.

.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

14 Oca 2011

İnsanlığın Gönlündeki Leylalar


Leyla, hiç güzel değilmiş. Mecnun’a sormuşlar: “O kadar eziyet bunun için miydi?” Mecnun yanıtlamış: “Hayır, gönlümdeki Leyla içindi...”

Herkesin gönlünde bir Leyla var. Günümüz insanının yazgısı, biraz da gönlündeki o “meçhûl” Leyla’yı bulamamak olmalı. Üstelik herkes bir başkasını seviyor ve büyük çoğunluk kendisini sevene âşık değil...

“Mutlu aşk yoktur,” diyen şair Aragon’un bu ünlü dizesi, “Mutlu aşkın yazılı tarihi yoktur,” cümlesiyle tamamlanmış. Gerçekten de mutlu aşkın yazılı tarihinin olmadığını görülür.

Avustralyalı antropolog Robert Brain’e göre aşk, bir içgüdü değil, kültürdür; eski Yunan’da doğan, Ortaçağ Avrupa’sında yüceltilen ve özellikle 20. yüzyılda çağdaş kurumlar tarafından allanıp pullanan bir kültür…

Bütün rituelleriyle birlikte evlilik, yani özel mülkiyetin korunmak istendiği kapitalist toplumların meşru aşk anlayışı, kesinlikle bir gereksinim değil, bir kültürdür. Ama aşkın, gerçek aşkın bir kültür olup olmadığı sorusunu düşünmek gerekiyor.

Aşk bir içgüdü mü, yoksa bir kültür mü? sorusuna kendi yanıtım, kesinlikle bir içgüdü ve bir gereksinme olduğu biçimindedir.

Aşk ve sevgi gereksinimi, insanın kendi varlığının ağırlığından, ona karşı edilgenliliğinden bir başkasının varlığına yönelerek ve onun varlığında eriyerek varoluş acısını dindirme çabasıdır da aslında. Levinas, “Varolmak bir lütuf değil, bir ağırlıktır,” der.Yine Levinas, “Toplumsal ilişki, insanın kendisinden sıyrılma mucizesidir,” derken, Sartre ise şu saptamada bulunuyor: “Başkası, benim için kâh varlığımı benden çalan, kâh bana ait bir varlık olduğunu ortaya çıkarandır,"

demektedir.Bu yüzden varlığımız, başkasının varlığı ve onun bize atfettikleriyle anlam kazanır...



Bu yüzden aşk, kişinin kendi benliğini de hissedebilmesi için –yalnız anatomik-fizyolojik değil-biyolojik ve psikolojik bir gereksinmedir. Geçici bir körlük hâli olduğu da söylenebilir. Bu körlüğün gördüğü, sadece sevilenin siluetidir. “Sevilen yüz, bir yandan tüm yüzleri tekeline almıştır bir yan-

dan da hiçbir zaman açık seçik hale gelemez. Aşırı dikkat aşığın bakışını bulanıklaştırdığından, ondan hatıra resme tekrar tekrar bakılır. O yüzden ‘yanımdayken bile hasretimdin’denilir. ‘Aşk, betimlemenin yasak olduğu yüz dinidir (Finkielkraut).’ Bu yüzden halk arasında aşkın, ‘çarpık bacakları düz görme sanatı’ olduğu da öne sürülmüştür; çünkü âşık, sevgiliye eleştirel bakabilme ve muhakeme yeteneğini yitirmiş tir, şuursuzdur; bütün enerjisiyle sevgiliye odaklanmıştır, fakat onu da tam göremememekte, göremediği için de sürekli idealize etmektedir.

Eğer, bir içgüdü değil de bir kültür olsaydı, kişiyi çılgına çevirip ölümlere götürebilecek kadar güçlü bir duygu olabilir miydi?

