.

.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

21 Eyl 2016

Değersiz bir an mıdır anladığın bu kimsesizlik



günlerimi cansız cansız geçirip hayattan hiçbir beklentimin olmadığı ve bunun üzerinde düşünmediğim bir vakitte şu cümleleri okumuştum. " ... ne var ki kaderin tüm beklentilerimi yerine getirmesi ve benim de bunun ötesinde hiçbir şey talep etmeyişim bir alışkanlık haline geldiğinden bu hal giderek yaşamimda bir heyecan eksikliğine ve cansızlaşmaya yol açtı. o dönemde bazı yarı farkındalık anlarında bilincine tam varmadan içimde özlemini çektiğim şey arzulardan ziyade, arzulama arzusuydu; daha güçlü, daha bağımsız, daha tutkulu, daha doyumsuz istek duyma, daha yoğun yaşama, belki de acı çekme ihtiyaciydi. fazlasıyla aklı başında bir yöntemle varoluşumdan tüm çelişkileri uzaklaştırmıştım ve bu çelişki yokluğu canlılığımı söndürüyordu. isteklerimin giderek daha da azaldığını ve zayıfladığını, duygularıma bir tür donukluğun yerleştiğini görüyordum; belki de en iyisi şöyle ifade edecek olursam, bir tür ruhsal iktidarsızlık ve yaşamda tutkuyla yer alabilme yetersizliği hissettiğimi söyleyebilirim."

.......


"bu devir, sıradan insanın en parlak zamanı; duygusuzluğun, bilgisizliğin, tembelliğin, yeteneksizliğin, hazıra konmak isteyen bir kuşağın devridir. kimse bir şeyin üzerinde durup düşünmüyor. kendisine bir ülkü edinen çok az. umutlu birisi çıkıp iki ağaç dikse herkes gülüyor: 'yahu bu ağaç büyüyünceye kadar yaşayacak mısın sen?' öte yanda iyilik isteyenler, insanlığın bin yıl sonraki geleceğini kendilerine dert ediniyorlar. insanları birbirine bağlayan ülkü tümden yitti, kayıplara karıştı. herkes, yarın sabah çekip gidecekleri bir handaymış gibi yaşıyor. herkes kendini düşünüyor. kendisi kapabileceği kadar kapsın, geride kalanlar isterse açlıktan, soğuktan ölsün, vız geliyor...


.....



eksiğimi tamamlamaya bir ayna istiyorum. öyle bir ayna ki suretimi değil suretimin altındakini, gizli beni göstersin bana. kimsenin görmediği beni..


.....


herhangi bir yaşam, istediği kadar uzun ya da karmaşık olsun, tek bir an'dan oluşur aslında - kişinin kim olduğunu keşfettiği andan..



......



konuşmak, başkalarına haddinden fazla ilgi göstermek demek. derler ki, çenesinden ölürmüş balıklar... ve oscar wilde.



...



....yaşamak istemediğim bir dünya var: bedenin ve bağımsız düşüncenin kötülendiği, başımıza gelebilecek en iyi şeylerin günah diye damgalandığı bir dünya. diktatörleri, gaddarları ve katilleri sevmemizin istendiği bir dünya, ister onların kanlı çizmeleriyle attıkları adımlar kulakları sağır edercesine sokaklarda yankılansın, ister kedi gibi sessizce, korkak gölgeler halinde sokaklardan gizlice süzülsünler ve parlayan çeliği kurbanlarının kalplerine arkadan saplasınlar. bu katillerin hep ama hep sevilmesi, itaat etmesi emredilir. şu emir, düşmanını sev diyen anormal emir, insanların gücünü çökertmek , bütün cesaretlerini ve özgüvenlerini kırmak ve onları diktatörün elinde hamur haline getirmek içindir, getirilsinler ki diktatörlere, gerekirse silahla karşı koyma gücünü bulamadılar..

