.

.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

30 Oca 2011

muhtelif hüzünler geçidi

 

her kentin bir delisi var
her aşkın bir soytarısı
sarhoş günaydınlar yol alıyor sabaha
içerden yeni çıkmış bir hüzün
bilmiyor nasıl yer bulacağını
arta kalan kırıntıları topluyor güvercinler

bu şehrin güvercinlerini acı kırıntıları doyuruyor
kurtuluş sokaklarında rüzgâra karşı çıkan saçlarım
dolapdere’ye düşen bir yalnızlığa dönüşüyor
çıplak mankenler karşılıyor beni sabahları
ve işçilerin mazot karası elleri
ceplerinde şeker olmayan tulumları onların
bakkalın karısı kaşarlı tost kokuyor
iki paket sigara, bir küçük şişe su
bir de sokak pohaçası
her kentin bir köprüsü var
her aşkın bir merdiveni
annesiz çocukların mayısa isyanı bu
kanatlanmış kelebek
görmediğim gelincik
sahi o zehir zakkum
bir gün odayı ele geçirecek
açık camlardan içeri girecek hayat
kendimi taşıyorum bir hüzünden bir hüzne
inanmak ne zaman lükse dönüştü
neden taksim’de sıkışıp kaldı bakışlarım
oysa galatasaray’dan sonra genişliyor herşey
yolun sonu tünel
ordan galata, köy karası
sonra eminönü ve sarayburnu
sonra yine o güvercinler
beni aşıracaklar
           adım gibi biliyorum bunu
muhtelif hüzünler geçidine katıyorum neyim varsa
neyim varsa hepsini bölüyorum ikiye
yaralandıkça yarım kalıyor yarımlar
bu aşkın tamamlanma ihtimali yok
herşey koşar adım ölüme gidiyor
bu kentin de suçu var gözlerim mezarlık taşıyorsa
                                          bu gökyüzünün de
senin de suçun var
her gece bir çiğdemi eziyorsa ayaklarım
hele cumartesiler nasıl saldırgan
nasıl alıyor hırsını kalabalık cumaların
sarılıyorum kederden kanayan sol göğsüme
sol göğsüm yatağın
           uzun uykulara derin daldığın
hiç ele vermiyor kendini
hiçbir şeye benzemiyor ucundaki acı
ben çarpım tablosuna denk düşmeyen
bir sonucu taşıyorsam içimde
feriköy mezarlığı’nda
çoktan ölmüş bir kadın için ağlıyorsam
                              ağzımda taze şarap kokusu
bütün kanalizasyon çukurları
bizi denize ulaştırır sanıyorsam
casusu gibi görüyorsam
cama yanaşan kumruyu
sevmiyorsam artık
her seferinde ah çektiren vapur yolculuklarını
üsküdar’a gitmiyorsam
beşiktaş’ta yaslanmıyorsam bir ağaca düşmemek için
her çıkmazın sonunda  uçuruma dönüşüyorsa sorular
bu kentin de suçu var beni ölüme bağlıyorsa hayat
sizin de arka sokaklar kadar
bir saksıya neden yakışır saks mavisi
ve niye ölür sonra bir çiçek
bu cam neden bu kadar davetkâr 
herkes hangi yitirilmişin peşinde
anlatmalıyım kaç zamandır benden kaçtığımı
nerde yakalandığımı kendime
teslim olmalıyım işlediğim suçlar için
bir sandal gibi açılmalıyım sessizliğe
tophane’den yürüyerek inmeliyim amerikan pazarı’na
ama nargile için vakit yok
yok artık vakit özür dilemek için
ve yeniden yapmak için yıktıklarımızı
ben bu şehirde soyumdaki soysuzluğu avuçlamışsam
ellerimde dolar ellerimde mark
karşılıksız çeklerle yargılanmışsa bir adam
ve varsa bütün bunların karşılığı
uzun zamandır ellerim çatlaksa
ve yalandan okşuyorsa krem ellerimi
her gece düştüğüm merdiven
hâlâ musallat oluyorsa  rüyalarıma
suyun da suçu var her yere aktığı için
ay’ın da saklandığı ay ışığında
her kentin bir dilencisi var
her semtin çarşı pazarı
haraç mezat selamlar esirgendikçe üzerimden
her gece bir tank çiğnedikçe yüreğimi
gazi mahallesi’nde hoş geldin demeye hazır panzerler
ve neden diyen pencereleri evlerin
kanlı bir tabloyu anlatıyorlar
çocukların suçunu alıyorum üzerime
onlar masum
onlar camları temizliyorlar
oysa kirli olan camlar değil
oysa kir, nasıl yakışıyor ellerime
tırnaklarımın arasında sözcükler
onlara da inanmıyorum artık
her cümle hedefine kilitlenmiş bir roketatar
yürek çoktan yitirmiş yörüngesini
her kentin bir meydanı var
her meydanın bir barikatı
galatasaray’da çocuklarını arıyor anneler
gül yerine dikenle karşılıyor onları
çelik zırhlı bahçıvanlar
ben annemi aramaktan geliyorum
çocukları topluyorum başka bir meydanda
hadi ‘geride kalan çocukluğumuzu istiyoruz’ diye bağıralım
hadi pankart açalım
menziline girmiş ayrılıkçı sevgililerimize
içine sığmadığım öteki siz
sizin de suçunuz olmalı
buruşuk bir çarşaf gibi örtüyorsa yeryüzünü gökyüzü
sigara üstüne sigara içiyorsam
açıp bakıyorsam ciğerlerime bir kuytuda
kuytuda bir kuyu oluşturmuşsa onca nikotin
onca izmarit
saçlarıma dokunuyorum da
 mısır püskülü sanıyorum elime geleni
parmaklarımda  hastalıklı bir renk
renkler de hastalanır mıymış
ilk defa duyuyorum
evet şizofren oldu sarı
ve  nefret ediyor  maviden
 yeşil yıllar önce yaralandı
yıllar oldu yıllar
 yıllar yollardan daha uzaklara götürdü beni
kimse getirmedi aldığı kitapları
suçlusu bu kenttir biraz da
ışıklar açık kalıyorsa
musluklar bozulmuşsa
aylardır ödenmediyse elektrik faturası
bu kadar hazırsam karanlıkta kalmaya
hayvanları sevmiyorum
 sevmiyorum iki ayaklı hayvanları
çocukluğumun elma ağaçları
ve çıplak ayakla tırmandığım dalları o ağaçların
ki tırmandıkça
gökyüzüne dokunacak sanırdım parmaklarım
düşmek korkusu eskiden böyle değildi bende
değil mi ki kendime gitmek için
en az iki kat inmeliyim yerin dibine