Kişinin aşk, sevgi gereksinimi, sonsuz bir susamışlıktır. Varlığın acısını dindirmek, beğenilmek, onaylanmak, arzulanmak, inanılmak, sevilmek, karnını doyurmuş ve sosyal güvenliğini sağlamış her insanın en doğal gereksinimidir. Dünyaya gelmiş olmasının da ona verdiği bir haktır bu; engelenenez, gasp edilemez, yasaklanamaz…



Sokrates, “Benim tek bilgim var, o da aşktır” derken, günümüz insanının ise büyük oranının en son bilgisi aşk şimdi. Aşk, dünyamızın en eski ve en evrensel ideolojisi de sayılabilirse, ona yabancılaşmak, insanın doğasına, miladına yabancılaşması da değil midir?

Etle tırnağın ayrışması gibi doğadan koparılan insan, metropollerin geniş caddelerinde bir hız ve karmaşaya kalırken, kuşkusuz aşk da doğasına yabancılaşıyor.

Aşkın şeffaflığına, temizliğine aşkın kendisinden başka her şey karılınca, metalaşan aşk özünden yalıtılıyor. Bu yüzden nice yanılsamanın ve cinsel tercihin adı yine “aşk” olarak aramızda dolaşıyor. Adı dolaşıyor, ama kendisi pek ortalıkta görünmüyor...

Şiddetin örselediği çocuklukların onulmaz yaralarını hasta ilişkilere taşımak için herkes kendi Leyla’sını hummalı bir bekleyişle arıyor... Fakat hasarlı kişiliklerle asla bulamayacak larını, buldukları an yitireceklerini ya da nasıl heba edip her şeyi bir çırpıda tüketeceklerini hiç bilmeden...

Bizim insanımız daha çok “koşullu” seviyor; oysa aşk, koşulsuz sevebilmektir. Aşk programlanıyor; bu da doğasına aykırıdır. O programlanamaz; gelir, bulur sizi ve “git” diyemezsiniz...




“ Benim istediğim gibi biri olursan seni sevebilirim” gibi üsluplarla aşk pazarlığa yatırılıyor; halbuki aşk, pazarlık konusu edilmeyecek belki de ilk insani edimdir. Aşk, sevgiliyi nasılsa öyle sevebilmektir, benimsemek ve içselleştirip kabullenmektir...

Bizdeki aşk anlayışında öncelikle “sahiplenme” ve “mülkiyet” duyguları öne çıkıyor. Bu da “kavuşma” ile anlam bulabiliyor; oysa ki çoğu zaman kavuşulan an’dır ayrılık...

Yıllar önce yanımdaki bir genç kızı, kişiliği ve birikimine çok inandığım bir ağabeyime göstererek,

”Ben bu kızı seviyorum ve onunla evleneceğim,”dediğimde, gülümseyerek yanıtlamıştı beni:

“Neden?Aşkınızı öldürmeye mi karar verdiniz?”

Bu yüzden aşk, her zaman kavuşmak değil, gerektiğinde bırakıp gitmesini bilmek oluyor... Bunu bir aşığa anlatabilmek bazen çok zor olabilse de.

Bir de aşkın öznesiyle gerçek bir özdeşleşmeyi ille de birbirimize benzemekte arıyoruz. Oysa herkesin tek kişilik demokratik özerk cumhuriyet olabildiği sağlıklı kişiliklerde soluk alabilir aşk.Bir an-

lamda zıtların da birliğidir, diyalektiktir bir şeydir aşk.Benzerleriyle ancak iyi dost olabilir insan.

Üstelik aşklar değil, en çok da dostluklar kalıcıdır…


Gerçek aşk, tutkudur. Tutku yıkıcıdır. Acı çekmeyi koşulsuz göze almaktır aşk. Şimdilerde ise hafta sonu eğlenceleri için âşık olunuyor (!) Mutlu olmak için! Oysa ki mutluluk diye bir şey yoktur yaşamda; olsa olsa “mutlu an”lar olabilir insan ömründe...

