.

.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

29 Mar 2012

Nadja ( Bölüm 2 )




Hareket noktası olarak 1918'e doğru kaldığım, Panthéon alanındaki Hotel Des Grands Hommes'u, etap olarak da Ağustos 1927'de kaldığım, Varengeville-Sur Mer'deki Manoir d'Ango'yu alacağım; Manoir d'Ango hiç kuşkusuz aynı Manoir d'Ango'ydu; burada, rahatsız edilmek istemediğim zaman kalmamı teklif ettikleri, yapay olarak çalılıklarla gizlenmiş bir kulübede, bir ormanın kıyısında kendimi keyfimce puhu kuşu avına da verebilirdim üstelik. (Nadja'yı yazmak istediğim andan itibaren, başka türlü olması da mümkün müydü?) Şurada burada bir hata ya da küçük bir unutkanlığın, hatta herhangi bir bulanıklığın ya da içtenlikle yapılmış bir atlamanın anlattıklarım üzerine, bütünü içerisinde alındığında hiçbir şüphe götürür yanı olmayan şeyler üzerine gölge düşürmesi o kadar önemli değil. Böylesine düşünce kazalarının, haksız yere gündelik olaylar boyutuna indirgenmemesini de isterdim, sözgelimi Paris'te, Maubert alanındaki Etienne Dolet heykelinin beni tümüyle çektiğini ve dayanılmaz bir iç sıkıntısına neden olduğunu söylüyorsam, buradan, beni psikanalizin paklayacağı sonucunu çıkarmamalı hemen; saygı duyduğum bir yöntem bu ve hiç değilse insanı kendinden, kendi içinden çekip çıkarmayı hedeflediğini düşünüyorum ve ondan, tahrirat katibi başarılarından daha başka başarılar bekliyorum. Bu da beni rahatlatıyor, öte yandan, psikanaliz böylesine fenomenlerle uğraşacak halde değil; büyük başarılarına rağmen, rüya sorununu son kertesine kadar bitireceğini veya yarım kalmış edimler açıklamasından hareketle, kendisinin de birtakım yeni edim ihmallerinde bulunmamasını kabul etmek bile, onu gereğinden fazla onurlandırmaktır zaten. Burada kendi deneyimime, bana göre, meditasyonlar ve hayallerle oldukça bölünmüş kendi üzerimdeki bir konuya geliyorum.
Renée Maubel Konservatuarı'nda, Apollinaire'in Couleur du Temps'ının ilk temsil gününde perde arasında, balkonda Picasso'yla konuşurken, genç bir adam yanıma yaklaştı, birtakım sözcükler geveledi ve sonunda anladım ki savaşta öldüğü kabul edilen arkadaşlarından biri sanmıştı beni. Tabii daha ileri gidemedik. Bir zaman sonra, Jean Paulhan aracılığıyla Paul Eluard'la mektuplaşmaya başladım, ikimizin de birbirimizin dış görünüşümüz konusunda en ufak bir fikri yoktu. İzinli olduğu bir sırada beni görmeye geldi: Couleur du Temps'da bana doğru gelen oydu.
Champs Magnétiques'in son sayfasına yayılmış ODUN-KÖMÜR sözcükleri, Soupault'yla birlikte dolaştığımız bütün bir pazar boyunca, belirtmeye yaradıkları tüm dükkanlar konusunda, garip bir tahmin yeteneğimi ortaya koymama vesile oldu. Hangi sokağa girersek girelim bu dükkanların, sağımızda ve solumuzda ne kadar ilerde karşımıza çıkacağını söyleyebiliyordum gibi geliyor. Ve öyle sanıyorum ki bu her defasında doğrulanıyordu. Söz konusu sözcüklerin halüsinasyonlu imgesi değil de, basbayağı dükkanın cephesinde, girişin her iki yanında, tek renkli, bazı kısımları daha koyu olan kütüklerin şöylesine boyanmış kesitleri beni uyarıyor, yönlendiriyordu. Eve döndüğümde bu imge gene peşimi bırakmadı. Médicis kavşağından gelen bir tahta at havası, bende odun kütüklerinin etkisini yaptı. Bir de, penceremden, iki üç kat altımda, bana sırtı dönük, Jean-Jacques Rousseau heykelinin kafatası... Korku içinde alelacele, telaşla geriledim.
