.

.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

15 Kas 2014

Sanat olsun, isterse dünya batsın!






Günümüz insanlarının giderek proleterleşmesi ve kitle oluşumlarının çoğalması, aynı olayın iki ayrı yüzünden başka bir şey değildir. Faşizm, yeni oluşan, proleterleşmiş kitleleri, bu kitlelerin ortadan kaldırılmasını istediği mülkiyet ilişkilerine dokunmadan örgütleme çabasındadır. Faşizm, kurtuluşunu, kitlelerin kendilerini ifade edebilmelerini (elbet haklarını tanımaya asla yanaşmaksızın) sağlamakta bulmaktadır.


 Kitlelerin mülkiyet koşullarının değiştirilmesini isteme hakları vardır; faşizm ise bu koşulların konserve edilişini, sözü edilen kitlelerin ifadesi kılmak peşindedir. Faşizm.........kendi içinde tutarlı, olarak, politik yaşamın estetize edilmesini amaçlar. Faşizmin bir liderin kültüyle boyunduruk altına aldığı kitlelerin ırzına geçilmesiyle, yine faşizmin kült değerlerinin üretilmesi için yararlandığı bir aygıtın ırzına geçilmesi, birbiriyle örtüşmektedir.


Politikanın estetize edilmesine yönelik bütün çabalar, tek bir noktada doruğuna varır. Bu nokta, savaştır. En büyük boyutlardaki kitle hareketlerini geleneksel mülkiyet ilişkilerini değiştirmeden
koruyarak belli bir hedefe yöneltmeyi, yalnızca ve yalnızca savaş sağlayabilir. Olayın politika açısından ifadesi budur. Teknik açıdan ifadesi ise şöyledir: içinde yaşanılan zamanın bütün teknik araçlarını, mülkiyet koşullarını koruyarak harekete geçirmeyi yalnızca savaş sağlayabilir. Faşizmin savaşı yüceltme eyleminin bu kanıtları kullanmaması, doğaldır. Ama bu kanıtları gözden geçirmek, yine de öğreticidir. Marinetti’nin, Etiyopya’daki sömürge savaşına ilişkin manifestosunda şöyle denilmektedir:

“Yirmi yedi yıldan bu yana biz fütüristler, savaşın estetiğe aykırı diye nitelendirilmesine karşı çıkmaktayız... Bu bağlamda yaptığımız saptamalar, şunlardır: ... Savaş güzeldir, çünkü gaz maskeleri, korkutucu megafonlar, alev makineleri ve tanklar aracılığıyla insanın, boyunduruk altına alınan makine üzerindeki egemenliğine gerekçe kazandırır. Savaş güzeldir, çünkü insan bedeninin o düşlenen konumunu, metalleştirilmesi konumunu kutsayarak gerçeğe dönüştürür. Savaş güzeldir, çünkü çiçekler açan bir çayırı mitralyözlerin ateşten orkideleriyle zenginleştirir. Savaş güzeldir, çünkü tüfek ateşini, top atışlarını, ateşin kesildiği anları, parfüm ve çürüme kokularını tek bir senfoni halinde birleştirir. Savaş güzeldir, çünkü büyük tanklarınki, geometrik uçak filolarınınki, yanan köylerden yükselen duman helezonlarınınki gibi yeni mimari biçimler ve daha pek çok şeyler yaratır... Ey fütürizm şairleri, yazarları ve sanatçıları... bir savaş estetiğine ilişkin bu temel ilkeleri anımsayın; anımsayın ki, yeni bir şiir ve yeni plastik sanatlar uğruna harcadığınız çabalar yine sizin ışığınızla aydınlansın!”

Bu manifestonun ayrıcalığı, çok açık oluşudur. Sorunları ortaya koyma biçimi açısından ise diyalektik düşünen birince benimsenmeye layıktır. Bu manifestoya bugünün savaşının estetiği şöyle görünmektedir: Üretim güçlerinin doğal yoldan değerlendirilmesi mülkiyet düzenince önlenirken, teknik araçların, temponun, güç kaynaklarının yoğunlaşması, doğaldışı bir değerlendirmeye zorlamaktadır. Bu doğaldışı değerlendirme, savaş aracılığıyla gerçekleşmektedir; savaş, yıkımlarıyla toplumun tekniği kendi organı kılmaya yetecek olgunlukta olmadığının, tekniğin de toplumun temel güçlerini yenecek ölçüde gelişmediğinin kanıtını sergilemektedir. Emperyalist savaş, en korkunç çizgileriyle, dev üretim araçlarıyla, bunların üretim süreci içersindeki yetersiz değerlendirilmesi arasında uzanan uçurum tarafından (başka deyişle, işsizlik ve sürüm pazarlarının eksikliği tarafından) belirlenmektedir. Emperyalist savaş, toplumun doğal malzemesinden yoksun kıldığı istemleri "insan malzemesi”nin yardımıyla karşılayan tekniğin bir başkaldırısıdır. Teknik, nehirleri kanalize edecek yerde, insan selini siperlere yöneltmekte, uçaklarından tohum atacak yerde kentlere yangın bombaları yağdırmaktadır; gaz savaşında ise Aura’yı yeni bir biçimde ortadan kaldırmaya yarayan bir araç bulmuştur.