toprakta kaybolmuş bir patatesi yeryüzüne çıkarmanın
ayçiçeğini dalından koparmanın
ve kireni bilmenin mutluluğu
utandırıyorsa yüzümü
bir bit yeniği arıyorsa şüpheyle katmerlenmiş yüreğim her sevinçte
biraz da suç ortağım değil mi bu kent
ben miyim tek katili kendimin
akrebin onuruna saygı duyan bir gölgeyim
ölmek, öldürülmekten daha onurlu çünkü
gitmem şimdi kim vurdulara, gitmem
dinletilerde sağır kulaklarım
gören gözüm diğerinden daha kör

isterse sıkıştırsın bu kent beni sokaklarında
yapsın, korkmuyorum olacaklardan
size kalacak bize düşmeyen gökyüzü
size kalacak kentlerin geniş meydanları
en güzel koltukları sinemaların
galalar, kokteyller, sergiler
açılışlarda satın alınmış bir gülümseme
yalanlayacak gerçek sandığınız hayatınızı
sizin olsun
bir araya gelmeyen iki yakasıyla bu kent
köprüleri sizin olsun
aylardır ayak basmadım ikisine de
denizi sizin olsun 
sizin olsun istiklal caddesi ve beyoğlu şiir cumhuriyeti
kız kulesi sizin olsun
size kalsın efsanesi
size kalsın kapılarıyla bu kent
bütün tepelerine dikin zafer bayraklarınızı
ey elden çıkarılmış dairenin
çapı gittikçe daralan sahibi
ey sahip yeni sahip
biraz daha kalantor bir gelecek
biraz daha vergi, boya badana
biraz daha bahar temizliği çoğalıyor sana
ben bu kenti artık sevmiyorsam
kentin de parmağı olmalı bu işte
bir yanı size dayanmalı nedenlerimin
nedenler çoğalırken nedensizce
büyümeyi hissediyorum

