.

.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

1 Kas 2020

“Ne olur, hep anlatın”

 Selim’i, ölümünden bir yıl kadar önce tanımıştı. Günseli’nin çalıştığı daireden bir memur arkadaşı, bir pazar gezintisine çağırmıştı genç kadını. Selim’i ilk defa bu eğlentide görmüştü. İlgilenmişti onunla. Selim, asık suratlı ve sıkıntılıydı. Önce kimseyle konuşmuyordu. Zorla getirilmiş gibiydi. Gerçekten de zorla getirilmişti. Memur arkadaşı, Selim’e takılıyor, onu mağarasından zorla çıkardığını söylüyordu. “İnsanların arasına karış biraz,” diyordu.

“Onun, bu insanlar ve bu çeşit gezintilerle ilgilenmediğini, oyunlara katılmakta güçlük çektiğini ve bu uyuşmazlığından ıstırap duyduğunu anlamak için bu sözleri işitmeye ihtiyaç yoktu. Sıkıntısını artık gizleyemiyordu. Kendi de bilmeden bir kurtarıcı arıyordu. Sıkılganlığının geçmesi için ona yardım etmek istedim. Onun gibi, suratımı asarak yanına yaklaştım, konuşmaya başladım. ‘Benim gibi bu eğlentiye yanlışlıkla gelmediğinize göre, beni anlayacağınızı sanmıyorum,’ dedi. Yere bakarak konuşuyordu. Yüzüme bakmaya cesareti yoktu. Birden, başını kaldırarak: ‘Yıllardır, bir genç kız yanıma yaklaştığı zaman, ona söyleyeceğim acı ve alaylı sözler hakkında o kadar hayal kurdum ki siz bütün bunların ağırlığına dayanamazsınız,’ dedi. ‘Ben de söylediklerimden hemen pişmanlık duyarım. En iyisi hiç konuşmamak. Bakın, burada canlı ve neşeli bir sürü genç adam var. Onlar sizi daha iyi eğlendirebilir.’ Ben, gene suratımı asarak, onunla konuşmak istediğimi söyledim. Teselli ye muhtaç üzüntülü genç adam rolünü beğenmiyormuş. ‘Ben sizi bu durumda görmüyorum,’ dedim. ‘Herkes kadar canlı olduğunuzu sanıyorum.’ ‘Kadınlar insanda....’ dedi. Durdu. ‘Bernard Shaw’u okudunuz mu?’ Bir süre otların arasında yürüdük konuşmadan. Durdu, ilk defa gözlerime bakarak: ‘Ben, böyle bir karşılaşma için çok daha iyi birşeyler yapabileceğimi sanıyordum,’ dedi. ‘Kendimi hayal kırıklığına uğrattım.’ Sonra, sorularına başladı: hangi gazeteyi izliyordum? hangi kitapları okuyordum? hangilerini beğeniyordum? ailem serbest yaşayışımı uygun buluyor muydu? bu gezintiye neden gelmiştim? ilgilendiğim bir erkek yok muydu gelenler arasında? ileri düşünceli olduğumu göstermek için mi çalışıyordum? Durmadan soru yağdırıyordu. Bu sorulardan incinmemeliydim: beni daha önce uyarmıştı. Sorularını birden kesti ve: ‘Sanıyorum yeter derecede gücendirdim sizi,’ dedi. ‘Artık eğlentinin sonuna kadar yüzüme bakmazsınız.’ Gitmek üzereydi: ‘Suratımı, genç kızların hoşuna gitmek için asmadığımı anlamışsınızdır artık.’ Yüzüne bakıyordum. ‘Daha ne bekliyorsunuz?’ dedi.

Gülerek: ‘Belki tam böyle olmanızı bekliyordum,’ dedim.

Oyuncağı elinden alınmış bir çocuk gibi yüzünü buruşturdu: ‘Anlaşıldı,’ dedi. ‘Kendinize eğlence arıyorsunuz. Buyrun o halde.’ Elimden tuttu ve koşarak top oynayanların yanına götürdü beni. Çocuk gibi eğlendi akşama kadar. Dönüşte yanıma oturdu. Kucağımdaki çiçeklere bakarak, onları hangi kitapların arasında kurutacağımı sordu. ‘Aman benim sevdiğim kitaplar olmasın.’ Gülüyor, fıkralar anlatıyor, şarkılara katılıyordu. Kolumu tuttu; güneşte yanan derisinin üstüne bir saman çöpüyle adını yazdı. Arkadaşlardan utanarak elini ittim. Mahzunlaştı. Kötü bir şey yapmadığını göstermek için gülümsedim. Yüzü değişti birdenbire.