“Fiat ars, pereat mundus” ( “Sanat olsun, isterse dünya batsın” (Ç.N.) ) diyen faşizm, tekniğin değişime uğrattığı, duyusal algılamanın sanatsal düzlemde doyuma ulaştırılmasını, Marinetti’nin itiraf ettiği gibi, savaştan bekler. Bu, herhalde tam anlamıyla sanat sanat içindir’in gerçekleşmesi olmaktadır. Bir zamanlar Homeros’ta, Olimpos Dağı’ndaki tanrıların gözünde bir tür sergi malzemesi olan insanlık, şimdi kendi kendisi için bir sergi malzemesi olup çıkmıştır. Kendine yabancılaşması, ona kendi yıkımını birinci sınıf bir estetik haz kaynağı niteliğiyle yaşatacak boyutlara varmıştır. Faşizmin politikayı estetize etme çabalarının vardığı nokta, işte budur. Komünizm, buna sanatın politize edilmesiyle yanıt verir.

Walter Benjamin / Pasajlar

4 Eki 2014

ceux qui ne peuvent pas tenir







“Evet, sayın sekreterim: nerede kalmıştık? Son cümleyi tekrar okur musun lütfen?”
Turgut: “Babanın uşağı yok,” diye karşılık verdi. “Sen de, günümüzdeki son Osmanlı müverrihleri gibi bunadın mı yoksa?”
“Evet, nerede kalmıştık? Uzatmayın, rica ederim.”
“Benim Gogol’a benzediğimden ve senin de Belinsky dümeniyle beni batırdığından bahsediyorduk.”
“Babanızın aksine, bildiğiniz birkaç kelimeyi ne kadar da yerinde kullanırsınız aziz Turgut! Üstelik, doğru da telaffuz edersiniz.”
“Beni kızdırma! Başmaçkin ve Çiçikov derim sonra; kendine gelemezsin. Seni Dostoyevski bile kurtaramaz.”
“Turgut Bey oğlumuz, kelimeleri yerli yerinde kullanmakla birlikte, henüz genç ve ateşli oldukları için, meselelerin derununa nüfuz edemiyorlar. Lütfen, kıraat buyurun!”
Turgut: “Bu kadarı da fazla,” dedi ve son yazdığı cümleyi okudu.
“Bazı telaffuz hatalarına rağmen kıraatiniz fena değil, Turgut Bey oğlumuz,” diyerek Turgut’un yanağını okşadı Selim.
Turgut: “Eski Osmanlı ediplerine çok özendiğiniz ayan oluyor efendim,” dedi. “Beni gözünüze kestirdiniz galiba.”
“Bu sözdeki imayı anlamamış olalım ve tarihi vazifemizi ifaya devam edelim. Evet: Turgut, pısırık bir baba ve müstebit bir annenin tesirinin ruhunda uyandırdığı hercümerci, çok küçük yaşta farketti ve...” Turgut tamamladı: “Hürriyeti seçti.”


