.

.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

20 Oca 2011

Unutma Bahçesi

 
 
 
On beş yıldır buraya her gelişimde aynı yerde oturuyorum.

Örtüsü her yıl yenilenen demir bir salıncakta.

Pembe çiçekli bu kez. Yeşil yapraklı.

Ben de bu örtü gibi değişiyorum her sene.

Sallanırken, elimde tuttuğum kitaplarım değişiyor. Yazarlar, yazılanlar, düşünceler değişiyor.
Hayat değişiyor.

Başımı hafifçe sola çeviriyorum. Arka evin yaşlı dedesi bu sene iyice bunamış. Sen kimsin? diye soruyor bana defalarca. Elinde uzun saplı bir süpürge. Süpüre süpüre yürüyor. Süpürgesi kendinden önde gittiği için, önce süpürüyor, sonra süpürdüğü yeri çamurlu ayakları ile kirletiyor. Sonra geri dönüp, çamurlu ayakları ile balkonunu kirletenlere söylene söylene süpürmeye devam ediyor.

Burası bir UNUTMA BAHÇESİ.

Bazen unutmak, bazen de hatırlamak için gelip yerleştiğim bir sığınak.

Unutmak istediklerim, hatırlamak istemediklerim, unutmak istemediklerim, hatırlamak istediklerim…
Burası bir UNUTMA BAHÇESİ.

Bu bahçeye geliyorum…Bu bahçeden gidiyorum…

Giderken, gelirken olduğum kişiden farklı biriyim.

Bu yalnız salıncağın örtüsü solup da yenilenme zamanı gelince, bambaşka birine dönüşmüş oluyorum ben de çoktan.

Beşik gibi sallarken hayat, UNUTMA BAHÇESİ’nin salıncağı içine alıyor beni…

Tıngır…Mıngır…Tıngır…Mıngır…

“Unutamayacağımız hiçbir şey kalmayana dek her şeyi unutabilsek Tanrı’yla karşılaşacağız ama oraya kadar unutmayı beceremiyoruz bir türlü…

 
İz bırakmadan kaybolan dostlar, sevgililer…Ben mi seçmiştim bilmiyorum, üzerimde hiçbir leke kalmadan devam edebilmeyi. En azından çabalamayı.

 
Ya unuttuklarımdan bir bahçe yaratacaktım, ya da unutmak için bir bahçeye gidecektim. Sanırım bilmeden ilkini tercih ettim ben. Unuttuklarımın bahçesi, mevsimleri ile var içimde.

 
Şimdi sıra bahçeyi unutmakta.

 
Bu kitap ikinci seçeneğe ait. UNUTMA BAHÇESİ.

 
Ezber bozanlar için, uyum sağlamak için değil.

 
Olduğun gibi olmak için.

 
Ve bu, kaçmak değil.
 
———————————————————————————————-
 
“Ben anımsamayı ayrı bir şey gibi düşünmüyorum ki, anımsamanın karşıtı değil unutma, hayır, anımsama unutmaya dayalıdır aslında” dedi.
İnsan her gün gördüğü yüzler arasından bir yüzü seçip unutmak isterse, bir varlığın, içine işleyen duygusundan sıyrılmaya çalışırsa başarısızlığa uğrar, o yüzü ve o varlığı çevreleyen her şeyi sesinin ulaştığı, titreştiği genişliği, bakışlarının derinliğini, gezip dolaştığı yerleri, gidebileceği uzaklıkları, sığdığı ve taştığı her şeyi unutması gerekir. Unutmak, insan için, bütün bir zamanı unutmakla olanaklıdır. Bir bakışı unutmak istediğimizde, büyük bir yitimi göze almak zorundayız. Ancak böyle bir yitimin neden olacağı yıkımın altından kalkılabilirse, insanın yeni bir yaşamı olabilir ve insan bu yeni yaşamına çok derin bir bilgiyle, kaybın bilgisiyle sahip olur.
Nasıl bir şeyi onu çevreleyen her şeyle unutuyorsak, anımsamak da böyledir… Bir anın ışığı, başka bir anı aydınlatıyor ve bu aydınlık bölge, bir leke biçiminde zamanın içine yayılıp genişliyor, bir sözcük, titreşimiyle başka bir sözcüğü harekete geçiriyor. Birbirine bağlı metal parçaların, bir dokunuşla tınlamaya başlaması gibi. Anımsama, bir an için geri dönmek değildir, kendimizi, geçmişte elinden sıyrıldığımız ölümün kucağında bulmamız demektir; bir şey unuttuğumuzda değil, bir şey anımsadığımızda ölüm aklımıza gelir, çünkü anılarımız ölümün de anıları…
Bak şu yanından otlanarak geçip giden sürüye: dün nedir, bugün nedir, bilmez, oraya buraya zıplar, otlanır, dinlenir, geviş getirir, yeniden zıplar, hep böyle sabahtan akşama, günden güne, haz ve acısıyla ânın boyunduruğuna bağlıdır. Bu yüzdende ne hüzünlenir, ne sıkılır. Bunu görmek insana koyar, çünkü o, hayvan karşısında insanlığıyla böbürlenir, ama gene de onun mutluluğuna kıskançlıkla bakar – zira tam istediği budur, hayvan gibi ne hüzünlü, ne sıkıntılı olmak, ama boşunadır bu isteği, çünkü o bunu hayvan gibi isteyemez. İnsan sorar herhalde hayvana: niye bana mutluluğunu anlatmıyorsun öyle duruyorsun? Hayvan da yanıt vermek ve şöyle demek ister; şundan dolayı ki, ben söylemek istediğimi hemen unuturum- ama bu yanıtı da hemen unutur ve susar. İnsan da şaşkınlığıyla kalır. Ama kendi kendine de şaşar, unutmayı öğrenememesine ve geçmişlere sürekli asılı kalmasına,: ne kadar uzağa, ne kadar hızlı koşarsa koşsun, zincir de yanında koşar.
İnsan ise geçmişin büyük ve hep büyüleyen ağırlığına karşı direnir; bu onu yere bastırır, eğip büker, onun yürüyüşünü bir görünmez ve karanlık yük gibi zorlaştırır. O bunu görünürde yalanlayabilir, kendi gibilerle ilişkilerinde yalanlamaktan da hoşlanır: onları kıskandırmak için. Bu yüzden bir yitirilmiş cennet bulmuş gibi gelir ona, otlanan sürüyü, ya da daha yakından bildiği, çocuğu gördüğünde – çocuğun yalanlayacak bir geçmişi yoktur daha, geçmiş ile geleceğin yarları arasında neşeli bir körlükte oyun oynar. Ama onun oyunu da bozulacaktır: çok geçmeden unutulmuşluktan geri çağrılacaktır. O zaman “idi” sözcüğünü anlamayı öğrenecektir. O, kavga, acı ve sıkıntıyla insana gelen çözücü sözcük ona varoluşunun temelde ne olduğunu anımsatır- hiç tamamlanmayacak bir geçmiş zaman. Sonunda ölüm özlenen unutmayı getirse de, bununla aynı zamanda şimdiyi de varoluşu da altına alıp ezer, böylelikle de o bilgiye mührünü basar- varoluşun kesintisiz bir olmuşluktan başka bir şey olmadığı bilgisine; kendi kendini değillemekle ve yiyip bitirmekle kendi kendini çelmekle beslenerek yaşayan bir şey.