...


kendi hayatının şimdiki eksikliğinin bilincinde olmak başlı başına bir felaket ise, hayatında bir şeylerin eksikliğini hisseden herkes hep mutsuz olurdu. tam tersine, cansız değil de ölmüş bir hayatın söz konusu olmasının koşulu, bilinçli bir şekilde açık ve dürüst olmaktır. 



demek ki mutsuzluğu doğuran başka bir şey olmalı : o eksikleri giderici, bütün olmayı sağlayıcı deneyimleri yaşamanın gelecekte de mümkün olamayacağını bilmek. 

...

.gelecek, geçmişin bok yemesinden başka bir şey değildir zaten biliyorsunuz; ne yaparsak yapalım, bir mucize olmadığı sürece bu gerçeği asla değiştiremeyiz..

Çal kapısını ; bana özel

12 Ağu 2016

Bir varmış bir yokmuş



"sevmeyi özledim biliyor musunuz? kayıtsız şartsız bir gülüşü. olur olmaz yerde ağzıma bir öpücüğün konmasını. bir doğruya sevinmekten çok bir saçmalığa gülümseyebilen hoşgörüyü. 'nerde kaldın' ayazını değil, 'hoş geldin' iyiliğini. hiçbir şeyle yatışmayan yürek telaşını. kapı zilleriyle telefonlar arasında tükenmeyi. geceyi bir hayal hazinesine çeviren uykusuzluğu. bir gövdenin önünde diz çökmeyi. kendimi severek yürümeyi kalabalıkta. 'göğe bakma duraklarını' özledim. yağmuru kirpiklerinden içmeyi. yumruk kadar bir yüreğe dünyayı sığdırma hünerini. 'sana sevinç verdiğim sürece ben buradayım' zenginliğini özledim. otel odalarının insanı bir yaprak gibi incelten kederini. başka kentlere vuran rengini güneşin. başka sokakların telaşıyla çoğalmayı. dünyayı yudum yudum aşka çeviren yalnızlığı..."

şükrü erbaş / insanın acısını insan alır



          

“ben,” dedi kız ona, “her şeye inanabilirim. nelere inanabileceğimi tahmin bile edemezsin.”

“doğru olan şeylere inanabilirim, doğru olmayan şeylere inanabilirim, doğru olup olmadığını kimsenin bilmediği şeylere inanabilirim. noel baba’ya, paskalya tavşanı’na, marilyn monroe’ya, beatles’a, elvis’e ve bay ed’e inanabilirim.

dinle; ben insanların kusursuzlaştırılabilir olduğuna, bilginin sınırsız olduğuna, dünyanın gizli bankacılık kartelleri tarafından yönetildiğine ve düzenli olarak uzaylılar tarafından ziyaret edildiğine, bu uzaylıların bazılarının kırışık lemurlara benzeyen iyi uzaylılar, diğerlerinin sığırları sakatlayan, suyumuzu ve kadınlarımızı isteyen kötü uzaylılar olduğuna inanıyorum.

geleceğin berbat olacağına inanıyorum, geleceğin süper olacağına inanıyorum, bir gün beyaz bizon kadın’ın geri döneceğine ve herkesin kıçını tekmeleyeceğine inanıyorum.

bütün erkeklerin yalnızca aşırı büyümüş, büyük iletişim sorunları olan oğlan çocukları olduğuna ve amerika’da seksin eskisi kadar harika olmayışının eyalet bazında arabalı sinema sayısındaki düşüşe paralel gittiğine inanıyorum.

bütün politikacıların ilkesiz sahtekârlar olduğuna inanıyorum ve yine de onların diğer seçenekten daha iyi olduğuna inanıyorum.

california’nın büyük deprem geldiğinde denize gömüleceğine, florida’nın deliliğe, timsahlara ve zehirli atıklara boğulup dağılacağına inanıyorum.

anti bakteriyel sabunun hastalığa ve kire karşı direncimizi yok ettiğine ve bu yüzden bir gün, dünyalar savaşı’ndaki marslılar gibi, sıradan bir nezle yüzünden türümüzün yok olacağına inanıyorum.

son yüzyılın en büyük şairlerinin edith sitwell ve don marquis olduğuna, yeşimin kurumuş ejderha spermi olduğuna ve binlerce sene önce, yaşamlarımdan birinde tek kollu sibiryalı bir şaman olduğuma inanıyorum.

insanoğlunun kaderinin yıldızlarda olduğuna inanıyorum.