“Evet! Genç yaşımızda okumuş olduğumuz ve her vatanperver Türk genci gibi tesir aldığımız ve bizim ruhumuzda da derin inikâsları olan sabık ve sakıt Rus Mühendis-i Hümayunu Victor Kravchenko Efendinin komünizma rejimini tel’in için yazmış olduğu kitabının başlığında ifade ettiği tabirle ‘Hürriyeti seçti’. Yani, sokağa düştü.”
Turgut: “Sokağa düşen senin...” dedi, vazgeçti. “Fakat, üstadım Selim! Osmanlı ifade tarzından vahim inhiraflar gösteriyorsunuz.”
“Turgut’un ileride ne kadar mütehayyiz bir şahsiyeti olacağını anlamaktan âciz bulunan Lâlegül Sokağı sakinleri, küçük yaşta sokağa düşen -tabirimi mazur görün- Birinci Dragut’a hüsn-ü kabul göstermediler.”
“Allahtan Hüsnü Bey’le ilgili bir kelime oyunu yapmadın burada.”
“Beni minimize ediyorsunuz. Sus yahu! Biyografinin canına okudun. Nerede kalmıştık?”
“Bir daha okursam öleyim!”
“Evet! Turgut, tercümei halini yazan büyük müverrih Selim Işık’ın aksine, ilk tahsilini sokakta yapmıştı. Henüz üç yaşının baharındaydı. Güneşli bir günün sabahında, minimini Turgut, ilk defa sokağa çıkıyordu. Nasıl, minimini Newton, gene böyle güneşli bir günde, bahçesinde dolaşırken,
başına düşen bir elma sayesinde yerçekimi kanununu bulmuşsa, Turgut da o gün, sokak, dolayısıyla hayat mücadelesi kanununu keşfetmişti. Evlerinin yanındaki boş arsada top oynayan çocukların arasına, yaşının verdiği teklifsizlikle sokulmaya çalışınca, beş yaşında kocaman bir sokak serserisinden ilk yumruğu yedi gözüne. Hidrostatik kanununu bulur bulmaz hamamdan fırlayan Arşimidis’in hızıyla geriye döndü ve annesine şikâyete koştu. Annesinden yediği dayak, ona ikinci hayat kanununu keşfettirdi: ‘... ve şikâyet etmeyesin.’ Daha sonraki bütün muvaffakıyetlerine rağmen, hayatındaki bu ilk lekeyi silmek, hiçbir zaman mümkün olmadı. O günkü çocuklar -bugün futbolcu oldular- ‘Mahallede topu ayağına sürdürmezdik. Şimdi başvekil olmuş,’ derler.”

