.

.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

18 Eki 2011

Uzun hikaye (II)



Gözlerini kapatır, bir beş yıl geçirirsin, açarsın, bir beş daha geçecek, seninle toprak arasında sır kalacaktır bu bir damla gözyaşı. Bu ışık, bu gök, bu sonsuzluk, hepsi bir araya gelmiş, seni yazgına geri vermiştir işte. Daracık delikten hepsini birarada göremezsin, ama bütünlüğü içinde kavrar, olduğu gibi kabullenirsin. Bütünlüğü içinde istersin dünyayı, içinden kovulduğun resme geri dönmek istersin. Keşke bir dost sesi sorsa da, göstersen doğup büyüdüğün toprağı, gururla, sanki sana aitmiş gibi. Ama bu upuzun cezaevi yolu bile yetmez anlatmaya, “uzun hikaye” der, susarsın.

***

Bir çocuk, demiştim seni gördüğümde, cezaevinde bir çocuk! İçeridekilerin hemen hepsi gençti. Beni yaşımdan, kendimi hayattan alacaklı hissederek geçirdiğim on yıllardan utandıracak kadar genç. Ama çoktan büyümüşlerdi. Öğleden sonraki atölyeme katılmıştın, “adliler” arasındaydın. Suçlara ve cezalara ilişkin hiçbir şey sormamamız tembihlenmişti. Bir başka mahpus çenesinin ucuyla işaret edip anlatmasaydı... “Bu çocuk Vanlı. Görüşçüsü yok. Bu cezaevinde yatmaması lazım. Derdini anlatamıyor.” Üç ay sonra hücreden ilk kez benim atölyem için çıktığını ondan öğrendim. Bembeyaz, ütülü gömleğinde kocaman bir ağaç deseni vardı, sanırım mahkeme gömleğindi. Yaş farkına rağmen, “siz” diye hitap ediyordum. Konuşmuyor, sadece gülümsüyordun. Pencereye bile çevirmemiştin bakışlarını... “Silahlı bir çatışmayla başlayan romanımda...” söze girdim, girebileceğim en yanlış yerden, üçüncü aspirini yuttum. “Yazmak, özgürleşmeye olduğu kadar ölüme bir yolculuk...” Hata üzerine hata, sigara üzerine sigara, demir kapılar, cezaevi ışığının tetiklediği migren, boğulma hissi, saf oksijenmişçesine nefesler çekiyorum sigaradan, “Dostoyevski” diyorum, “yazgı”, “özgürleşmek” diyorum, benden başka kimsenin anadili olmayan bir dilde... Yanıklarımın pansuman saati, ama sargı bezleri kapıda kalmış. Başım zonkluyor, hücrelerden çıkıp gelenlere, edebiyatın özünde bir iletişim olduğunu söylüyorum, çırılçıplak, derisi yüzülmüş bir yürekle konuşmanın zorluğunu, zorunluluğunu anlatıyorum, sabah akşam sayım verenlere, “yazmak” diyorum, “hayat”, “yol”, “yürek”, “İnsan”... Ben... Sadece sen başınla onaylıyor, sürekli gülümsüyordun. Gözlerini ayırmıyordun gözlerimden, ama beni görmüyordun. Sanki uzakların çağrısını duymuştun gözlerimde. Gün ışığının bile tökezlediği cezaevinde altın rengi bir ufku görmüştün. Elim kolum hediyelerle gelmiş, kuşları ve ağaçları, gökleri ve renkleri getirmişim gibi. Çoktan sönmüş sözcüklerimden başka şeyim yoktu oysa, duvar kadar suskun yüzlere çarptıkça dökülen... Yıllar sonra anladım: Seni asla terk etmeyen, bir yerlerde soluğunu tutup bekleyen hayata bakıyordun sen... Çocukluğundan bulup çıkardığın bir ışıltıyla... Geleceğe açılan yollar görünmez olmuşken başka nereye bakabilir, doğduğun toprağın dışında nerede üstlenebilirdin ki gördüklerini? Her kapının bir veda, her vedanın mutlak olduğu cezaevinde ben de bir kez gülümsedim. Hiçbir şey sormadım, gözlerinden dinledim uzun hikayeni... Sadece sen fark etmemiştin siyah etekli yazar kadının devasa yaralarını, yanıklarını...

(Şimdi biliyorum, yazmak, ben’le sen’in arasından bir yerlerden seslenmek... Ölülerle dirilerin birbirine seslendiği o yerde... Yeterince kulak kabartırsa insan, bir başlayıp bir kesilen yağmura, rüzgara, kanat çırpışlarına alçaktan uçan kuşların, duyabiliyor ölülerin yanıtlarını...)

***

Uzun, upuzun, ıssızlığı içinde uzayıp giden bir yol. Ağaçlar,çayırlar, her zamanki masum güzelliğinde... Hemen o sabah yola çıkılmıştır, bir dakika kaybetmeden, kül rengi şafakta... Dizilmiş, sıralanmış, kelepçelenmiş. Güneş henüz ortalarda görünmüyordur, açgözlü gökyüzü onu kendine saklıyor, emip yuttuğu ışınlarla büyüyor, alçalıyor, yakınlaşıyordur. Kaçınılmaz bir kehanet gibi. Belki daha canlı, insanla dolu vakitlere saklıyordur hikayelerini...


Uzun Hikaye 1