şekerin gerçekten de çocukken daha lezzetli olduğuna, bir yaban arısının uçmasının aerodinamik açıdan imkansız olduğuna, ışığın hem dalga, hem parçacık olduğuna, bir yerlerde bir kutunun içinde canlı ve aynı zamanda ölü olan bir kedi bulunduğuna (ama kediyi beslemek için kutuyu açmazlarsa sonunda yalnızca iki ayrı biçimde ölü olacağına) ve evrende, evrenden milyarlarca sene daha yaşlı olan yıldızlar bulunduğuna inanıyorum.

benimle ilgilenen, benim için endişelenen, yaptığım her şeye göz kulak olan kişisel bir tanrı olduğuna inanıyorum.

evreni harekete geçirdikten sonra kız arkadaşlarıyla takılmaya giden ve benim yaşayıp yaşamadığımı bile bilmeyen aldırışsız bir tanrı olduğuna inanıyorum.

nedenleri olan kaosla, arka plan gürültüsüyle ve salt kör talihle dolu boş ve tanrısız bir evrene inanıyorum.

cinselliğe aşırı değer verildiğini söyleyen herkesin, o işi doğru düzgün yapmamış olduğuna inanıyorum.

neler olup bittiğini bildiğini iddia eden herkesin, önemsiz konularda da yalan söyleyeceğine inanıyorum.

mutlak dürüstlüğe ve sağduyulu sosyal yalanlara inanıyorum.

kadınların seçme hakkında, bir bebeğin yaşama hakkında, insan hayatı kutsal olsa da, yasal sisteme kesin olarak güvenilebildiği sürece ölüm cezasında yanlış bir taraf olmadığına ve ancak bir budalanın yasal sisteme inanacağına inanıyorum.

hayatın bir oyun olduğuna, hayatın zalim bir şaka olduğuna, hayatın sen yaşarken olanlar olduğuna, bu yüzden arkana yaslanıp zevkini çıkarman gerektiğine inanıyorum.” nefes nefese durdu…

neil gaiman // american gods



           


" acaba sinüsü mü yoksa kosinüsü mü daha çok seviyorum diye öyle bir açmaza düştüm ki, sonunda ikisinin de karesini aldım; gene bir neticeye varamadım. bir de 'hayatın koordinatları' meselesi beni çok yoruyor ..."

tutunamayanlar / oğuz atay

                         


ben sizden de değilim, diğerlerinden de;
ben, ölüme dair yemin etmeyenlerden, tehdit savurmayanlardan,
dinini ve ırkını aklının yerine koymayanlardanım.
ben hâlâ şiir okuyanlardanım.
ben ölürken vatanını yahut dinini değil, “sevgiliyi” düşünecek olanlardanım.

Yalnız ölüm yalan söylemez!



"Badem biçimi tarlanın ortasında onun yüzü. Gözleri iri iri ve siyah, bir kadın. Gözleri bildiğimiz insan gözlerinden daha iri ve ne olduğunu bilmediğim, bağışlanmaz günahlarım için sitem dolu gözler. Ürküten, büyüleyen gözler, keder ve hayret dolu gözler, hem tehdit hem vadeden gözler. Hem çekiyor hem itiyor, uzaklaştırıyorlardı. İnsanı mesteden, doğaüstü bir ışık saçıyordu bu gözler..."

"Ben ki şimdiye kadar kendimi yaratıkların en mutsuzu görüyordum, şimdi şimdi anlamaya başlamıştım: İnsanların, kemikleri çoktan çürümüşken, hücreleri belki mavi gündüzsefalarına karışmış yaşamaya devam ettikleri zamanlarda, şimdi şimdi anlamaya başlamıştım, insanların henüz tepelerde kerpiç kulübelerde oturdukları zamanlarda, aralarında feleğin hışmına uğramış bir ressam yaşamıştı; lanetlenmiş bir ressam, herhangi, benim gibi, mutsuz bir kalemdan ressamı belki..."

