.

.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

23 Oca 2011

Ah! Hayat!



Öyle ki, bir varak ustası, artık bundan böyle beni hiçbir şey şaşırtamaz diye düşünürken, öyle ki artık bunu bile düşünmeyip ölümü beklerken, aniden içeriye ilk aşkı girmiş de elindeki bütün varak yapraklarını düşürmüş gibi.

O yapraklar havada asılı kalmış, sonra usul usul, yana yana suya inmiş ve denizi kaplamış gibi. Boğaz öyle işte. Kızlar gülüşüyor bu işe. Sudaki varakların kenarında. Kızların içine kuş kaçmış gibi, sanki kuşlar çırpındıkça karınları gıdıklanır gibi, gencecik gülüyorlar suyun kenarında. Birbirlerinin fotoğraflarını çekiyorlar.

Sonra yine aniden, yolda yürürken nedensiz geri dönme cesaretini gösteren insanlar gibi, bir banka oturuveriyor kızlar. Bacak bacak üstüne atıp şöylece, gazeteyi çıkarıyorlar birinin çantasından.

Şakır şakır arayıp bulup okuyacaklarını, saçlarını sarkıtıyorlar gazeteye. Minnacık bir yere odaklanıp hepsi, birer cümle okuyup dönüp birbirlerine bakıyorlar. Yorumlar yapıyorlar, gülüşüyorlar yeniden, biri bir sigara yakıyor canı sıkılıp.

Önceden biliniyormuş gibi...

Anlaşılıyor ki bir süre sonra, günlük fal köşesini okuyorlar. Fallarını sanki sadece kendilerine yazılmış gibi, sanki hakikati bir tek gazetedeki o üç satırlık fal biliyormuş gibi dikkatle, üzülerek ve sevinerek okuyorlar...

Kızlar haklı. Sırf diyalektik materyalizmle ömür geçmez. Zaman zaman da insan sanki bir şeyler önceden biliniyormuş gibi hissetmek, gırgırına bile olsa buna inanmak, kendini rahatlatmak istiyor.

Her şeye biz karar vermesek, bütün o kararların sorumluluğu, bedeli, suçu, ödülü, laneti bize ait olmasa. Yıldızlar da sorumlu olsa bütün bu başımıza gelenlerden. "Hayat öyle savurdu bizi" desek bazen, "Ben kontrol etmiyordum. Öyle olageldi" desek, diyebilsek gönül rahatlığıyla. Gökleri göstersek işler kötü gittiğinde. Bir küfür sallasak yukarı. Olmadı, güldürdüyse yüzümüzü gökyüzü, teşekkürler etsek, gülerek. Böyle böyle gitse hayat, sonunda "Ah! Minel hayat!" desek.

Tek hayatla olmuyor

İki hayat verseler bize işler ne kolay olacaktı. Var olmak bu kadar dayanılmaz ağır olmayacaktı. Birini emniyet içinde, işimizle gücümüzle geçirecektik belki. Diğerini "Ah! Minel hayat"a bırakacaktık. Sonuna kadar savrulmak üzere, yaprak yaprak rüzgâra verecektik ikincisini. Şimdi, elimizdeki tek bir hayatla olmuyor bu iş. Çünkü "kalbinin götürdüğü yere gitmelerin" bir de dönmeleri oluyor, kös kös. Hansel ile Gretel masalında olduğu gibi dönüş yolu için bıraktığımız ekmek kırıntıları çoktan yenmiş olduğu için orman kuşları tarafından, hep yolumuzu kaybederek.

Yıldızların ayarladıkları...

Ama sırf yıldızlara bakarak bulsaydık yolumuzu, gökyüzü söyleseydi hep ne yapacağımızı hiç geri dönmeyebilirdik. O zaman ne yapacağımıza karar vermek zorunda kalmayabilirdik.

Sadece seçtiklerimizin toplamı değiliz biz. Sadece seçmediklerimizin toplamı da değiliz. Bana sorarsanız, yıldızların bizim için ayarladığı şeyler de oluyor ara sıra. Tesadüflerin toplanıp bizim için kararlaştırdığı şeyler. Yoksa tanrılar bütün bu bin yıllar boyunca neyle eğleniyor olabilirler ki?

Kızlar haklı velhasıl. Sırf diyalektik materyalizmle geçmez hayat. Varak ustası da haklı artık bir şey ummamakta. Ve hep en ummadığın anda yıldızların yaptığı küçük bir organizasyonla yeniden yaşamaya başlamakta.

Öyle olmasa deniz bu kadar güzel parlıyor olabilir miydi? O varaklar o suyun üzerine düşmese hepimiz başı sonu belli hayatlar içinde grileşerek ölmez miydik? Öyle olsa biz ölmeden çok önce biterdi hayatlarımız. Hiçbirimiz ellerimizden varaklarımızı düşürmezdik...