.

.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

7 Ağu 2011

İnsan





Oysa soylu doğan kişi tamamen güven içinde ve kendisine karşı dürüst bir şekilde yaşar, hınç dolu insan ise kendisine karşı ne dürüst, ne saf, ne de açık yüreklidir. Karanlık bir ruha sahiptir ve gizli köşeleri, gizli kapıları sever; gizli olan her şey onun hoşuna gider, çünkü güvenliğini burada bulur. Hınç dolu insanlardan oluşan ırk, herhangi bir soylu ırktan daha dikkatli olacaktır. Ayrıca dikkate o kadar fazla bir önem verecektir ki, onu var olmanın ilk koşulu olarak görecektir.

(..)
Her yıl benim için gittikçe daha da ağırlaşıyor... Hastalığın en berbat, en acı verici dönemleri bile varlığımda şu an olduğu kadar çekilmez ve umutsuz olmamışlardır. Ne olmuştur? Şimdiye kadar güven duyduğum insanlardan beni koparan gün gelmiştir. Biri sırtını dönüp gider, öteki başka yere gider, herkes kendi küçük sürüsünü bulur, en bağımsız olan hiç kimseyi bulmaz ve karede yalnız kalır.

(...)

İnsan, hayvan ile 'Üstinsan' arasında gerili duran bir iptir, uçurumun üzerinde duran bir iptir... İnsanın büyüklüğü onun bir amaç değil de bir köprü olmasıdır. İnsanda sevebileceğimiz şey ise, onun bir geçiş ya da düşüş olmasıdır.


Köprüye dayanmış,
Karanlık gece ayaktaydım,
Uzaktan bir şarkı bana kadar geliyordu,
Su damlacıkları oluk oluk
Suyun titrek yüzüne akıyordu.
Gondollar, ışık, müzik.
Hepsi su üzerinde dolaşıyordu alacakaranlığa doğru.
Ruhum bir arpın ezgisi,
Kendi kendisine şarkı söylüyordu.
Alacalı bir sonsuz mutlulukla titreyen
Bir gondolcü şarkısı.
Dinliyor muydu acaba birisi onu? 




Ah, buldum onu kardeşlerim! İşte, en yüce dorukta kanıyor sevinç pınarı benim için! Burda, hiçbir ayak takımının benimle birlikte içemeyeceği bir yaşam var! Akışın nerdeyse pek yoğun geliyor bana, ey haz pınarı! Doldurayım derken, sık sık yeniden boşaltıyorsun kadehi!


Mutlak yalnızlık bana gittikçe temel bir formül gibi, asıl tutkummuş gibi geliyor. Yani yapıtların en güzellerini yarattığımız anları yalnızlığa borçluyuz. Pek çok şeyi yalnızlık uğruna feda etmeyi bilmek gerekir.


Geçmişi değil de, geleceği kutlamak, geleceğin mitoloji masalını bulmak: İşte her şeyden önce önemli olan budur.


'İnsan kötüdür' diye teselli etti beni bilgelerin en bilgesi. Ah, bugün de gerçekse eğer! Çünkü kötülük insanın en iyi gücüdür. 'İnsan daha iyi ve daha kötü olmalıdır' diye öğretiyorum ben. Kötülük üstinsanın iyiliği için gereklidir. İnsanoğlunun işlediği günahlardan dolayı acı çekmek ve günahları üstlenmek, belki o küçük insanların vaizi için iyiydi. Bense büyük günaha sevinir ve onu tesellim olarak götürürüm. 

Ve bir filozof hastaysa eğer, bu neredeyse felsefesine karşı bir argümandır.

Çok derin değil. -Bir meseleyi tüm derinliği ile kavrayan insanlar, ona çok ender olarak daima sadık kalırlar. Onlar derinliği aydınlığa çıkardılar: Aydınlıkta görülebilecek daha kötü şeyler vardır.


Ruhun Sahra Eczanesi. -En güçlü ilaç hangisidir? -Zafer.


