.

.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

22 Nis 2012

insanları genel anlamda seviyorum ama kimseye tahammülüm yok.



"hep kalıplara uymayı reddettim. geldiğim nokta şu; diğerlerinden daha mutsuz, bi o kadar umutsuz ama kafam hepsinden daha güzel.." ( Charles Bukowski )

aşk mı insanı budala yapıyor; yoksa yalnızca budalalar mı aşık oluyor?
küsmek aşkın belirtisidir belki; ama küskün aşık da hem sıkıcıdır, hem de hiçbir geleceği yoktur.
sevişmek, aşkı yatıştırmanın en iyi yolu değil midir? ( Benim Adım Kırmızı )

Ne var ki, dünyada "sizi anlıyorum" gözlerinin sahteleri türemişti; gerçeği sahteden ayırmak çok zordu. "Sizi-anlıyorum konuşmanıza- ihtiyaç yok" ya da "siz-onlara-bakmayın-yalnız-gözlerime-inanın" bakışlarını çoğu aslında "bugünü-geçirmek-için-birine ihtiyacım-var" kalıbından ibaretti. insanın, böyle sahtekarları görünce, başı ağrıyordu.( Oğuz Atay )

çürümek de yaşamaktır, biliyorum biliyorum! eziyet etmeyin bana. insan bazen unutuyor. evet belki bir gün bildiğimi sanarken yalnızca varolduğumu, biçimden yoksun, dur durak bilmeyen tutkunun beni çürümüş etlerime kadar yiyip kemireceğini öğrendiğim gün ve bunu öğrenmekle hiçbir şey öğrenmiş olmadığımı, yalnızca aynen geçmişte haykırmış olduğum gibi, az ya da çok yüksek sesle, az ya da çok belirgin biçimde haykırıp durduğumu öğrendiğim gün, işte o gün bu yaşamdan söz edeceğim size!

öyleyse haykıralım birlikte!
iyi gelir derler insana... ( Molloy )

''Büyük birader bizi gözetlemiyor aslında, şarkı söyleyip dans ediyor. Şapkadan tavşan çıkarma numaraları yapıyor. Büyük birader uyanık olduğunuz her dakika dikkatinizi çekmekle meşgul. Sürekli aklınızın başka yerde olduğundan emin olmak istiyor. Tamamen zapt olduğunuzdan emin olmak istiyor.'' ( chuck palahniuk - ninni )

kim olursa olsun, her insan, her zaman, her yerde, aklının ve mantığının ona dayattığı gibi değil, canının istediği gibi davranmak ister; kendi çıkarlarına ters düşen şeyleri de isteyebilir, hatta ara sıra böyle olması zorunludur (bu benim düşüncem).
işte hiçbir sınıflandırmaya sokulamadıkları için yok sayılan, bütün sistemlerin, kuramların canını okuyan en önemli çıkarlarımız, bağımsız, engellenemeyen isteklerimiz, yabanıl kaprislerimiz, kimi zaman çılgınlık derecesine varan düşlerimizdir. ( dostoyevski / yeraltından notlar )

Yaşam, kaybetmeyi öğrenmektir... Kaybetme maceramız, daha anne karnından çıktığımızda başlar. Hiç emek harcamadan hüküm sürdüğümüz, dünyanın en güvenli, en yumuşak korunağını, ana rahmini kaybederiz önce. Bizden intikam almak için bekleyen dünya, sanki "Niye çıktın oradan?" dercesine, gözlerimizi yakan ışıkları, kulaklarımızı tırmalayan gürültüsü, sıcağı, soğuğu, açlığı, kiri, hastalığıyla saldırır üzerimize. Ama biz de öyle kolay kolay pes etmeyiz. Kaybettiklerimizin yerine, anında başka bir şey koyarız. Hem cennetimizi yitirsek de, o kutsal yerin sahibi olan annemiz bizimledir, üstelik yanında bir de baba vermiştir emrimize. Dışarıdaki dünyaya alışmaya başlayınca, kaybettiğimiz cenneti hemen unutuveririz. Ancak büyüdükçe, bize gösterilen ilgi günden güne azalır. Azalan ilgi, dünyanın bizden ibaret olmadığını gösteren bir uyarıdır aslında. Ama bu uyarıyı görmezden geliriz. Düşler kurar, hayaller uydurur, kaybettiklerimizin yerine yenilerini koyarak dünyayı kendimiz sanmayı, bu güzel yalana kanmayı sürdürürüz... ( Ahmet Ümit - Kukla )

