.

.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

3 Eyl 2013

Sabah...





Yalnızlığın eşiği...

Ucun ucun günün ilk ışıklan gökyüzün de. isli, dumanlı bir alacalık. Uzakta istanbul. Uzun yapılar. Sis. Boğuntu. Ufku kaplayan beton yığmlan uzakta. Dağılan sabahla birlikte yapılann yavaş yavaş açılan yüzü. Günün açılan yüzü. Günün ilk ışıklanyla birlikte istanbul peçesini kaldınyor. Uzakta düdük sesleri, kim bilir hangi gemilerden? istanbul bir anı gibi uzakta, istanbul bir anı gibi uzak.

Tahtalannın bir kısmı düşmüş, pancurlan sarkmış, damı akmaya başlamış konağın, ilk katında ışık yanan penceresinden bu umutsuz sabahı seyrediyor Fatma Aliye. Uykusuz bir gecenin sabahıydı gene. Bu sabah alacasından acıyla, hüzünle kanşık bir haz duyuyor. Her sabah gün sökerken, kaç kişi uyanık oluyordu ki? Kaç ev, kaç oda mangalın son közlerini yeniden tutuşturan insanlann gürültüsüz sıcaklığıyla ısınıyor? Fatma Aliye, bu sabah azınlıklanndan biri olmanın, bu çeşit bir yalnızlığı paylaşmanın tadını buluyor erken sabah uyanmalarında. Her sabah böyle erkenden uyanıyor, oturma odasına geçiyor, pencereyi , açıyor, umutsuz gözlerle kirli sabaha, Fikret'ten bu yana 's i s' lerin boğduğu istanbul'a ve kimsesiz bahçeye uzun uzun bakıyordu. Her sabah umutsuz bir yinelenişti onun için. Uzun, upuzun bir sessizlikti. Yaban otlannın, aykın otlann sardığı bahçe artık bir mezarlık hüznü taşıyor. Demirleri paslanmış, mandalı tutmayan bahçe kapısı; ahşabı kemirilmiş yıkık dökük bahçe çevirmesi; taşlan ufalanmış, küçülmüş ve yerinden olmuş yer yer yıkık bahçe duvarı, insana yoğun bir onarılmazlık duygusu veriyor. Her şey bir geri gelmezlik içerisinde. Yaşama sevinci adına hiçbir şey yok bu bahçede. Bahçe kapısına dolanan sarmaşıkların ışıltısından ve kurumuş çınar ağacının yorgun dallarına yuvalanmış birkaç serçenin cıvıltısından başka ne varsa hayata dair bir şey söyle-miyor. Fatma Aliye her sabah bu hüzünle yıkıyor yüzünü, bu kederlenmelerle büsbütün içlenerek başlıyor güne. Sırtında erimeye yüz tutmuş ince sabahlığı, birkaç firketeyle başına oturtmaya çalıştığı acemi topuzuyla pencerenin kenarına ilişiyor, uykusuz gecesini sabahla tamamlıyor.

Kaç zamandır bu böyleydi. ("Gece ne kadar yıldızlı, pırıl pırıl," demişti Saffet Hamdi Beyin saksılı balkonundan uzun uzun gökyüzüne bakarak. İdris Beyin büyük kızı yanıtlamıştı: "Ve bir o kadar da soğuk. şimdi yatak bir cehennem gibi soğuktur. Uyuyamazsın..." İdris Beyin büyük kızı, o hiç konuşmayan, çoğu insanın handiyse dilsiz sandığı kız. Fatma Aliye nasıl hayretle bakmıştı kızın yüzüne. İdris Beyin büyük kızı, "cehennem gibi soğuk" demişti, kemik düğmeler avuçlarını dondurduğunda bu sözü yeniden anımsamıtı o gün. Madam Ester'in sorularla yüklü bakışlarından kurtulmak istediği zaman. Annesi o gece ve ondan sonraki her gece bir buzdağı sessizliğiyle gezinmişti evin içinde. O hafta da konuşmamıştı annesiyle. Borçları ödemenin zamanı gelmişti oysa. Annesi de bir cehennem gibi soğuktu. Yeniden andı İdris Beyin büyük kızını. Peyker Kalfa'nın torununu vurmuşlardı. Yaralıydı İshak. Anneannesi kalp krizi geçirmişti. Afife Reşat Hanım bütün gece dolaşmıştı evin içinde. (Bütün gece onun sessiz ayak seslerini dinlemişti Fatma Aliye. Bütün gece anneleri ve çocukları düşünmüştü. Sonra torunları. Kendisinin de bir torunu var mıydı acaba? Yazık ki bunu bile bilmiyor. Bir torunu olup olmadığından bile haberi yok. İshak'tan nefret etti bütün gece.)

Konakta en çok oturma odasını seviyor Fatma Aliye. Annesi izin verse yatağını bile buraya sererdi; burada tabaklar vardı. (Sonsuz bir serüven gibiydi bu tabaklar...) Eski ceviz bir camekânın içinde bekleyen çeyiziydiler. Hiç kullanılmamıştılar, (umutlan gibi) Fatma Aliye geçen hafta gördüğü karabasanı hatırladı. Konuşan, fısıldaşan bu porselen sessizliği, vicdan azabı'nı... Limonluğun camı o ara kırılmış olmalıydı (Anneannesi evlendiğinde Çin'den armağan olarak getirtilmiş. Halis Çin porselenleri. Çin kadar uzak bir ülkenin, bir umudun sannlı çeyizi... Sabaha dek uykusunda sayıklamışlardı.) "Evlenir evlenmez kullanacağım bu tabaklan," diye düşünüyor. "Artık bu tabaklar sofralara konulmalı, bembeyaz, tertemiz, kolalı örtüler üzerine dizilmeli. Yaşamalı artık bu tabaklar. Hayatımızın içinde bir yeri olmalı. Defter yapraklan arasında kurutulmuş bir çiçek güzelliğiyle dilsiz ve sağır bir camın ardında .öylece duruyorlar. Hep kullanılacaktan günün özlemiyle. Kaç yüzyıldır bekliyorlar.

"Ben... ben de hep bu camın ardında öylece bekliyorum."

Son İstanbul / Murathan Mungan