"Hastalık bende yeni bir dünyanın doğmasına sebep olmuştu. Sağlıklıyken tasarlanamayacak hayaller, renkler ve arzularla dolu bir dünya idi bu. İçimde tarifsiz bir keyif ve ıstırapla bu masalları yaşıyor, kendimi tekrar çocuk hissediyordum..."

"Ben hep, bu dünyada susmaktan daha iyi bir şey yoktur, Butimar gibi olan insan daha iyi insandır diye düşünürdüm. Butimar, deniz kıyısına çöker, kanatlarını açar, oturur tek başına..."

Başarabildiğim tek şey ölmek olacak...”

"Cinsel ilişki anında, iki kişi yalnızlıklarından kurtulmak için birbirine yapışır, herkeste aynı delice kıpırdanışlara bir kapıdır bu, ve yavaş yavaş ölümün derinliklerine yönelmiş bir pişmanlıkla karışıktır...
Yalnız ölüm yalan söylemez!
Ölümün varlığı bütün vehim ve hayalleri yok eder. Bizler ölümün çocuklarıyız, hayatın aldatmacalarından bizi o kurtarır. Hayatın derinlerinden seslenir, yanına çağırır bizi. Ve biz, henüz insanların dilini bile anlamadığımız yaşlarda, arasıra oyunlarımızı yarıda kesiyorsak, bunun nedeni, ölümün seslenişini duymuş olmamızdır..Ömrümüz boyunca ölüm bize el eder, çağırır bizi..."

"Geçmiş, gelecek, gençlik, ihtiyarlık, benim için boş sözlerden başka bir şey değil bunlar. Bunlar sıradan insanlar için, ayaktakımı için, evet işte aradığım kelime ayaktakımı için ki, onların hayatları senenin mevsimleri gibi belirli mevsimlere, dönemlere bölünmüştür ve onlar, hayatın ılımlı kesimlerinde güvence altındadırlar. Hayat bana tek ve değişmez bir mevsim oldu hep. Bu hayat bir soğuk bölgede ve sonsuz bir karanlıkta geçti adeta, öyle ki bağrımda hep aynı alev vardı ve beni bir mum gibi eritti..."

"Ömrüm bir oduna benziyor, ocaktan düşen bir oduna: öteki odunların ateşinde kavrulmuş, kömürleşmiş ama, ne yanmış, ne olduğu gibi kalmış bir oduna benziyor. Fakat diğerlerinin dumanından, soluğundan boğulmuş..."

"Odamı sınırlayan dört duvar arasında, varlığımı ve düşüncelerimi kuşatan hisarın içinde ömrüm azar azar eriyor bir mum gibi, hayır yanlışım var, ömrün bir oduna benziyor. Ocaktan düşen bir oduna: öteki odunların ateşinde kavrulmuş, kömürleşmiş ama ne yanmış, ne olduğu gibi kalmış bir oduna.Fakat diğerlerinin dumanından, soluğundan boğulmuş..."

"Gözlerim kapanır kapanmaz karşımda sisli bir dünya belirdi. Kendi yarattığım ve düşüncelerime hayallerime uygun bir dünya. Her halde uyanıkken ki dünyamdan çok daha gerçek, daha doğal bir dünya. Sanki düşünce ve hayallerim için bir engel, bir bağ kalmıyor, o zaman ve mekan baskısı kalkıyordu. Gizli ihtiyaçlarımın doğurduğu birikmiş, yığılmış bir şehvet duygusu uykuda özgürlüğüne kavuşuyordu. Biçimler, durumlar inanılmaz fakat doğal çizgileriyla canlanıyorlardı. Uyanınca da varlığımdan şüphe ediyor, çünkü zaman ve mekan kavramını yitirmiş oluyordum.' Sanki rüyalarımı ben düzenliyor, yorumlarını önceden biliyordum..."