Çocuk ruhlu ve üstüne üstlük Wagnerci olunduğu sürece, Wagner'in ses imparatorluğunda bir büyük toprak sahibi, bir savurganlık abidesi ve bir zengin olduğu sanılır. Fransızların Victor Hugo'da hayran kaldığı yan neyse, onda da işte o yana hayran kalınır: 'asil bir cömertlik'. Daha sonra ona ve diğerine tam aksi olan yanlarıyla hayran kalınır: Ekonominin ustası ve örneği olarak. Mütevazı bir harcamayla krallara laik bir sofra sunmakta onlarla kimse yarışamaz. -İnançlı bir mideye sahip olan Wagner hayranı, gerektiğinde ustasının kendisi sihirle sunduğu şeylerle bile doyabilir. Ama müzikte ve kitaplarda dolgunluk arayan ve salt "sunulan" sofralarla doymayan bizler, onlardan çok daha kötü durumdayız. Kısaca söylemek gerekirse. Wagner'in bize sunduğu kemikte yeterince et yok... Wagnerci "belirleyici motife" gelince... İşte bunun için damak zevkim anlayış göstermiyor. İlle de tanımlamak zorunda kalırsam, o motife ideal bir kürdan derdim veya dişlere takılan yemek artıklarını temizleme fırsatı.



Tüm yazılanlar arasında en çok bir kişinin kendi kanıyla yazdığı şeyi severim. Kanla yaz; ve göreceksin ki, kan tindir... Etrafımda cinler olsun istiyorum, çünkü ben cesurum. Hayaletleri kaçıran cesaret, kendisine cinler yaratır. -cesaret gülmek ister. Artık hislerinizi paylaşmıyorum; altımda gördüğüm şu bulut, güldüğüm şu karaltı ve ağırlık -işte budur sizin yağmur bulutunuz. Yükselmeyi arzuladığınızda yukarı bakarsınız siz. Ve ben aşağı bakarım, çünkü yükseltilmiş biriyim ben. Aranızdan hanginiz aynı anda hem gülebilir, hem yükseltilmiş olabilir? En yüksek dağa çıkan, tüm matem oyunlarına, tüm matem ciddiyetlerine güler. Cesur, tasasız, alaycı ve şiddet uygular -işte böyle istiyor bizleri bilgelik: O bir kadındır ve daima savaşçıyı sever ancak.


Remedium amoris. -O eski radikal ilaç birçok durumda hâlâ aşk derdine dermandır: Karşı aşk.


Bir!
İnsanoğlu! kulak ver!
İki!
Derin geceyarısı ne der?
Üç!
"Uykumu aldım ya -
Dört!
"En derin düşten uyandım, derim ki ben: -
Beş!
"Derindir dünya,
Altı!
"Daha derin, gündüzün düşündüğünden,
Yedi!
"Acısı derindir asıl -
Sekiz!
"Sevinç, yürek ağrısından da derin:
Dokuz!
"Acı der: yıkıl!
On!
"Oysa sonrasızlıktır istediği tüm sevinçlerin -
On bir!
"Derin sonrasızlık istediği, derin"
On iki!


Bilim, tüm gerçek kadınlardaki utanç duygusunun dikine gitmektedir: Kadınların derilerinin altında bakar gibi bir şey -daha da kötü hatta- eteklerinin altında bakmak ister gibi bir şey.
Kadınlar: "Erkek gibi aptal" derler. Erkekler de: "Kadın gibi korkak" derler. Kadınların aptallığı, kadınca olmayan bir şeydir.



Aptal aptal, kan ter içinde, hayvan gibi dağa tırmanıyorlar: Yolda çok güzel manzaralar olduğunu onlara söylemeyi unutmuşlar.


İnsan da ağaca benzer. Ne denli yükseğe ve ışığa çıkmak isterse, o denli yaman kök salar yere, aşağılara, karanlığa, derinliğe -kötülüğe. 


Ne en iyi düşmanlarımız esirgesin isteriz bizi, ne de candan yürekten sevdiklerimiz. Öyleyse doğruyu söyleyeyim size!
Savaş kardeşlerim benim! Sizi candan yürekten severim, ben öteden beri sizdenim. Ve sizin en iyi düşmanınızım. Öyleyse doğruyu söyleyeyim size!
Yüreklerinizdeki nefreti ve kıskançlığı bilirim. Nefreti ve kıskançlığı tanımayacak kadar büyük değilsinizdir. Bunlardan utanmayacak kadar büyük olun bari!
Bilgi ermişleri olmak elinizden gelmiyorsa, hiç değilse bilgi savaşçıları olun. Onlar, bu türlü ermişliğin yoldaşları ve öncüleridirler.