Gene Panthéon alanında, bir akşam, geç vakit... Kapıya vuruldu. Bugün, ne kaç yaşlarında olduğunu ne de hatlarını hatırlayabildiğim bir kadın girdi içeri. Yas giysileri içindeydi sanırım. Littérature dergisinin bir sayısının peşindeydi. Birisi bunu ertesi gün Nantes'a getirmesi için söz almıştı ondan. Bu sayı daha çıkmamıştı, ne var ki, onu inandırıncaya kadar akla karayı seçtim. Az sonra anlaşıldı ki, ziyaretinin nedeni kendisini yollayan ve kısa bir süre sonra gelip Paris'e yerleşecek olan kişiyi "tavsiye etmek"ti bana. (Şu deyim aklımda kaldı: "Edebiyata atılmak isteyen", o andan itibaren bütün uğraşıp didinmesinin nedenini anlayınca bir kez, onu olabildiğince mütecessis ve heyecan verici buldum). Benden, böyle hayali olmaktan da öte, buyur etmem, öğütler verme görevini üstlenmem istenen kişi de kimdi? Birkaç gün sonra Benjamin Péret karşımdaydı.
Nantes: Belki de Paris'le birlikte, başıma yaşanmaya değer bir şeyler gelebileceği izlenimi veren tek Fransa kenti, birtakım bakışların kendi kendilerine, alabildiğine ışıltılar saçtığı kent (daha geçen yıl Nantes'dan otomobille geçerken, bir adamla birlikte yürüyen, sanırım bir işçi kadın, gözlerini kaldırdığında saptadım bunu: Kala kaldım öylece), burada yaşamın temposu başka yerlerdekiyle aynı değil, burada tüm serüvenlerden de öte bir serüven düşüncesi birtakım kişilerin kafasında yer bulmaktadır hala, Nantes ki hala oradan bazı dostlar gelebilir bana, Nantes ki nasıl da sevdim bir bahçesini: Procé bahçesini.
Şimdi, kendisini tanıyan aramızdan bazılarının, uykular dönemi diye adlandırdıkları dönemdeki Robert Desnos'u tekrar gözümün önüne getiriyorum. Desnos "uyuyor" ama, uyurken de yazıyor, konuşuyor. Bir gece bende, Ciel barının üstündeki atölyede oluyor bu. Dışarıda bağırıp çağırıyorlar: "Giriyoruz, giriyoruz, Chat Noir'a giriyoruz!" Ve Desnos benim görmediğimi, bana ancak o gösterdikçe görebildiğimi görmeye devam ediyor. Bunun için de, çoğunlukla, yaşamakta olan en ender, en anlaşılmaz, düş kırıklığına uğratıcı adamın, Cimetiére des Uniformes et Livrées'nin yazan, gerçekte hiç görmediği Marcel Duchamp'ın kişiliğine bürünüyor. Duchamp'daki birtakım esrarengiz "kelime oyunları" (Rrose Sélavy) içinde en taklit edilmez olarak görülen şey, Desnos'ta, tüm saflığı, arılığıyla karşımıza çıkıyor ve ansızın olağanüstü bir genişlik ve yaygınlık kazanıyor. Kaleminin, en ufak bir duraksama olmadan kağıdın üzerine konuşunu ve olağanüstü bir hızla, bu şiirsel denklemleri görmeyen ve benim gibi, bunların uzun bir hazırlık döneminden geçmiş olabilecekleri konusunda ikna olmayan mı kaldı; teknik yetkinliklerini değerlendirme yeteneğine sahip olsalar ve de o olağanüstü kanat çırpışı değerlendirseler bile, bütün bunların getirdikleri konusunda, bunun kazandığı mutlak kehanetin değeri hakkında bir fikir sahibi olamazdılar. Bu sayısız seanslara katılanlardan birinin zahmete katlanıp da bunları kesinlikle betimlemesi, gerçek havalarına oturtması gerekir. Ne var ki tutkuya kapılmadan bunlardan söz etmenin zamanı henüz gelmedi. Desnos'un gözleri kapalı, ilerisi için, kendisiyle, başka birisiyle ya da kendi kendimle verdiği o kadar buluşma saatinden, gitmeme cesaretini gösterebildiğim tek bir tanesi bile yok, en akıl almaz yer ve saatlerde olsalar bile, söylediği kimseyi orada bulacağımdan emin olmasam bile.

Nadja / Andre Breton