"Tek tesellim, ölümden sonra hiçlik ümidiydi, orada tekrar yaşamak düşüncesi içime korku salıyor, beni hasta ediyordu. Ben ki henüz yaşadığım dünyaya bile alışamamışım, bir başka dünya neyime yarardı benim? "

"Bütün hayatımı bir salkım üzüm gibi avucumda sıkmak istiyorum, suyunu, hayır, şarabını damla damla, gölgemin kurumuş boğazına akıtmak istiyorum, kutsal su gibi..."

"Yazıyorsam, yazmak ihtiyacı beni zorluyor da ondan. Mecburen, düşüncelerimi hayali bir varlığa, gölgeme bildirmek baskısını çok, pek çok hissediyorum. O uğursuz gölge lamba ışığında duvardan eğiliyor, yazdıklarımı dikkatle okuyor, oburca yutuyor sanki. Bu gölge, besbelli, benden daha iyi anlıyor onları! Fakat ben yalnız gölgemle konuşabilirim. Beni konuşmaya o zorladı, yalnız o anlar, kavrar şüphesiz..."

"Birbirine ters düşen öyle çok şey gördüm, birbiriyle çelişen öyle çok şey duydum ki! O görmeler yüzünden gözlerim, eşyanın yüzeyinde, ruhu özü örten o ince ve sert kabukta aşındı. Artık hiçbir şeye inanmıyorum, hatta şimdi eşyaların ağırlığından, sabitliğinden, açık seçik gerçeklerden şüphe ediyorum. Avludaki taş havana parmağımla vursam ve sorsam: sabit misin, muhkem misin? - Evet! diye cevap verse bilmem inanır mıyım!"


Kör Baykuş / Sadık Hidayet

Birinci Masal; Avından El Alan


"Denizim ben batık aşklarla dolu''



Güneşli, ılık, ilkyaz koktu kokacak bir kış günüyle, onun dört gün ardından gelecek tipili, kürtünlerin iki üç karışı buldu­ğu bir kış günü arasındaki ikircik... Masalımı bu günlerden han­gisine yerleştireceğimi düşünüyorum.

Düşündüğüm bir şey daha var:

Sevmenin simgesel olarak da, gerçek olarak da yemekten başka bir anlama gelmediği...

Deniz, ya güneşin altında aynalaşacak, ya da kurşun-zeytin renkleri karışımı yüzünün sivri, keskin dalgalan, günün tümünü bir akşam saatine indirgeyen kar dumanı ardından, görünüp gö­rünüp yitecek.

Önce deniz var çünkü, içinde orfinozu, yüzünde balıkçıyı taşıyan. Sayısız parmaklı olduğu için, orfinozu da, balıkçıyı da, istediği yere sürükleyen, balıkla balıkçıyı ayrı ayrı yeden, kimi zaman birine, kimi zaman da öbürüne yüz verir gözüken.

Sonra orfinoz var; denizle balıkçı arasında geçit, köprü; ba­lıkçıyı, olsa olsa düşman bilen. İkisini de taşıyan denizin kendi­sini kullanacağından habersiz. Balık. Hava güneşliyse, yavruluğuna bakmadan balıkçıya terler döktürecek; karlıysa, kulağına kaçacak kar suyuyla, baygın, suyun yüzüne vuracak balık.

En sonra da balıkçı var. Denizdeki kırgınla denizin vurgu­nundan başka şey bilmeyen; sevgiyi, olsa olsa, bir balıkta tanı­yabilecek kişioğlu... Tutalım ki güneşli havadan başladık. (Birçok okurun hoşuna gitmeği de düşünmüş olabiliriz bu arada...)