Pazar yerinden ve şandan uzakta yer alır büyük olan her şey: hep pazar yerinden ve şandan uzakta barınmıştır yeni değerler yaratanlar.
Yalnızlığına kaç, dostum: görüyorum ki her yerini ağılı sinekler sokmuş. Sert ve sağlam bir havanın estiği yere kaç!
Yalnızlığına kaç! Sen küçük ve acınacak kişilere pek yakın yaşadın. Onların göze görünmez öclerinden kaç! Onlar sana karşı öcden başka bir şey değildirler.
Artık el kaldırma onlara! Saygısızdır onlar, hem senin yazgın sinek kovmak değildir ki.



İsterim ki ilkin kendine saygı gösterilmekle işe başlasın: Gerisi gelir artık. Böylelikle insan başkaları için yaşamaz olur artık: Onların en az bağışladıkları da budur: "Ne, işte bir adam ki kendine saygısı var, ha?"
Kendine saygı göstermek, kendine sevgi beslemekten apayrı bir şeydir; cinsel aşktaki o kör kadercilikten daha adi şey yoktur, adına Ben denen ve ikilikte sevilen nesneyi küçümsemekten daha bayağı şey yoktur: Aşkta kaderciliktir bu.



Yalnızlar arasında yalnız olan bizler -çünkü bilimin etkisiyle ancak orada olabiliriz- neredeyiz, insan için bir arkadaşı nerede bulacağız? Eskiden herkes için bir kral, bir baba, bir yargıç arıyorduk, çünkü gerçek krallardan, babalardan, yargıçlardan yoksunduk. Daha ilerde bir dost arayacağız -insanlar bağımsız, göz kamaştıran sistemler haline gelecekler, ama yalnız olacaklar. Bu durumda mitolojik içgüdü bir dost arayacaktır.


Yazgıları olan insanlar, kendilerini taşırken yazgılarını taşıyanlar, tüm kahraman hamallar ırkı. Ah! Bazen kendiliklerinden dinlenmeyi ne kadar çok isterler! Altında ezildikleri ağırlıktan onları en azından birkaç saat için kurtaracak sağlam sırtlara, güçlü yüreklere ne kadar da çok susamışlar! Ve bu susamışlık da ne kadar da boş!... Bekliyorlar, önlerinden geçen her şeyden pişmanlık duyuyorlar. Hiç kimse, onların hangi noktaya kadar beklemede olduklarını tahmin edemiyor... Sonunda çok geç de olsa şu temel sakınımı öğreniyorlar: Artık beklememek; ve ardında ikinci sakınım: Nazik, alçakgönüllü olmak, her şeye katlanmak... kısacası o güne kadar katlandıklarından biraz daha fazlasına katlanmak.


Bağımsız olmak küçük bir azınlığın işidir: Güçlülerin de ayrıcalığıdır. Haklı gibi olduğu hâlde, fakat zorlanmadan bu bağımsızlığı deneyen kimse, kesinlikle yalnız güçlü olduğunu değil, ataklık derecesine varan bir atılganlığa sahip olduğunu da gösteriri. Bir labirente girer, yaşamın birlikte getirdiği tehlikeleri binle çarparak büyültür. Bunlar arasında en küçüğü, kendini herkesin seyredeceği hâle sokmak değildir. Yine bunlar arasında en küçüğü, ahlâksal bilincin içinde gizlenmiş bir canavarın neden olduğu yanılmalar, o acılar da değildir muhakkak. Böyle bir kimsenin öldüğünü varsayın! Bu, insanların öylesine anlayamayacağı bir şey olacaktır ki, ona acımayacaklar, bu olayı his dahi etmeyeceklerdir hatta. -Bu adam da geri gelemez artık, insanların acıma duygusuna doğru geri gelemez.


Asil bir soyun büyük yararı, yoksulluğa daha kolay katlanma olanağını vermesindendir.