Aşk, kişiliğin harcıdır; acıyla başlar ve çoğu kez acı çekerek o ilişkiyi tüketirsiniz. Yaralanır ve yaralarsınız. Bazen sevginiz mağlûp gelir. Yenilmesini de bilmektir aşk...Yenilmesini ve bırakıp gitmesini...Yıllardır kimin olduğunu hiç anımsamayamadığım -belki de benim- şu iki dizeyi pek

sevmişimdir:”Can çekişen aşkları da vurmalı…/Vurmalı Ve sıradan bir intihar süsü vermeli!”

Aşk tenhalığı severken, şiimdi metropol aşkları, bulvar aşkları merkezi caddelerde, cafe’lerde, barlarda kümeleniyor; herkes birbirinin nesnesi, birbirinin vitrini.Sonra herkes sistemin nesnesi, her-

kes sistemin öznesi...

Barların loş ışıkları arasında gecenin ilerleyen saatlerinde alkol ve parfüm kokusunun baş döndürücülüğü refakatinde fısıldanan sevgi sözcükleri, aşkı değil, daha çok da cinselliği kışkırtıyor. Sonra mı? Sonra sevgisiz, dağınık, terli yataklardan geriye bazen tanımsız bir keder ve yalnızlık duygusu kalıyor...


Rousseau, “Gerçek aşk bağlılıkların en temizidir” diyor; şimdi görülmekte ki, aşk adına toplumumuzda nice kirlilikler yaşanıyor. Aşk, her gün mevzi kaybederek biraz daha ihanete uğruyor.Bu, bütün dünyada da artık böyle.

Gerçek aşkın Leyla’nın kendisine de gereksinimi yoktur aslında; herkes kendi sevgisini sever ya da aşk, bir kitabımın adında da vurguladığım gibi: Aşk,Tek kişiliktir…

Edebiyat tarihi de bir anlamda aşkın tarihidir.Dünyada birçok yazar ve şair de büyük aşklarıyla anılmış, yaşadıkları aşklar okurları tarafından ilgi ve sempati odağı olabilmiştir. Kimilerinin de sevgililerine yazdıkları mektuplar, edebiyat tarihinin unutulmaz yapıtları arasında yer almıştır. Kafka’nın Milena’ya mektupları bu türün başyapıtlarından biridir. Balzac da tıpkı Kafka gibi yüzünü hiç görmediği, sesini duymadığı bir kadına binlerce mektup yazmıştır. Henry Miller, Hoki Tokuda adlı Japon kadınla aşkını ve yazışmalarını evlilikle sonuçlandırmıştır; fakat üç yıl kadar sonra ayrılmışlar ve ayrıldıktan sonra da Miller’in aşkı, mektupları sürmüştür.S. Zweig’in mektupları da, mektup aşklarının önemli örneklerinden biridir.


Nietchsze’nin, kendisini reddeden Lou Salome’ye aşkının, uzun yıllar nefret ve hayranlıkla katışık duygularla sürdüğü bilinir. Tolstoy, tam kırk sekiz yıl birlikte yaşadığı Sonya’yı, ansızın terk eder ve aynı gece bir istasyon şefinin odasında son nefesini verir. Pavese, sevdiği genç kadın tarafından reddedildikten sonra, bir otel odasında fazla miktarda hap alarak yaşamını sona erdirir.

Yine Aragon’un Elsa, Mayakovski’nin Lili Brik, Eluard’ın Gala, Sartre’nin Simone de Beauvoir, D. H. Lawrance’ın Frieda, Duras’ın genç aşığı Yaan Andrea, Nâzım’ın Piraye ile aşkları, edebiyat tarihinde anılan ünlü aşklar arasında yerlerini almışlardır. Rosenbergler gibi siyasal kişiliklerin aşkları da ayrı bir sıralamanın konusudur.