Balıkçı denize çıktığında, diyebiliriz örneğin, sular, nere­deyse kırışıksız, ince ince akıyordu kıyı ile karşı adalar arasın­dan... Deniz, çoğu zaman, balıkçıyı kollar, kayınrdı. Balıkçı ise işinin rastgittiği bu zamanlan denizden değil, kendi bahtının açıklığından bilir, usta denizci olmasına verir, övünürdü. Deniz, kişioğlunun kimi şeyi anlamamakta gösterdiği direnimi bilirdi, kendisine göre alıklık olan şeyin kişioğlunda neredeyse zeyrek­lik sayıldığını bilirdi. Bilenler, susar.

Durum bu olsun... Ardından da şöyle bir şeyler diyelim:

Deniz bu balıkçıyı severdi. İnsanlar arasında "umutsuz aşk" diye yanlış mı yanlış bir adla bilinegelen sevgilerdendi bu. De­niz gibi bir ölçüsüz büyüklüğün sevgisi insan usuna sığmadığı için de balıkçı, elinden gelebilecek tek şeyi yapardı: Denizi kar­şısında görmek, onu ekmek kapısı (günü gelince de ölüm döşe­ği) diye düşünmekle yetinirdi. Kimi durum dışarıdan bakanlar için apaçıktır. Herkes, o durumda olanlara akıl vermeğe, akıl öğ­retmeğe kalkışır, o durumdaki kişilerin işledikleri alıklıklara ba­kıp yerinir. Bir unutulan vardır: O durumdaki kişinin işi dışarı­dan, karşıdan değil, içinden gördüğü...

Hem bilmez miyiz? Sevgi adına sevgilinin öldürülebileceğini düşünememesi bir yana, böyle bir şey yapıldığını işitmeye görsün ilenç üstüne ilenç yağdıran sayısız kişi vardır; sonra bir gün gelir, aşk yüzünden cinayet işleyebileceğini, gönlünde işle­miş bile bulunduğunu iliklerine dek duyar bunlar, kimi zaman işlerler de bu cinayeti. İlenç yağdırmak sırası başkalanndadır şimdi...

Kıyı ile karşı adalar arasından ince ince akan deniz, balıkçı­yı sürükleyecek sürükleyecek, yolunu şaşırmış bir orfinoz yav­rusunun açgözlülükle dolandığı yere getirip bırakacak diye dü­şünelim şimdi. Atılan zokayı güçlük çıkarmadan yutacak, sonra da bütün gücüyle misinaya asılıp balıkçıyı terletecek olan orfinoz bir süre sonra yenilecek, sandala alınırken de balıkçının ko­lunu.

Balıkçı, orfinozu şimdiye dek gördüklerine, tuttuklarına hiç benzemeyen, hiç bilmediği bu balığı- ele geçiresiye epey yorulmuş, uğraşmış olacak... Bundan sonra olup bitecekler, bir bakıma, bu emeğinin, bu çabasının karşılığı sayılabilecek...

Tipili bir güne rastlatırsak bu olanı, olacağı, denizin gerek kişioğlunu gerek balığı yormaktaki katkısı bir parça artacak. Ki­şioğlu, genellikle, bir şeyi güç durumlarda kalarak elde etmek­ten hoşlanır. Bileğinin gücüyle kopardığına, kafasının işleyişiyle elde ettiğine inanır, güçlüklerle boğuştuktan sonra ele geçirdiği­ni. Daha ince meraklan olan kişioğullan da vardır: Kolaya yüz vermezler ama aradıklarının, istediklerinin ardından koşuyor­muş görünmekten hoşlanmadıkları için en güç durumlarda bile aldırışsız adam kılığına bürünüverirler, avlarının -avlan saydıkIarının, ardından koştuklanmın durmasını, kaçmaktan vazgeçip kendilerine yanaşmasını beklerler. O zaman duyduklan haz da­ha da büyüktür. Avm bu kerte alığı olur mu? demeyin. Çok olur.