 

Soylu kişi kimdir? Bugün bizim için "soyluluk" sözünün anlamı nedir? Ayak takımının hüküm sürmeye başladığı bu sıkıntılı ve kapalı gök, her şeyi donuk ve kurşun gibi yapan bu gök altında soylu adam kendini nasıl belli eder, nesinden anlaşılır? Bu soyluluğu belirten, eylemler değildir: Eylemler her zaman belirsizdir, her zaman anlaşılmaz niteliktedir. Soyluluğu belirten, "yapıtlar" da değildir: Bugün sanatçılarla bilginler arasında epey çok sayıda kişiler vardır ki bunlar, soylu olanı bulmak bakımından besledikleri derin arzuyu yapıtlarıyla açıklarlar. -Ama işte tam bu soyluluk da asil bir ruhun gereksinmelerinden bambaşkadır. -Aslında bu, bir soyluluk noktasının tehlikeli işareti, gevezece ifadesidir. Eski bir dinsel formülü yeni ve daha derin anlamda kullanarak diyelim ki burada aşamayı saptayan, onun ne olduğuna karar veren yapıtlar değil, inançtır: Bu soylu bir ruhun kendine az çok beslediği temel güvendir, aranmayan, bulunmayan, fakat yok olmasına da kesinlikle imkân olmayan bir nesnedir. -Soylu bir ruhun kendine saygısı vardır.


Modern çağın en genel belirtisi: İnsan kendi gözünde saygınlığını inanılmaz derecede kaybetmiştir.


Yaşamın uzun süre merkezi ve acıklı kahramanı olmuştur. Sonra, yaşamda hiç değilse kesin olana, bir değer taşıyana olan yakınlığını kanıtlamaya çalışarak -ahlâk kurallarının ana kurallar olduğuna inanıp insan saygınlığını ayakta tutmak isteyen bütün metafizikçilerin yaptıkları gibi -Tanrı'yı elden kaçıran kimse, bu yüzden ahlâka olan inancına daha çok sarılır.



Dostlarım, dostunuza şöyle bir yergi yöneltmişler: "Zerdüşt'e bakın! Sanki biz hayvanmışız gibi dolaşmıyor mu aramızda?"
Ama şöyle dense daha iyi olur: "Gören kişi insanlar arasında, hayvanlar arasındaymış gibi dolaşır."
İnsanın kendisi, gören kişi için nedir: al yanaklı bir hayvan.
Bu, insanın başına nasıl gelmiştir? Pek sık utanmak zorunda kalmasından değil mi?
Ey dostlarım! Şöyle der gören kişi: utan, utanç, utanç, -insanın tarihi budur!



Fakat acı çeken dostun varsa, acısına dinlenme yeri ol, sert bir yatak gibi ama, asker yatağı gibi: onun en çok böyle yararsın işine.
Ve dostun biri sana kötülük ederse, şöyle de: "Bana ettiğini sana bağışlıyorum; ama kendine ettiğini, -onu nasıl bağışlarım!"
Böyle buyurur her büyük sevgi: o bağışlamayı da, acımayı da alteder.
Kişi yüreğini sıkı tutmalı: onu bir koyverdin mi, kafanı da pek çabuk kaçırırsın!



Kötü İnsan. -"Sadece yalnız insan kötüdür!" diye bağırdı Diderot: Ve o anda Rousseau kendini ölümcül yara almış gibi hissetti. Dolayısıyla kendi kendine Diderot'un haklı olduğunu itiraf etti. Gerçekten, toplumun ve ahbaplığın içindeki her kötü eğilim, kendine, kendine o kadar sık erdemin Prokrustes masasına yatmak zorunda ki, insan rahatlıkla kötünün şehitliğinden söz edebilir. Yalnızlıkta bunların hepsi düşüp gider. Kötü insan en çok yalnızlık içinde olan insandır: hem de en iyi durumda olduğu yerdedir... ve sonuç olarak her tarafta bir tiyatro oyunu, seyircinin gözü için de en güzelidir.


İnsanın ancak kabul etmediği şeyi övmesi -tutalım ki böyle istiyoruz- hem önce, hem soylu bir nefse hâkimiyettir: Yoksa insan kendini över, ki bu da zevke aykırıdır. Bu nefse hâkimiyet sizi anlayışsızlıkla karşılaştırır kuşkusuz. İnsanın bu zeka ve ahlâk lüksünü kendine sunabilmesi için budala aydınlar arasında değil, anlaşmazlıklara yanlışların kendi ayırtılarıyla hâlâ sevindirebildikleri kimseler arasında yaşaması gerektir! Yoksa pahalıya oturur bu! "Beni övüyor, demek hak veriyor bana!" Bu eşekçe mantık, biz dünyadan el çekmişlerin yaşamımızın yarısını berbat eder, eşekleri çevremize ve dostluğumuza sokar çünkü.