Turgut: “Tahrif! Tahrif!” diyerek kalktı. “Aynı sütunlarda, aynı punto, aynı katrat ve aynı ifadeyle tekzip ederim. Be-yanınız hilaf-ı hakikattir. Mahsulünüz garibe-i hilkattır. Hadise, aslında şöyle vuku bulmuştur: ben o sıralarda, bir işim dolayısıyla, top dediğiniz gâvur icadını oynadıkları mahalden
geçiyordum.”
“O küçük yaşta ne gibi bir işiniz vardı, canım efendim?”
“Dünyayı da ona benzeterek yuvarlak zannettikleri için beğenmediğim bu nesne -buyurduğunuzun aksine- tesadüfen de olsa ayağıma çarptı ve böylece ben, ‘topa ayağımı sürmüş’ oldum. Bu keyfiyet bile, sözlerinizin ne kadar hayal mahsulü olduğunu göstermeye kifayet eder sanırım.”
“Eder, eder,” dedi Selim aceleyle. “Sen eder dediğin için eder. Osmanlı kafasında mantık ne gezer? Aman tahtaya vur değmesin nazar.”
“Yarım kafiye,” dedi Turgut ilgisizce.
“Hayır efendim, göz kafiyesi. Ben sizi Muallim Nacici zannediyordum cici çocuk. Bu meselenin derinine girelim mi?”
Turgut: “Girmeyelim,” dedi.
“Peki efendim. Zaten niyetimiz yoktu. Devam edelim, sürüp gitsin bu macera; eğer bulabilirlerse kendine uygun bir mecra. Yediği dayağa rağmen, ya da yediği dayağın verdiği hırsla, Turgut -bunu itiraf etmek zorundayım- Türk’ün, Kuzey Korea’da gösterdiği ve daha önce Yunanlı pehlivan Cim
Landos’un yakinen bildiği acı kuvvetini, o günden itibaren damarlarında hissetmeye başlamıştı.”
Turgut: “Adalelerinde,” dedi kesin bir tavırla.
“Evet. Adalelerinde. İşte, neresindeyse orasında duyduğu ve sonra üniversite kantininde, karşı masada oturan kızlara da gazoz kapaklarını birer birer bükmek suretiyle gösterdiği acı kuvveti sayesinde, arkadaşları arasında haksız şöhret kazanmıştı. Ne olacak? Ayı işte.”
“Hislerinize mağlup oluyorsunuz üstadım.”
“Mağlubiyet hakkındaki hükmü tarihe bırakalım ve serencama devam edelim.”
“Akıl hocası Makyavel’in bir köprüyü geçişi sırasında, karşısına birdenbire çıkan bir ayıyı, annesinin erkek kardeşi sıfatıyla selamlaması gibi, Turgut da, kuvvetli olduğu yerlerde ayıya ayı dediği halde, işine gelmeyince onunla bir akrabalık kurması...”
“Peki Selim, ayı-dayı-Makyavel oyunlarının zavallılığını nasıl olur da görmezsin?”
Selim: “Rezilliğimden,” dedi. “Biliyorsun, Yeraltından Notlar’da Dostoyevski...”
“Gene sözünü keseceğim. Ne olur, oraya girmeyelim. Ben kayboluyorum orada.”
“Oysa biraz okusaydın, sen de orta halli bir Dostoyevski olabilirdin pek güzel. Orta çapta bir humiliation çıkardı ortaya; bir hikâye filan yazardın. Geçinip giderdik.”
“Farkındasın değil mi?” diye sordu Turgut. “Sen o İngilizce sözü edince, nasıl budalaca bir bilgiçlik gülümsemesi kapladı suratımı.”
“Fakat, Turgutçuğum; sen Dostoyevski’yle Çehov’u karıştırıyorsun, bana kalırsa.”
“Olsun, bir daha denerim. Üzülürüm bu sözlerine; biraz kendi kendimi yerim. Gene de iyi niyetle denerim bir daha.”
Selim güldü: “Bu biraz daha iyi oldu. Yalnız, kendi kendini yerken, bunu sen bile bilmeyeceksin, kendine bile söylemekten korkacaksın. Bir gölge gibi, kapının altından süzüleceksin. Duvarda karafatmalar; gerçek karafatmalar değil tabii. Daha kapıdan girerken hiçbir şeyin yoktu; oysa dereceyi koyuyorsun: otuz dokuz ateş...”
“Dostoyevski için ölüp bittiğin halde bu sözleri söylemen humiliation bana kalırsa.”
“Turgut! Bu sözü, nasıl buldun? Farkında mısın öneminin? Hayır, olamaz, bir yerde okudun bunu.”
“Selim, biliyorsun, biz Türkler, mahalle...”
“Hayır, sus konuşma, bozma. Bak, Turgut; hayatın boyunca bir daha konuşmayacaksın bu sözünden sonra. Söz veriyorsun değil mi?”
“Yoldan çıktığına göre ilhamını kaybetmiş olmalısın”
“Hayır, dostum. Ben, en acıklı anda bile güldürücü sözler bulabilen bir insanım. Kendime acımam yoktur.” Silkindi, gözlerini yumdu; sonra hemen açtı; değişik bir sesle devam etti:
“Küçük yaşta, akranları arasında önder olması, onun birçok aşağılık duygusundan kurtulmasına yardımcı olduysa da manevi bakımdan kaçınılmaz bir fakirliğe sürükledi onu. Bu arada, Ahmet Mithat Efendi gibi, kısa bir süre için de olsa, okuyucularımızdan izin alarak mevzumuzu bir yana bırakmamıza rağmen, bize bu fırsatı verenlere, bu arada bu satırların yazarına, ayrıca bizzat gelemeyerek yarı yolda kalanlara bilhassa teşekkür ederiz. Turgut, yukarıda zikredildiği gibi, kısa pantalonlu yaşantısının bu erken başarısına kapıldı; ondan sonra da her davranışında, Borjiya gibi ‘Zafer veya hiç’ düsturuna sadık kaldı. Bu orman yasasını, üniversite kapıcısının o sırada başka yere bakmasından faydalanarak mukaddes camiamızın içine de soktu. Evet beyler! İştirakiyun mezhebinden de yıkıcı olan bu telakkiyi aramıza sokan Turgut’tur. Turgut değil o hayduttur. Halbuki
‘Vermesini bilmeyenler alamayacaklardır.’”
“Hayatımdır bahis konusu olan. İncil’i karıştırma ulan,” diye Selim’in sözünü kesti Turgut.
“Uygun bir kafiye bulamadığım için bu müdahaleni karşılıksız bırakmak zorundayım.”
Turgut: “Her zamanki gibi işin sonunu kendine bağlamak gibi kaçınılmaz bir eğilim görüyorum sende,” dedi.
“Mülahazat hanesine yazacaklarımız şimdilik bu kadar.

Gelelim Turgut’un okul ve dış dünyayla temaslarına.
“Turgut’un küçük yaştan beri geliştirdiği ve sonraları arkadaşlarının başına ağır bir yük tahmil eden hususiyetlerin den biri de her şeyi mantıkî neticelerine kadar takip etmek olmuştur. ‘Mantıki neticelerine kadar götürmek’ gibi korkunç bir tabir daha düşünemiyorum. Bu hususiyet onda, Selim Işık’ın aksine, sonradan olma bir vakıadır. Üniversite hayatı sırasında bir umumiyet halini alan bu hususiyet, zamanla büyük düşüşler kaydetmiştir. Esasında, herhangi bir konuyu mantıkî neticelerine götürmek son derece tehlikeli ve... yasaktır. Hiçbir vatandaşımızın bu oyuna kapılmasına asla ve kat’a müsaade edilmemelidir. Bu, ancak oyun kabilinden ve Cumhuriyet Bayramlarında, maytapla birlikte
patlatılması caiz olan bir kaziyedir.