Shakespeare’ın Romeo ve Jüliet karakterleri, aşk konulu anıt yapıtların başında gelir. Marquez, ‘Kolera Günlerinde Aşk’ adlı yapıtında, mutsuz bir aşkı çok sarsıcı bir üslupla anlatır. M. Duras’ın beyazperdeye de uyarlanan ‘Sevgili’si, Aytmatov’un ‘Cemile’si, Şeyh Galip’in ‘Hüsn-ü Aşk’ı, Mehmet Rauf’un ‘Eylül’ü, Halit Ziya Uşaklıgil’in ‘Aşk-ı Memnu’su, daha yenilerden Ahmet Altan’ın ‘Kılıç Yarası Gibi’ adlı yapıtları, ilk elde aklıma gelen aşk konulu bazı hikaye ve romanlar. 14. yüzyılda yazılan “Mem u Zin” destanı, yazılı Kürt edebiyatının unutulmaz güzellikteki aşk destanlarından biridir. Bu listeyi sayfalar boyu sürdürmek mümkün.

Bizim şiirimizde aşk temasından söz edebilmek için, Divan şiiriyle başlamak gerekir. Divan edebiyatı, aşk şiirlerinin mükemmel örnekleriyle doludur. Cumhuriyet dönemi Türkçe şiirin en büyük ustası Nâzım Hikmet’in ‘Saman Sarısı’ adlı şiirini ve diğer aşk şiirlerini anmak ve Nâzım’ın aynı zamanda büyük bir aşk şairi olduğunu vurgulamak gerekir.

“Yazıklar olsun o gönüle ki içinde bir ateş yoktur,” demiştir Ömer Hayyam. İçinde ateş taşıyan şairlerden biri de Ahmed Arif’tir; o da aşkları, inançları için yaşayıp ölenlerin destanını yazmıştır.

Büyük inançlar da büyük aşklardır elbette. Edebiyat tarihi, gönüllerinde inançları için, aşkları için büyük ateşler barındıran şairlerle anılır. Zaten gönlünde ateş olmayan adamdan da şair olmaz, olduğu da görülmemiştir...

Cemal Süreya, “Yoksuluz, gecelerimiz kısa/Dört nala sevişmek lazım,” dedikten sonra gecelerin, ömrün kısalığını ‘erken’ ölümüyle göstermiştir. Ahmet Muhip Dranas’ın ‘Serenad’, B.Necatigil’in ‘Solgun Bir Gül Dokununca’, C. Külebi’nin ‘Hikaye’, Attila İlhan’ın ‘Ben Sana Mecburum’, Edip Cansever’in, ‘Gül Kokuyorsun’ adlı şiirleri unutulur aşk şiirleri değildirler. Bu listeyi hayli uzatmak mümkün.

Bir kitabımda şöyle diyordum: “Aşklarda da büyük cehennemler vardır aslında, ama ne gam, herkes bir cennetmiş gibi koyulur aşka...”

“İnsan sevilmek istiyorsa, önce sevilmeye değer olmalıdır,” diyor Goethe. Eğer ki siz, duygularınızda, düşüncelerinizde samimiyseniz, insansanız, bireyseniz, dosdoğruysanız, sınırlarınızı ve insanın sınırlarını biliyorsanız, bir başkasına inanmadan önce kendinize inanıyorsanız, aşk gelir sizi bulur ve git diyemezsiniz.

Benim öğrendiğim ise, aşk, ürpertili, iyi bir cehennemdeki tedirgin mutsuzluktur. Bu yüzden böyle bir sosyo-kültürel ortamda ve böyle bir şiddet toplumunda aşkta sağduyuyu arayanlar, daha evlerine birer Şanso Panço olarak dönen yapayalnız birer Don Kişot’tur

Bir hikayemin finalinde vurguladığım gibi, unutulmamalıdır ki: Aşkın kavgasını veremeyenler, hiçbir şeyin kavgasını veremezler; aşkın özgürlüğünü yaşamayan ve yaşatmayanlar ise, hiçbir özgürlüğü hak edemezler!

Ve her şeye rağmen: Aşk, dinmemiştir/Yine de dalgındır elleri aşkın/Ve sıcaktır bir yurt kadar...


Yılmaz Odabaşı