susuz kaldığım akşamlarda
menekşenin toprağından çekiyorum suyu
sana anlatmıyorum hiçbir şeyi
şiir yazmıyorum
bu bir şiir değil
bu bir ceza defteri
kafka’nın ceza kolonisi’ni görmek istiyorum
o şehre gitmek, orda ölmek, ölmek orda…
ölmek… orda… istiyorum
intiharın tereddütü
ya ölemezsem sorusu
bir tabuta omuz atmak istiyorum  ölmeden
ey eşyalarıma dokunan yabancı parmaklar
ey imzasız azrailler
can alıcı tırpanlar
ey herşeyin düşünürü adorno
ben bu kentte
gökyüzünün altında eziliyorsam
yoruluyorsam kendimi dinlemekten
bir suçu olmalı çarpık kentleşmenin de
izinsiz sevmelere sıcak bakmıyor devlet
şenliklerle  yıkıyor gece konanları
ey benim yüreğine gecelerden konduğum
ey bakışlarının kışında üşüdüğüm sevgilim
ey tuzaklarına bilerek düştüğüm avcı
ey benim ey demeyi marifet sanan dilim
ağzımda acı bir küfür dolaşıp duruyor
kendimi ne yapacağımı bilmiyorum
her hayat sıfırlamalı kendini
dışardan bakınca görünmüyor iç
teslim ol çağrısı yapıyor ölümün erleri
teslim ol! direnme!
ya da gelip alırız
alırız içinde büyüttüğün kır çiçeklerini
kır mı kalmış kentlerin kara caddelerinde
ama biz solduk
ama biz solalı çok oldu
suyumuzu değiştirmedi hayat
gittikçe azalıyor derinlik
sığ sulara gömülüyorum boğazıma kadar
çekti bende yaşanan hayat
boyu kısaldı
‘metresi kaça bu kumaşın
pek güzelmiş pek de parlak
üzerimde dikmeyin
aklım sağlam kalsın’
başımın üstünde dualar
piknik tüpünde üzellik otu
sinmiş kokusu yataklardaki sidiğin
annemdi beni nazardan koruyan
evet annemdi en büyük düşmanım
annem: doğubeyazıt’lı kadın
köşesinden buzlar sarkan bir odada
soğuk suyla yıkarmış beni
babamda ne doğdum diye sevinç
ne ölsem diye beklenti
babam koruyucusu devletin
bıçakla sünnet ediliyor kızlığımız
devlet bize sahip çıkmıyor sevgilim
allah hüznümüze zeval vermesin
cuma ertesi hep kanatır içimi
acımasız bir kasap gibi yatırır beni masaya
narkozsuz bir müdahale kalbime
yüzümden anlaşılmayan bir  kanama
belki de bu baş dönmesinin nedeni
sizdeki müteşebbis ruh
sizin hali hazırda gidişleriniz
giderken dönüp bakmayışınız
bakıp da görmeyişiniz beni
iskele han kat:2 kadıköy
istanbul/ türkiye/ dünya
ötesi var mıydı sekizinci kattan atlamanın
‘bağışla sevgilim üzdüysem seni
bak aylardan nisan, ayın on altısı
kar yağıyor inanılır gibi değil
hem aşağı inip alacağım seni
özenle kazıyacağım bedenini kaldırımdan
hadi sevgilim üzme beni
bırak öldüreyim seni bu karlı gecede
ikimiz için de iyiye işaret bu
hadi direnme’
sustum
susmak kadar güzel değildi konuşmak
nedense sevdim kahverengiyi
gride olmayan bir şey vardı
belki hiçbir renkte yoktu  kahverengideki hüzün
oysa daha dün yüzümü tarif ediyordu bir adam
tanıdık geliyordu bu tarif bir yerden
derken yüzüm düştü
bin parça oldu yüzümden düşen
seni anlatacaktım olmadı
kapandı bir yara önceki gece
kabuk koptu
sen güldün
nedense
ılık bir şerbete benziyordu gülüşün
yağmur yağıyor
bunu sana anlatmalıyım
yeni bir tanım getirmeliyim her sözcüğün varlığına
nesnelerle kardeş olmalıyım
anladım sonunda
bırakmalıyım istediği gibi döksün içini musluk
kapı istediğini alsın içeri
istediğine evde olmasın
zavallı balkon üşümüyor mu yaz kış
onu da almalıyım odaya
suyu yıkamalıyım
evet yıkamalıyım suyu
yıkamalıyım mutlaka
‘biraz sessizlik sana iyi gelecek
 bir yerlere mi gitsen
dönmesen mi hâttâ’
nasıl? olur, tabii…  nasıl istersen…
bak nasıl uysal oluyorum bazen
“ama birtanem
tabi ki mektuplar yazacağım sana gittiğim yerden
mesela diyarbakır’ı anlatacağım dar sokaklarını
yıkık surların önünde ayakta duruşumu
sonra mardin, urfa gidebilirsem van’ı
ve belki ağrı’ya kadar
tabi seni anlatacağım tanıştığım insanlara
istanbul’un içinde başka bir istanbul var diyeceğim”
ah evet
şiiri unutmam giderken
ışıklarını da söndürürüm kalbimin
dönebilirsem gelirim
ama geç kalırsam
bekleme
yeri doldurulmaz hiçbir şeyimiz kalmadı artık