“Turgut, bu oyunu, önce işine geldiği için sevdi. Ben, her sene sınıfın birincisiyim ve herkesten kuvvetliyim ve kızlarla konuşuyorum. Ama ne demişler: gülme Menderes gülme, senden büyük Allah var. Halbuki o ne diyor. ‘Gencim, güzelim, matematikten de on aldım. O halde mantıkî neticelerden ne korkum olabilir? Komplekslerim yok ve ellerim terlemiyor. Bana kimse dokunamaz.’

“Bir insanı, diğerinden ayıran hususiyet nedir? Dış şartlar mı? Olamaz. Nedir o halde?

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

diagnostic


Erdem Olarak Islah Edilmiş Vahşet. — Sadece kendini gösterme dürtüsüne ilişkin bir ahlaklılıktır buradaki... hakkında fazla iyi düşünmeyin! Aslında nasıl bir dürtü bu ve nedir bunun arkasındaki düşünce? İnsan bakışlarının başkasına acı vermesini ve kıskançlığının onda acizlik ve çökme duygusu yaratmasını istiyor. Diline bir damla bizim balımızdan damlatmak ve bu sözümona iyilik sırasında uğradığı zararın sevinciyle gözlerine keskin bakışlarla bakmak suretiyle ona alınyazısının acılığını tattırmak ister insan. Bu kişi alçakgönüllü olmuş ve şimdi kusursuz bir alçakgönüllüdür. Uzun zamandan beri bununla işkence yapmak isteyenleri arayın! Onları mutlaka bulacaksınız! O kişi hayvanlara karşı merhamet gösterir ve bundan dolayı hayranlık uyandırır... ama bazı insanlar var ki, vahşetini onlarla boşaltmak ister. Orada büyük sanatçı duruyor: Kıskançlıkta önceden duyumsanan şehvete yenilen rakip, gücünü büyüyene kadar uykuya yatırmamış... büyümesi uğruna diğer ruhlara ne kadar çok acı anlar yaşatmıştır! Rahibenin iffeti: Nasıl da cezalandırıcı gözlerle bakar başka türlü yaşayan kadınların yüzüne! O gözlerde ne de çok intikam aşkı var! — Konu kısa, hakkındaki varyasyonlar sonsuz olabilir, ama öyle can sıkıcı olamaz... çünkü hala tümüyle kendi içinde çelişkili ve neredeyse acı veren bir yeniliktir ki, kendini gösterme ahlaklılığı son neden olarak nazikleştirilmiş vahşetten zevk alma olur. Son nedende... burada bu şu anlama gelir: her seferinde ilk kuşakta. Çünkü kendini gösteren herhangi bir eylem alışkanlığı kalıtımsal olarak intikal eder ama arkada yatan düşünce intikal etmez. (Sadece duyular; ama düşünceler intikal etmezler): Ama eğitimle tekrar verilmemek koşuluyla; ikinci kuşakta vahşet zevki artık belirmez: Tersine sadece alışkanlık olarak zevk söz konusudur. Ama bu zevk “iyi şeyin” ilk basamağıdır.

Tinden Gurur Duymak. — İnsanın hayvandan türediği öğretisine karşı mücadele eden ve doğa ile insan arasına büyük bir uçurum koyan gururu... bu gururun nedeni tinin ne olduğuna ilişkin önyargıdır: Bu önyargı nispeten yenidir. İnsanlığın tarih öncesi büyük çağında tin her yerde var sayılıyor, ama ona insanın ayrıcalığı olarak saygı göstermek kimsenin aklına gelmiyordu. Tersine tinsel olan (diğer bütün dürtülerin, kötülüklerin ve eğilimlerin yanında) ortak mal yapıldığı ve dolayısıyla kamulaştırıldığı için, hayvanlardan ya da ağaçlardan türemiş olmaktan utanılmıyordu (kibar soydan gelen kimseler bu türden masallarla onurlandırıldıklarına inanıyorlardı) ve tinde, bizi doğadan koparan değil, doğaya bağlayan bir şey görüldü. Böylece insan kendini alçakgönüllülük içinde eğitti... aynı şekilde bir önyargının sonucu olarak.

Ayak Bağı. — Ahlaksal açıdan çile çekmek ve bu tür çilenin temelinde bir yanlışın bulunduğunu öğrenmek, insanı isyan ettirir. Diğer dünyaları kabul etmektense acı çekmek suretiyle. “hakikatin derin dünyasını” kabul etmek diye biricik teselli var. Ve insan acısız yaşamaktan ve üstünlük duygusuna sahip olmaktansa, en iyisi acı çekmek ve bu sırada kendini gerçeklikten üstün hissetmek (böylece o “hakikatin derin dünyasına” bilinçle yaklaşmak için) ister. Böylece gurur ve onu memnun etmek için geleneksel adetler, yeni ahlak anlayışına karşı direnirler. Bu ayak bağını ortadan kaldırmak için hangi güç kullanılacaktır?