"Bir gün bayağı kömür 'Niye böyle sertsin!' demiş elmasa. 'Biz seninle yakın akraba değil miyiz ki?' Niye böyle yumuşaksınız? Kardeşlerim, size soruyorum: siz benim, -kardeşlerim değil misiniz? Neden böyle yumuşak, böyle uysal, böyle verimser? Neden yüreklerinizde bunca yadsıma, bunca verinme var? Neden bakışlarınızda bunca az yargı var? Peki siz yazgı olmak, amansız kişiler olmak istemezseniz, bir gün benimle nasıl, iller açabilirsiniz? Peki sertliğiniz çakmak ve kesmek ve parça parça etmek istemezse, bir gün benimle nasıl, yaratabilirsiniz? Yaratıcılar sert olurlar da. Elinizi binyıllara basmak, balmumuna basar gibi basmak, mutluluk sayılmalı sizce, - -mutluluk, binyılların istemine yazmak, tunç üstüne yazar gibi yazmak, -tunçtan daha sert, tunçtan daha soylu. Ancak en soylu kişiler sert olur tepeden tırnağa. Şu yeni levhayı yerleştiriyorum üstünüze, kardeşlerim: sert olun!-" 


Her erdemde budalalık eğilimi, her budalalıkta erdem eğilimi vardır. Rusya'da "evliya gibi aptal" derler. Yaşam, sıkılmaya vakit kalmayacak kadar, çok kısa değil midir? Hiç değilse insan cennetteki sonsuz mutluluğa inanmalı ki...


İnsanların çoğu, insanın eksik ve özel bir görünümüdür: Bir insan elde etmek için onları birbirine eklemek gerekir. Bu anlamda bütün dönemlerin, bütün halkların eksik olan bir şeyleri vardır; insanın ancak parça parça gelişmesi, belki de gelişimi için gereklidir. Aynı zamanda, söz konusu olanın aslında yalnızca sentetik insanı üretmek olduğunu ve aşağı insanların, büyük çoğunluğunun ise, tasarlanan oyunun, vardığı noktayı gösteren binlerce yıllık bir sınıra benzeyen bütün insanı herhangi bir yerde ortaya çıkarmasını sağlayacak ilk belirtiler ve hazırlık çalışmaları olduklarını bilmek gerekmez mi?


Kendinin derin olduğunu bilen kimse aydınlığa yönelir; kalabalığa derin görünmek isteyen kimse ise karanlığa yönelir. Kalabalık, dibini görmediği her şeyi derin sanır çünkü: Öyle korkaktır ve suya da öyle istemeyerek atılır ki.


Epikuros. - Evet, Epikuros'un karakterini belki hiç kimsenin hissedemeyeceği tarzda hissettiğim için; ondan öğrendiğim, onun yazdığı ve benim okuduğum her şeyde bir Eski Çağ öğle sonunun mutluluğunu tattığım için gurur duyuyorum... Bakışının beyazımsı engin denizler, güneşin aydınlattığı yarlar üzerinde dolaştığını; beri yandan da her boydan hayvanların tıpkı bu ışıkla bu bakış gibi güvenli ve sakin, onun ışığında oynaşmaya geldiklerini görüyorum. Böylesi bir mutluluk, durmadan acı çeken bir kimsenin buluşu olabilir ancak; baskısı altında yaşam denizinin durgunlaştığını gören; bu parıltılı yüzeyi, bu ince, ürpertili deriyi seyretmeye bir türlü doyamayan bir bakışın mutluluğudur bu: Zevkin böyle alçak gönüllüsü daha önce var olmamıştır hiçbir zaman.


Az ya da çok tehlikeli yaşam. - Başınıza geleni hiç bilmiyorsunuz, yaşam yolunda sarhoşlar gibi ilerliyorsunuz, zaman zaman da bir merdivenden aşağıya yuvarlanıyorsunuz. Fakat sarhoşluğunuz sayesinde başınız yarılmıyor: Kaslarınız çok yorgun, kafanız çok dumanlı olduğundan o basamakların taşlarını bizim bulduğumuz kadar sert bulmuyorsunuz! Bizim için yaşam daha büyük bir tehlike: Topraktanız biz;... Birbirimize çarptığımız gün vay hâlimize! Düşersek her şeyin sonu demektir bu!


