.

.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

10 Ağu 2012

Yalan


 

O sabah da ağlayarak uyandı. Rüyasında babası ölüyordu. Bir önceki hafta aynı rüyanın baş rol oyuncusu annesi olan versiyonunu görmüştü. Yalnızlık, özlem zihnini esir almış; bilinç altıyla ortak oyunlar oynamaya başlamıştı. Daha fazla uyumanın anlamı olmadığını düşündü.

Cumartesi olmasına rağmen erken kalktı. Yatmadan önce başucuna koyduğu suyu içti. Pijamalarını bir daha görmek istemezcesine çıkarıp attı. Sandalyenin üzerinde bir önceki gün giydiği kıyafetler duruyordu. Öfkeyle giyindi. Son günlerde içini kaplayan huzursuzluğa anlam veremiyordu. Yerdeki pijamalarını alıp banyoya gitti. Elindekileri buruşturup kirli sepetine fırlattı. Dişlerini fırçalamaya başladı.

“Her sabah aynı hareketleri tekrarlamaktan ne zaman vazgeçer insan? Hayatım yabancı dil kurslarındaki gibi güne başlıyor. Uyan, kalk, yüzünü yıka, dişini fırçala, soyun, giyin, işe git, gel, yemek yap, ye, bulaşıkları yıka, yat, sürün! Şu gözlere bak! Kaz ayaklarım yok çok şükür de benim mi bu mor halkalar ey Cahit Sıtkı! Şair ettin adamı sabah sabah!”

Takıntıları olan biriydi. Yatarken dişlerini fırçalarsa kuru bir ağızla uyanacağına inanıyordu. Bu yüzden günde bir kez dişlerini fırçalar, gerisini naneli sakızla geçiştirirdi.

Ağzını çalkalayıp kudurmuş köpek görünümünden kurtuldu. Her sabah aynada kendine hırlıyordu. Kapının arkasına astığı havluyla yüzünü sildi. Akşamdan kalmış makyajı havluda natürmort desenleri yarattı.

“Nature, doğa demek, morto da ölü. Yani natürmort ölü doğa! Hay aklımı seveyim! Etimolog olacak adamdın da mühendis yaptılar seni!”

Banyodan çıktığında rüyasını da babasını da çoktan unutmuştu. Artık üç – dört günde bir konuşur olmuşlardı. “Boşuna dememiş atalarım; gözden uzak olan gönülden de uzak oluyor.” Kendini böyle avutmayı öğrenmişti. Aksini düşünmek istemiyor, düşündüğü an göz pınarlarına boncuk yaşlar akın ediyordu.

Koridoru geçip mutfağa gitti. Çaydanlığa su doldurup ocağa koydu. Eski çaydanlığını defalarca kısık ateşte unutmuş, eşya yanmaktan bitap düşmüştü. Eve gelenleri “Kapkara olmuş çaydanlığı görecekler.” diye mutfağa sokmuyordu. Tez zamanda içindeki su kaynadığında düdüğü öten, kırmızı, tombul karınlı bir çaydanlık edindi. Bunun da ayarı yoktu. Yakında seksen desibelin üzeri etkisi nedeniyle kulaklık takmak zorunda kalacaktı. “Madem ev kadınlığı da bir meslek, bu da meslek hastalığından sayılmalı!” diye düşündü. İyi fikirdi ama sigortası yoktu bu işin.

Buzdolabını açtı. Köylü pazarından aldığı çift sarılı yumurtaları çıkardı. “Tereyağı, un, süt, yumurta, tuz, maydanoz. Hepsi bu. Çatalın sırtıyla ezerek çırpıyoruz. Mikserle yaparsak olmaz; yumurta bir şey oluyordu işte, hatırlamıyorum şimdi! Hadi, hop, cumburlop tavaya!” Omlet yapmayı Mucize Lezzetler’den öğrenmişti. Eğer omlet mucizeyse diğer yemekler hangi sınıfa giriyordu acaba? Omletini tabağa aktardı. Yanına domates, salatalık doğradı. Marul ve maydanozu da unutmadı. EKG’sine bakıp alnında yazıyormuşçasına “Sende magnezyum eksikliği var.” dediğinden beri doktor civanı, koyun gibi ot yiyordu. Tepsisini hazırlayıp salondaki masanın üzerine bıraktı. Bilgisayarında olan şarkılardan dinlemek istedi canı. Rastgele bir sürü şarkı ekledi listeye.

“Uzaksan duyamazsın… Bilirsen unutamazsın… Solarsan açamazsın… Kurursan damlayamazsın…” dedi Mehmet Erdem, “Belki de kuruyorum ben.” dedi kendine. Göz pınarlarındaki boncuklar tepsinin üzerinde parıldamaya başlamışlardı. Mutfaktan gelen düdük sesiyle uyandı hüzün aleminden. Çayı kısık ateşe almak için kalktı masadan.

Ne hüzün kaldı ardında, ne Mehmet, ne de erdem.