Deniz, kendine kurşun rengi ile zeytin rengi arasında bir renk seçecek, kimi zaman tipileşen kimi zaman da durgunlaşan bir kar yağışı altında çalkanıp duracak. Birkaç saat sonra da, kır­gın başlayacak. Kıyılar, kıyıya çekilmiş sandallar yavaş yavaş karla örtülecek. Gitgide soğuyan yüzey sulan damar damar, oluk oluk akaklar bularak balık corumlanmn çekildiği kuytulara sızacak. Yavaş yavaş uyuşan balıklar, kendilerini yitirecek son­ra, yan ölü yan baygın su yüzüne doğru yükselmeğe, yüze vurunca da sırt üstü, yana yatmış, sürüklenmeğe başlayacak akıntı­ya uyup. Kıyıya vuracak daha da sonra bu balıklar, güçlükten hoşlandıklanm söyleseler bile kolay avlan kaçırmayanlann kep­çelerine, kovalanna dolup kalmak üzere...

Göçmüş kediler bahçesi / Bilge Karasu

3 Ağu 2016

Bir Sorunun Sonunda Ayakizleri


sakin bir dalganın ayakizleriyle
koyulur yola ipucu avcıları, cehennem
eskitmiş dedektifler, orospular
bir fotoğrafın koynundan yeni çıkmış aşk tazeleri
daha kimler, bir dalganın ayakizleriyle

serin salınışıyla hep bakıyordur korku
kendi güzelliğinden mahcup yolcu
zencefiller sürünmüş adettir diye
Fikriye bir Meyerhold treninden yeni inmiş
raylar boyu akıp gider ayakizleri

bir haberdir bu eskimiş akşamüstleri
ağlamaklı izler... kulaklarında
gümüş yorgunluklar taşıyan eski usul avcı
bir gülüşün peşindedir, nasılsa yerleşmiş
azgın aşkın öpüşleriyle mor dudaklı dedektif
düşüncenin tarazlanmış aynasında cinayetler
belki daha karanlık şeyler arar
orospular onda kara bir deniz edası
tazeler, her şey onda vardır diye ardından koşar

son sözler bahçesinde arkasına dönüp
sakin bir dalga; nasıl başlar yeniden
bir dalganın ayakizleri? yalnız bunu sorar




23 Tem 2016

Dünya, dünya görüşümü anlamayan alıklarla dolu!



Amaçlarından hiçbirini paylaşmadığım, sevinçlerinden hiçbiri bana bir şey söylemeyen bir dünyanın ortasında bir bozkırkurdu ve sefil bir 'münzevi' olmayıp ne yapacaktım! ne bir tiyatroda ne de bir sinemada uzun süre oturmaya katlanabiliyorum; elime bir gazete ya da çağdaş bir kitap alıp okuduğum seyrek oluyor. tıklım tıklım trenler ve otellerde, bunaltıcı ve sırnaşık bir müziğin çaldığı hınca hınç kafeteryalarda, zarif ve lüks kentlerin barları ve varyetelerinde, dünyayı gezen sergilerde, geçit törenlerinde, bilgiye susamış kimseler için düzenlenen konferanslarda ve kocaman statlarda insanların aradığı nasıl bir haz, nasıl bir neşedir, aklım almıyor bir türlü. istesem ulaşabileceğim, benim dışımda binlerce kişinin ele geçirmek için itişip kakıştığı, uğraşıp didindiği bu neşe ve sevinçleri anlamam ve paylaşmam olanaksız. öte yandan, benim o şenlikli saatlerimde yaşadıklarımı, benim için haz, yaşantı, cazibe ve huşu sayılan şeyleri 'dünya', bilemedin sanat yapıtlarında tanıyor, sanat yapıtlarında arayıp seviyor onları. yaşamın içinde ise hepsini kaçıkça buluyor. ve doğrusu dünya haklıysa, bu kitlesel eğlenmeler, az şeyle yetinen bu amerikalılaşmış insanlar haklıysalar, o zaman ben haksızım demektir. o zaman kaçık biriyim ben, o zaman sık sık kendime verdiğim isimle bir bozkırkurduyum, yolunu şaşırıp yabancı ve anlaşılmaz bir dünyada gözünü açan bir hayvanım, eski vatanımın havası ve yiyeceği elinden çıkıp gitmiş bir hayvan."