Daha fazla gurur mu? Yeni bir gurur mu?

Tanı /  F.Nietzsche

la chouette aveugle


Ne yazacağıını bilmiyorum. Saatin tİktakları ta kulağırnın dibinde. Alıp pencereden dışarı fırlatmak istiyorum. Bu korkunç ses, zamanın akışını beynime çekiçle vuruyor!

Bir haftadır kendimi ölüme hazırhyordum. Ne kadar yazı ve kağıdım varsa, tümünü yok ettim. Kirli eşyalarımı, benden sonra kontrol edip de kirli bir şey bulmamaları için uzağa attım. Beni yataktan çektikleri ve muayene için doktor geldiği vakit şık olayım diye yeni satın aldığım elbiseyi giydim. Kolonya şişesini aldım, güzel kokması için yatağa serptim. Fakat yaptığım işlerden hiçbiri sonucuna varmadığından bu defa da tatmin olmuş değildim. Çıkmaz canımdan korkuyordum. Bu imtiyaz ve üstünlüğü kolay kolay kimseye vermezler. Hiç kimsenin böylesine ucuza ölmeyeceğini biliyordum.

Yakınlarıının, akrabalarıının resimlerini çıkarıp, bir bir baktım. Her biri kendi gözlemlerime uygun olarak gözümün önünde canlandılar. Onları hem seviyor, hem sevmiyordum. Hem görmek istiyor, hem de istemiyordum. Hayır, hayır, onların hatıraları devamlı gözümün önündeydi. Fotoğrafları yırtıp paramparça ettim. Gönülden bağlılığım yoktu. Kendi kendime karar yürüttüm. Gördüm ki şefkatli bir insan değilmişim. Ben, katı, haşin ve nefret etmiş bir insan olarak yaratılmışım. Belki böyle değildim de, bir dereceye kadar yaşam ve zaman beni böyle yaptı. Ölümden de hiç korkmuyordum. Aksine beni ölüm mıknatısına çeken bir delilik bende belirmişti. Bu da yeni değil. Bir hikaye aklıma geldi. Beş altı yıl öncesine ait. Tahran'da bir gün sabah erkenden attardan esrar satın almak için Şahahat Caddesi'ne gittim. Üç tümenlik banknotu önüne bırakarak "İki kıranlıkr·ı esrar" dedim. O, kınalı sakalı ve başındaki takkesiyle salavat gönderiyordu. Gözucuyla bana baktı. Sanki kıyafetlerinden insanı tanıyordu, ya da düşüncemi okumuştu ki "bozuk param yok" dedi. İki kıran çıkarıp verdim. "Hayır satmıyorum" dedi. Sebebini sordum. "Siz genç ve cahilsiniz. Allah göstermesin, esrarı içiyorsunuz, ama çarpabilir" diye cevap verdi. Ben de üstelemedim.

Hiç kimse intihara karar vermez. !ntihar bazılarına mahsustur. Onların yaradılışında vardır. Herkesin yazgısı alnına yazılmıştır. Intihar da bazı kimselerle birlikte doğmuştur. Ben, yaşamı sürekli alaya aldım. Dünya, tüm insanlar, gözümde bir oyuncak, bir rezillik, boş ve anlamsız bir şeydir. Uyumak, bir daha uyanmamak istiyorum, rüya görmek de istemiyorum. Oysa bütün insanlarca intihar, çok acayip ve tuhaf bir şey olduğu için kendimi adamakıllı hasta etmek, ölecek hale gelip bitkinleşmek istiyordum. Herkes esrar içtiğimi duyduktan sonra "Hastalanıp öldü" desinler istiyordum.

Yatağımda not alıyorum. Saat üç. İki kişi beni görmeye geldi. Daha yeni gittiler ve yalnız kaldım. Başım dönüyor. Vücudum rahat ve dinlenmiş durumda. Midemde bir bardak sütlü çay var. Bedenim gevşek, zayıf ve rahatsız edici bir sıcaklığı var. Plakta güzel bir müzik parçası dinlemiştim. Aklıma geldi. Onu ıslık çalarak söylemek istiyorum, yapamıyorum. Keşke o plağı iki kere dinleseydim. Şimdi yaşamaktan ne hoşlanıyorum, ne de hoşlanmıyorum.

Bilinçsiz ve isteksizce yaşıyorum. Olağanüstü bir güç beni korumuş. Yaşam zindanında çelikten zinciriere bağlanmışım. Eğer ölmüş olsaydım, beni götürürlerdi. Paris Camii'nde Araplarm eline düşer, tekrar tekrar ölürdüm. Onların kılıklarından bizarım. Ne olursa olsun benim için farketmiyordu. Öldükten sonra beni tuvaIete de atmış olsaydılar, benim için birdi. Rahatlamıştım. Yalnız evimizdekiler ağlayıp inliyorlardı. Fotoğrafımı getiriyorlardı. Benim için dilleri tutuluyordu. Böyle pislikler yaygındır. Tüm bunlar bana ahmakça ve boş geliyor. Kuşkusuz birkaç kişi benden övgüyle bahsediyor, birkaç kişi de yalanlıyordu. Ama biraz sonra unutuluyordum. Ben kesinlikle bencil biriyim.