Sahte Bencillik. - Çoğu insan "egoizm" hakkında ne düşünürse düşünsün, ne söylerse söylesin, yine de yaşamı boyunca egosu için hiçbir şey yapmaz, tersine, sadece çevresindekilerin kafalarında kendi hakkında oluşmuş ve onlara bildirmiş olan ego hayaleti için yapar... bunun sonucu olarak bu tür insanların hepsi şahsına ait olmayan, yarı şahsi fikirlerin ve keyfi, sanki şiirsel değerlendirmelerin sisi içinde yaşar; biri ötekinin kafasında, öteki kafa da başka kafaların içinde. Kendine sakin bir görünüm vermeyi başaran fantezilerin harika dünyası! Bu fikirler ve alışkanlıklar sisi, sardığı insanlardan hemen hemen tamamen bağımsız olarak gelişir ve yaşar. İçinde "insanlar" hakkındaki genel yargıların müthiş etkisi bulunur... kendilerine yabancı olan bütün inanırlar. Ve bu soyutlamada yapılan her değişiklik, bazı güçlülerin kararlarıyla (hükümdarlar ve filozoflar gibi) olağanüstü ölçüde ve akıldışı derecede büyük kitleleri etkiler... bütün bunlar, bu çoğunluk içinde her bireyin gerçek, kendisi için erişilebilir olan ve kendisi tarafından kurulan bir egoyu, genel, kişisel özelliği olmayan kurguya karşı koruyamayıp onu böylece yok edememesinden kaynaklanır.


insan, bir düşünür gibi düşüncenin, duygunun büyük ve kabaran dalgası içinde yaşarsa ve geceleyin düşleri dahi bu kabarışı izlerse, yaşamdan durgunluk ve sükun bekler -başkaları ise tersine, kendilerini düşünceye verdiler mi yaşamaktan yorulur, dinlenmek isterler. 


Kemiklerin, et parçalarının, bağırsakların ve damar sisteminin deri ile kaplı oluşu nasıl insanın görünüşünü çekilir hâle getiriyorsa, tıpkı, onun gibi ruhun heyecanlarıyla tutkuları da hiçlikle kaplıdır: Hiçlik, ruhun derisidir.


Gerçekten yüz çevirip sözde derinliklerden hoşlanan kimseler, gerçeğin çirkin olduğu kanısındadırlar: En çirkin gerçeği bilmenin bile güzel olduğunu anlayamazlar. Sık sık ve derin derin öğrenmeye çalışan kimse sonunda -bulunması kendisine hep mutluluk veren -o büyük gerçeği hiç de çirkin bulmaz artık. Güzellik kendinde olan bir nesne var mıdır? Öğrenmeye çalışan kimsenin mutluluğu dünyanın güzelliğini arttırır, her şeyi daha güneşli hâle sokar... Bilgi, güzelliğini nesnelerin yalnız çevresine değil, o nesnelerin içine de koyar. İnsanlığın da buna tanık olmasını dileyelim.


Evreni derinliğine gözleyen kimse, insanların üstünkörülüğün ne denli akıllıca olduğunu anlar. İnsanlara gel geç, havai ve iki yüzlü olmayı öğreten, korunma iç güdüleridir. Şurada burada, filozoflarda ve sanatçılarda "katıksız şekil"e tutkulu ve aşırı bir tapınış görülür: Kimsenin kuşkusu olmasın ki, yüzeydeki bu tapınışa muhtaç olan kimse, filân ya da falan zamanda bu yüzeyin altına felâketli bir iniş yapmıştır.


Büyük eğitimci de doğa gibidir: Engelleri yığmak zorundadır: Sonradan bunları aşmak için.
En küçük olayların bile üzerinde nasıl iz bıraktıkları bilinince, bunların çizdiği yoldan ayrılmak gerekir. Ve insan bu küçük olaylardan kurtulamaz. Düşünen adamın, yaşamak istediği her nesne üzerinde hemen hemen doğru bir fikir sahibi olması gerekir.



Her büyük adamın geçmişi kapsayan bir gücü vardır. Bütün tarih onun için yeniden teraziye vurulur ve geçmişin binlerce sırrı, saklandıkları yerlerden çıkarlar... Ve onun güneşine girerler. Gelecekte tarihin ne olacağı bilinemez: Geçmiş, özü bakımından öğrenilmiş değildir belki! Geçmişi kapsayan daha çoook güce ihtiyacı var onun!