“Türkçe tango sever misin?’ dedi. ‘Beni ne sanıyorsun?’ dedim. Suratını astı: ‘Sonum geldi,’ dedi. ‘Artık kadınlar da espri yapabiliyor.’ Yol boyunca Türkçe tangolar söyledi bana, sözlerini değiştirerek. O günden sonra bir ay hiç aramadı beni. Her gün heyecan içinde daireye telefon etmesini bekliyordum. Beni unuttuğunu düşünüyordum. Sonra, bir gün aradı. Ürkek

bir sesle konuşuyor, beni aramasının doğru olup olmadığını soruyordu. Kızarak, şimdiye kadar neden hiç aramadığını sordum. Şaşırmış olacak; bir an sustu: ‘Yani, aramamı mı bekliyordun?’ dedi. ‘Bunu hiç düşünmemiştim.’ Güldüm: ‘Çok düşüncesizsin,’ dedim. ‘Diyecektim ki... şey,

Günseli... hemen buluşabilir miyiz?’ Onu daha fazla üzmek istemedim.”

Turgut, Günseli’nin sustuğunu görünce telaşlandı. “Ne olur, hep anlatın,” diye yalvardı. “Ne olur hiç susmayın. Buradan sıkıldınızsa başka yere gidelim. Siz yolda da anlatın. Her şeyi anlatın. Ne durumda olduğumu bir bilseniz...”

Durdu, gülerek: “Selim ne derdi şimdi?” diye sordu. Günseli, iri gözlerini açtı, çocuksu bir gururla: “Ne durumda olduğunuzu bilseydim, hamiyetten gözümün yaşını tutamazdım, değil mi?” “Gördünüz mü, benden saklayacak hiçbir şeyiniz olmamalı.” “Doğru. Hem o kadar yalnızım ki.” Birlikte yemeğe çıktılar.

Turgut çocuk gibi seviniyordu içinden. Demek seni de sonunda yakaladık suçüstü. Bayağılık etme Turgut. Haklısın Selim. Kendimi kaybettim bir an için; aslıma döndüm. Peki peki. Sevinçten şaşkına döndüm. Yakalandın ama Selim, itiraf et. Seni yaramaz seni, ben görürüm anneni. Her şeyi anlattın mı ona Selim? Çocuk şiirlerini filan? Ben de Günseli’ye ait her şeyi öğrenmeliyim Selim. Buna hakkım olmalı. Ne istersen sor, budala. Yanında yürüyor işte. “Onu çok mu sık görüyordunuz?” Çok sık görüyormuş. Mahzunlaştı. Bunun için benden kaçıyordun Selim. Oysa, herkes anlatmak için birini arar. Sen ne biçim Selim’din? Ne olurdu her şeyi öğrenseydim? Ellerin terliyor muydu gene? Dalıp gittiğin oluyor muydu? Dinlemekle olmuyor. Yanında olmalıydım. Anlatmakla oluyor mu? Birlikte yaşamak gerekti. Birlikte yaşamak gerekti. Üçümüz kırlara doğru açılsaydık. Benden utandığın anda başımı çevirirdim. Yokmuşum gibi davranırdım. Daha önce aşk konusunda bana söylediklerini hiç hatırlatmazdım. Deli misin? Neden korktun?

Nasıl yanıldın? Evlenmekten korkuyordun herhalde. Öyle ya, otobüste gidiyorduk ayakta. Kadınlar sürünüp geçiyordu. Bir gün evlenirsem ne düşünürsün Turgut? diye sorduğun zaman anlamalıydım. Kadınları artık rahatça seyredemeyeceğinden korkuyordun. Onları, sana sürünüp geçerlerken bir daha hayal edemeyeceğinden korkuyordun.

Açıkça söyleseydin bana. Anlamadım işte. Seni bir masal kahramanı yapmıştık. Dokunulmazlığın vardı sanki. Sen de kimseye dokunamazdın sanki. Tabaklara dokunmaya korkuyor; ürkek bir yaratık. Hemen hiç yemek yemiyor. Biraz içki içince cesareti arttı, hikâyesine devam ediyor....


443-444-445-446 


Tutunamayanlar / Oğuz Atay