Ne kadar düşünüyorsam, bu hayatı sürdürmek boşuna! Ben toplumun bir mikrobu olmu~um, zarar veren bir varlık. Başkalarının sırtına yük. Bazen deliliğim başIıyor. Uzağa, çok uzağa, kendimi unutacağım bir yere gitmek, unutulmak, kaybolmak, yok olmak istiyorum. Kendimden kaçıp, çok uzaklara, mesela Sibirya'ya gitmek, ahşap evlerde, çam ağaçlarının altında, gri gök ve karın, lapa lapa yağan karın altında, gidip kendi hayatıma yeniden başlamak istiyorum. Ya da mesela Hindistan'a gitmek, parlak güneşin altında, göğe başlarını uzatmış ormanların altında, acayip insanlar arasında, kimsenin beni tanımadığı, kimsenin dilimi bilmediği, herşeyi kendimde hissedeceğim bir yere gitmek istiyorum. Ne var ki bu iş için yaratılmadığımı görüyorum. Hayır, ben tembelin biriyim. Yanlışlıkla dünyaya gelmişim. Bütün planlarıma göz yumdum. Aşktan, zevkten, her şeyden kenara çekildim. Artık ölüler sınıfından sayılıyorum.

Kör Baykuş / Sadık Hidayet

15 Eyl 2014

Gözlerim denizde

     
  Gördüm, yalnızlığımı gördüm
Çok derinde bana bakıyor..

      

Ne var bu kadının sesinde ? Kızılok ta olmayan ne var?

7 Eyl 2014

İnsan hayvanların en gaddarıdır.

 

 

"İnsan hayvanların en gaddarıdır.
Yeryüzünde en hüzün verici oyunlardan, boğa güreşleri
ve çarmıha germelerden
hazzetmiştir bugüne değin;
ve insan cehennemi keşfettiğinde, bakın ki,
bu onun yeryüzündeki cenneti oldu.

Büyük insan bağırırsa eğer-:
Alelacele koşar küçük insan imdada
ve keyfinden dili ağzından sarkar:
O ise bunu, "merhametim" diye tanımlar.

Küçük adam, hele şair- ne mahirane şikayet eder hayatı sözlerle!
Kulak verin ona, lakin her şikayette gizli olan hazzı da duymazlıktan gelmeyin!
Hayattan şikayet eden böyleleri:
Bir bakışıyla haklarından gelir hayat bunların.
"Beni seviyorsun, öyle mi?" der küstah,
"Azıcık bekle, sana ayıracak vaktim yok henüz."

İnsan, kendine karşı en zalim olan hayvandır;
ve "günahkar" ve "çarmıh taşıyan" ve "tövbekar" diye tanımlananların
yakınma ve şikayetlerindeki hazzı duymazlıktan gelmeyin!

...

"Ebediyen tekrar gelir, kendisinden usandığın o küçük insan!" - böyle derdi kederim esneyerek
ve sürürdü ayağını ve dalamazdı uykuya.
Mağaraya dönüştü gözümde, insanoğlunun dünyası, göğsü içine çöküktü;
her canlı şey, bana bir insan çürümesi ve kemik
ve yıkkın bir mazi gibi göründü.

İnsan mezarlarının tamamında oturuyordu iç çekişim
ve takati yoktu ayağa kalkmaya;
iç çekişlerim ve soru soruşlarım,
gece gündüz felaketleri vukuundan erken haber veriyor
ve gırtlağımdan yakalayıp boğmaya çalışıyor
ve içimi kemiriyor ve yakınıyordu:

- "Ah, insan ebediyen tekrar gelir!
Küçük insan ebediyen tekrar gelir!"

Vaktiyle çırılçıplak görmüştüm ikisini de
en büyük insanla en küçük insanı:
Pek benziyorlardı birbirlerine
- pek insaniydi, en büyüğü dahi!

Pek küçük, en büyüğü dahi insanın!
- Buydu benim insanda usandığım!
Ve en küçüğünde dahi ebediyen tekrar gelmesi!
- Buydu benim usandığım tüm varoluşta.

Ah, tiksinti! Tiksinti! Tiksinti!" - - 

Büyle buyurdu Zerdüşt ve içini çekti ve ürperdi; hastalığını hatırlamıştı zira.