Birdenbire anlatılamaz bir incelik ve arılıkla bir nesne görünür, sesini duyurur, heyecan yaratır, benliğinizin ta derinliğine dek sarar sizi: Dinlersiniz, aramazsınız artık. Bağını sormadan üzümünü kabullenirsiniz. Bir düşünce şimşek gibi çakar, bir zorunluluk gibi kabul ettirir kendini, ifadesinin biçiminden yana hiçbir kuşku bırakmaz sizde: Tutacak başka hiçbir yolum olmadı.


Belirli bir dereceye dek akıl özgürlüğüne ulaşan kimse, yer yüzünde kendini bir yolcu gibi hissetmez, böyle bir amaç yoktur çünkü. Fakat o, dünyada tüm olup bitenleri görmek, bunun için de gözlerini açık tutmak ister. Onun için gönlünü fazlaca sıkı bağlamamalıdır, benliğinde gezip dolaşan bir şey, değişkenlikten ve geçicilikten hoşlanan bir şey bulunmalıdır.


Büyük işler başarmak isteyen kimse, karşılaştığı her insanı ya araç, ya gecikme nedeni, ya engel, ya da geçici duruş sayar. Onun soydaşlarına yapacağı soylu iyilik, ancak o lâyık olduğu yüksekliğe erişip hüküm sürmeye başladığı zaman mümkün hale girer. Sabırsızlık, sonra komedya oynamaya mahkum olduğunu bilmek (savaş dahi bir amaç gizleyen her araç gibi, bir komedyadır çünkü) onun bütün ilişkilerini bozar: Bu adam yalnızlığı, hem de bunun en zehirlisini tadar.


Sen olan şey, seni oluşturan sayısız unsurları, bu unsurların kendi aralarındaki yoğun iletişimine bağlayan etkinliğe bağlıdır. Organik varlığın yaşamını içsel olarak oluşturan şeyler, enerji, devinim, sıcaklık yayılmaları veya elementlerin aktarımlarıdır. Yaşam hiçbir zaman belirli bir noktada yer almaz; tıpkı bir akıntı veya bir tür elektrik akımı gibi, hızlı bir şekilde bir noktadan diğerine (veya çok sayıdaki noktalardan diğer noktalara) geçer. (...) Senin yaşamın bu kavranılamaz içsel akımla sınırlanmaz; yaşam aynı zamanda dışarıya akar ve yaşama doğru durmaksızın akan veya fışkıran şeye açılır. Seni oluşturan kalıcı kasırga, benzer kasırgalara çarpar ve onlarla birlikte, ölçülü bir çalkantının canlanmış geniş bir figürünü oluştururlar. Oysa senin için çalkantının canlanmış geniş bir figürünü oluştururlar. Oysa senin için yaşamak sadece sende birleşen akımlar ve ışığın kaçıcı oyunları olmayıp aynı zamanda bir varlıktan diğerine, senden benzerine veya benzerinden sana geçen sıcaklık veya dalgalarıdır (hatta beni okuduğun şu anda sana bulaşan heyecanımdır): Sözler, kitaplar, anılar, semboller, gülüşler sadece bu bulaşıcılığın, bu geçişlerin yollarıdır... 

Amaç "insanlık" değil Üstinsandır.


Yalnızlığına kaç dostum! Seni büyük adamların gürültüsünden sersemlemiş, küçüklerin iğneleriyle de delik deşik olmuş görüyorum. Seninle nasıl susulacağını pek iyi bilir orman ve kaya. O sevdiğin ağaca benze yine sen, o geniş dallıya: sessiz ve dinlercesine sarkar o, deniz üstüne. Yalnızlığın bittiği yerde, pazar yeri başlar; pazar yerinin başladığı yerdeyse, büyük oyuncuların gürültüsü ve ağılı sineklerin vızıltısı başlar. Dünyada en iyi şeyler dahi, göstereni olmazsa değersizdirler: bu göstericilere büyük adam der halk. Halk pek anlamaz büyükten, yani: yaratıcılıktan. Ama büyük şeylerin bütün göstericilerinden ve oyuncularından hoşlanır. Yeni değerler yaratanların çevresinde döner dünya - görünmeden döner. Oysa oyuncuların çevresinde döner halk ve şan: "dünyanın gidişi" böyledir. Ruh vardır oyuncuda; ama ruhun vicdanı pek yoktur. O hep, en çok inandırdığı şeye inanır - kendine inandırdığı.