit ve nesnel zamanın rastlantısal
süresi boyunca var olmaksa, öncelikle zaman
(ve tarih) kuşatmış demektir hayatı, sonra da
–yine zamanın (ve tarihin) ürünü– genetik, kültürel
ve toplumsal etkenler (parçalayamayacağımız, indirgeyemeyeceğimiz
bir bütün oluşturduğundan,
çelişik ve kaotik bir bütün oluşturduğundan, sözcüklerin
çokluğuna sığınarak adlandırabileceğimiz
biyo-psiko-sosyal varlığımız).
Yaşamak, köleliktir; zamanın ve mekânın kuşatmasını
veri almaktır, özgürlüksüzlüğün kabulüdür.
İnsan, doğmuş olmanın azabını, hayatın köleliğini
kabul ile tanrılaşma isteği arasında gidip gelerek
teskin etmeye çalışır. İnsan olmak tanrı da olmaktır;
simgeler yaratıcısı insan, tanrılarını –Ethika’yı
ve Estetika’yı– yaratırken, eşzamanlı olarak, köleliğinin
toplumsal kurumlarını –iktisadı, dini, politikayı...–
da yaratmış, köleliğine kölelik katmış,
sonra, tanrılarıyla birlikte kendini de öldürmüştür.
Doğada kültürel ortam yaratabilen, salt hayatta kalma
güdüsünün ötesine geçerek simgesel yaşantılar
içine girebilen insan, yalnızca doğanın doğallığına
aykırı davranmakla kalmamış, kendi insanlığına
da aykırı düşmüştür. Dili, konuşmayı, resmetmeyi,
yazmayı bilen insan, kendine ve doğaya yabancı, dolayımlı
insan, “başka” bir doğanın insanıdır artık:
doğa olmayan doğanın...