'isteyip istemediğimi doğru dürüst bilmediğim, fakat neticesi aleyhime çıkarsa istemediğimi iddia ettiğim bu nevi söz ve fiillerimin: daimi bir mesulünü bulmuştum: buna içimdeki şeytan diyordum, müdafaasını üzerime almaktan korktuğum bütün hareketlerimi ona yüklüyor ve kendi suratıma tüküreceğim yerde, haksızlığa, tesadüfün cilvesine uğramış bir mazlum gibi nefsimi şefkat ve ihtimama layık görüyordum. halbuki ne şeytanı azizim, ne şeytanı? bu bizim gururumuzun, salaklığımızın uydurması... içimizdeki şeytan pek de kurnazca olmayan bir kaçamak yolu... içimizde şeytan yok... içimizde aciz var... tembellik var... iradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey: hakikatleri görmekten kaçmak itiyadı var...' ( sabahattin ali -içimizdeki şeytan )

dostalarım olmadığını nasıl mı biliyorum? çok basit: bunu, iyi bir oyun oynamak, neredeyse onları cezalandırmak için kendimi öldürmeyi düşündüğüm gün keşfettim. ama kimi cezalandırmak? birkaçı şaşıracak, kimse kendini cezalandırılmış hissetmeyecekti. anladım ki, dostlarım yoktu. kaldı ki, dostlarım olsaydı bile, daha ilerlemiş olmayacaktım. eğer intihar edebilsem de sonra suratlarını görebilseydim, o zaman ürküttüğüm kurbağaya değerdi. ama yeryüzü karanlıktır, aziz dostum, tahta kalın, kefen ışık geçirmez. ruhun gözleri, evet kuşkusuz, eğer bir ruh varsa ve onun da gözleri varsa! ( düşüş - albert camus )

sonra benim uçağım kalktı. atmosferin ortasında düşündüm: her şey nasıl bitiyor? nasıl yabancılaşıyor insanlar? hiçbir şey olmamış gibi. birlikte yemek yer miydik? nerelere giderdik? şakalarımız nasıl şakalardı? kavgalarımız? sesi nasıldı sesi? unutmak degil, başka bir şey bu. ( cemal süreya, günler-84.gün )

her yaşam olasılığını içimden geçirdim. yaşamadığım ölüm, ölmediğim yaşam kalmadı. yokoluşu deneyimlemek bazen var olabilmenin tek seçeneği oldu, tuhaf geliyor kulağa ama sen anlarsın beni. zaten her şey bu kadar "sen anlarsın" diyebilişimden geldi başıma. sonrası da şuna dönüştü: anlarsın da nasıl yaparsın? hiç mi başka türlü yapamazsın? ( karin karakaşlı, müsait bir yerde inebilir miyim? )

döşekte uzanır kalır ve saatleri sayarım; etrafta, kendimi mahvetmeye çağıran aletler, nesneler. çivi fısıldıyor bana: kalbini del, çıkacak azıcık kan seni ürkütmemeli. bıçak laf dokunduruyor: ağzım şaşmazdır: bir saniyede vereceğin kararla sefaleti de utancı da alt edersin. Pencere, sessizliğin içinde gıcırdayarak tek başına açılıyor: yoksullarla sitenin tepelerini paylaşıyorsun; atlasana, açılmamın değerini bil: göz açıp kapayıncaya kadar, kaldırım taşının üzerinde, hayatın anlamı ve anlamsızlığıyla beraber pestilin çıkacak. Bir ip ideal boynu bulmuş gibi, yalvarıcı bir gücün tonuna bürünerek dolanıyor: seni daima bekledim; senin korkularına, yılgınlıklarına ve hıçkırıklarına şahit oldum; buruşmuş örtülerini, kudurmuşluğunla ısırdığın yastığı gördüm; tanrılara taltif ettiğin sövgüleri işittim. Merhametli olduğumdan senin için üzülüyorum ve sana hizmetimi sunuyorum. Zira şüphelerine bir cevap ve ümitsizliklerinden bir kaçış bulmaya burun büken herkes gibi, sen de kendini asmak için doğmuşsun. ( E. M. CIORAN, Çürümenin Kitabı )