hermann hesse // der steppenwolf


sevginin yalnızca bir duygu olmadığını, bilgi de gerektirdiğini kendimden biliyorum. sevgi savurganlığım yüzünden habire su vererek çürüttüğüm kaktüsler hâlâ aklımda. bir dostum ‘iyi ki akvaryumda balık beslemiyorsun’ demişti. ‘herhalde havasız kalmalarına üzülür sudan çıkarırdın onları...’

tomris uyar - gündökümü

rakı içilmeyecekse, kavunla peynir niye var.. sigara içilmeyecekse, yağmurla çay.. madem aşık olunmayacak, kadınlar ve adamlar niye.. madem büyük yanlışlar ve acayip maceralar olmayacak, niye hayat?

ece temelkuran

yaşamak aynı zamanda yaşamış olduklarını hatırlamak demektir, hatırladıkça bunalıyorum..."

tutunamayanlar / Oğuz Atay


aklını başına derleyip bu pis ruh haletini tahlil etmek istersin. insan ruhunun çözülmez düğümleri bir muamma gibi önüne serilir. kitaplarda okuduğun depresyon kelimesine bir cankurtaran simidi gibi sarılırsın. çünkü nedense hepimizde maddi olsun, manevi olsun, bütün dertlerimize bir isim takmak merakı vardır, bunu yapmazsak büsbütün çılgına döneriz.

İçimizdeki Şeytan

faydalı olan hiçbir şey güzel değildir; faydası olan her şey çirkindir çünkü bir ihtiyacın ifadesidir ve insanın ihtiyaçları, tıpkı kusurlu yaradılışı gibi adi ve tiksinti vericidir… her gün kullanacağım faydalı bir kâse yerine, hiçbir işlevi olmayan, meyveler ve ejderhalarla süslü bir çin kâsesini tercih ederim…

theophile gautier


hep, dünyanın karşısına çıkıp gülümseyerek şöyle söyleyen yeteneksiz, orta halli bir yaratığı hayal etmeyi çekmiştir içim: " ey, siz galileler, kopernikler, büyük karllar, napoléonlar, puşkinler, shakespeareler, mareşaller, ünlü komutanlar; bakın şu karşınızda gördüğünüz yeteneksiz piç, ben, gene de sizden üstünüm, çünkü siz kendiniz boyun eğdiniz bana." "

delikanlı- dostoyevski

bir aşağı bir yukarı yürüdü insan, düşünceleri de onunla birlikte bir aşağı bir yukarı yürüyüp durdu. ama ne kadar soyut görünürlerse görünsünler, düşünceler de bir dayanak noktasına gereksinim duyarlar, yoksa kendi çevrelerinde anlamsızca dönmeye başlarlar; onlar da hiçliğe katlanamaz. insan sabahtan akşama kadar bir şey olmasını bekler ve hiçbir şey olmaz. bekleyip durur insan. hiçbir şey olmaz. insan yalnız kalır. yalnız yalnız. insan bekler, bekler, bekler, şakakları zonklaya kadar düşünür, düşünür, düşünür.”

stefan zweig satranç

***
hepimiz ortak bir ruhu kullanıyorduk. iyilik aynı iyilik, kötülük de aynı kötülüktü; sadece oranlar insandan insana değişiyordu. birimiz öldürebiliyorsak, hepimiz öldürebilirdik; birimiz yalancıysak, hepimiz yalancıydık. rahibe teresa'yla karın deşen jack'i ayıran çizgi aslında hiç de kalın değildi. sonuçta özümüz aynıydı. içimizde her duygunun tohumları vardı. iyiliğin mi yoksa kötülüğün mü tohumlarının sulanacağına ise şartlar ve talih karar veriyordu.

dünya, dünya görüşümü anlamayan alıklarla dolu!

"bir varmış bir yokmuş" kafam o noktada karıştığından gerisini pek anlamıyorum.

                              

( daha dün gibi videoyu yükleyişim ama iki yıl olmuş, Ribbon altıncı yılında.yaşlandık mı azizim? )