-Friedrich Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt, Nekahetteki

3 Eyl 2014

Nerden başlamalı!








Ben hep, dünyada susmaktan daha iyi bir şey yoktur, Butimar gibi olan insan daha iyi insandır diye düşünürdüm. Butimar, deniz kıyısına çöker, kanatlarını açar, oturur tek başına.

Ama ben hiç de böyle yapamam şimdi, çünkü olmaması gerekli şey oldu. Bir saate varmaz, ya da hemen şimdi bir güruh sarhoş polis gelir, yakalar beni. Paçayı kurtarmaya hiç niyetim yok, inkar zaten imkansız, kan izlerini yok etsem de imkansız. Fakat ellerine geçmeden bir kadeh şarap içeceğim, babamdan kalma ve duvardaki rafa koyduğum o şişeden bir kadeh şarap içeceğim.

Bütün hayatımı bir salkım üzüm gibi avucumda sıkmak istiyorum, suyunu, hayır, şarabını damla damla, gölgemin kurumuş boğazına akıtmak istiyorum, kutsal su gibi. Ama önce beni bu oda köşesinde tümörler gibi, kanserler gibi azar azar yemiş bitirmiş dertlerimi kağıda geçirmek istiyorum, çünkü düşüncelerimi daha bir düzene koyarım böylece. Yoksa maksadım bir vasiyetname yazmak mı? Hayır! Çünkü ne malım var kadıya yedirecek, ne dinim var şeytana verecek. Hem sonra daha nesine takılıp kalacağım bu dünyanın? Hayat denen şeyden el çektim, bıraktım, pekala, gitsin elimden! Ben gidince de, adam sen de, kim isterse okusun benim bu kağıt parçalarını.

Ne gelecek umurumda, ne onlar. Yazıyorsam, yazmak ihtiyacı beni zorluyor da ondan. Mecburum, düşüncelerimi hayali bir varlığa, gölgeme bildirmek baskısını çok, pek çok hissediyorum. O uğursuz gölge lamba ışığında duvardan eğiliyor, yazdıklarımı dikkatle okuyor, oburca yutuyor sanki. Bu gölge, besbelli, benden daha iyi anlıyor onları! Fakat ben yalnız gölgerole konuşabilirim. Beni konuşmaya o zorladı, yalnız o anlar, kavrar şüphesiz .... Bu usareyi, hayır, varlığıının buruk şarabını
damla damla onun boğazına sıkıp akıtarak, diyeceğim ki ona:

"İşte benim hayatım!"

Beni dün gören, cılız sağlıksız bir genç adam görmüştü, ama bugün gören saçları ağarmış, gözleri kızarmış, yarık dudaklı, kambur bir ihtiyar görür. Pencereden dışarı bakmaya korkuyorum, kendimi aynada görmekten korkuyorum. Nereye baksam çoğalmış gölgelerimi görüyorum. Fakat iki büklüm
gölgeme hayatımdan bahsedeceksem, bir hikaye aniatmarn gerekir. Ah, ne çok çocukluk, aşk, çiftleşme, evlilik ve ölüm hikayeleri var, hiçbiri de gerçek değil! Kıssalar, parlak sözler yordu beni.

Kendimi bu üzüm salkımını sıkmaya zorlayacağım, ama onda en küçük bir gerçek payı var mıdır, bilmiyorum. Nerdeyim, bilmiyorum. Başımın üstündeki bu gök, üzerinde oturduğum şu bir karış toprak Nişabur' a mı, Belh' e mi, Benares' e mi ait, bilmiyorum. Dayandığım, güvendiğim hiçbir şey yok.

Birbirine ters düşen öyle çok şey gördüm, birbiriyle çelişen öyle çok şey duydum ki! O görmeler yüzünden gözlerim, eşyanın yüzeyinde, ruhu özü örten o ince ve sert kabukta aşındı.

Artık hiçbir şeye inanmıyorum, hatta şimdi eşyaların ağırlığından, sabitliğinden, açık seçik gerçeklerden şüphe ediyorum. Avludaki taş havana parmağımla vursam ve sorsam: sabit misin,
muhkem misin? - Evet! diye cevap verse bilmem inanır mıyım!

Başkalarından ayrılmış, bağımsız bir varlık mıyım? Bilmiyorum.

Fakat şimdi aynaya baktım, tanıdım kendimi: Hayır o eski "ben" ölmüştür, çürümüş dağılmıştır, ama işte aramızda hiçbir set, hiçbir engel yok. Hikayemi anlatmalıyım, ama nerden başlasam? Hayat baştan başa kıssadır, hikayedir. Üzüm salkımını sıkmalı, ve şırasını kaşık kaşık, bu ihtiyar gölgenin
kurumuş boğazına akıtmalıyım.

Nerden başlamalı!