" yaralar vardır hayatta, ruhu cüzzam gibi yavaş yavaş ve yalnızlıkta yiyen, kemiren yaralar.

kimseye anlatılamaz bu dertler, çünkü herkes bunlara nadir ve acayip şeyler gözüyle bakar. biri çıkar da bunları söyler ya da yazarsa, insanlar yürürlükteki inançlara ve kendi akıllarına göre hem saygılı hem de alaycı bir gülüşle dinlerler bunları. çünkü henüz çaresi de devası da yok bu dertlerin. tek ilaç şarap yardımıyla unutmaktır; afyonun ve uyuşturucu maddelerin sağladığı sahte uykudur. ama ne yazık ki bu tür devaların da etkileri geçicidir, acıyı kesecekleri yerde çok geçmeden daha da şiddetlendirirler. " ( sadık hidayet - buf-i kur )

düşler gibi belirdik saydam şafakta, gecenin geride bıraktığı ince, tedirgin gölgeler gibi. teker teker çıktık taş binadan... fırtına durulunca topraktan çıkan solucanlar kadar şaşkın, aç, parçalanmış. tıka basa doluyduk acıyla, utançla, aşağılanmayla... konuşmadan, vedalaşmadan, bir kez olsun göz göze gelmeden dağıldık. kimse dayanamazdı kendi gözlerini görmeye... hala sonlanmayan, sonlanmayacak uçurumunu ötekinin gözlerinde izlemeye... yazgımızın yeniden kesişmemesinden, bir sokakta, bir taş binada, bir avluda, ölümlerle dolu bomboş bir odada bir daha karşılaşsak bile, birbirimizi tanımamaktan başka dileğimiz yoktu. ( taş bina ve diğerleri / aslı erdoğan )

beni çok seveceksin... ah ne kadar çok seveceksin. seni kendimle aldatacağım, sana anlattıracağım. anlat da bi yanın daha yok olsun. herkesten gözün gibi saklayıp bacaklarının arasında uyutttuğun bebeği görsünler. hadi anlat.., biraz daha ağzına sıçsınlar. rüyalarına tükürsünler, kollarını kessinler, ayaklarının koktuğunu söylesinler. yanmaya başla, seviştiğin geceleri unuttursunlar... yatagının yanına park ettirsinler kalbini. acı yarışına çık, benimki daha büyük diye kıçını yırt. yırt ki kıçına şarap döksünler. hemen uysallaş; 'yaaa, zaten ben .....' diye uysallaş. uysallaş, uysallaş. beni çok seveceksin. kalbimdeki ağrıyı seveceksin, kavgayı vereceğim sana, kavgayı seveceksin. sana hep 8. doğum günümü kutlarken, tam mumları söndürürken , beyaz elbisem ve at kuyruğu saçlarım çikolataya bulaşırken, 'orada duran çocuktun' diyeceğim. atma kendini. o,sun, pastamın tam ortasındaki mumsun ve seni otuz dört dilime böldüm. şimdi bütün parçalarını toplamışsın.., kutlarım..., beni aldattın. vazgectim. seni ısırdığım elmayla aldatacağım. gelmeyeceğim.
bir yıl iki ay sonra, kalbin üzerinde unutulmuş kelebeği buldum. önce beyaz kapıyı, sonra beyaz bardağı, sonra buğuyu. şimdi tam onu buldum. buğuyu sildim. tuzları yaladım. ona dokunamadım. onu devirdim. bir sağa, bir sola. avcumun içine alamadım. bir yıl iki ay önce aşkımın bittiğini anımsadım. pop müzik dinledim, hepsi geçti. yirmi dört saat radyo programcısı isen; kitabımı asla anlayamazsın dedim. düğmelerimi boğazımı örtünceye dek kapadım. okumasınlar beni aşkım. omuzlarımı gösterme onlara. ( orospu kırmızı / umay gedikoğlu )