.

.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

9 Şub 2011

Çürümenin Kitabı

 



Bir şairin yaşamı bir yere varmaz.




Gücünü, girişmediği her şeyden, ulaşılamazlıkla beslenen tüm anlardan almaktadır. Var olmadaki mahzuru mu hissetti? Bu sayede ifade yeteneği sağlamlaşır, soluğu genleşir.

Bir yaşamöyküsü ancak bir yazgının elastikliğini, içinde barındırdığı değişkenler tutarınız bariz kılarsa meşru olur. Ama şair, katılığı hiçbir şeyle yumuşamayan bir mukadderat çizgisi izler. Hayat zevzeklerin hissesine düşer ve yaşanmamış hayatlarına telafi sağlamak için şair yaşamöyküleri icat edilmiştir…
Şiir, ele geçirilemeyenin özünü ifade eder; nihai anlamı her tür “güncelliğin” imkansızlığıdır. Neşe şiirsel bir duygu değildir. (Bununla birlikte, tesadüf tarafından aynı demette birleştirilen alevlerle budalalıkların lirik evreninin bir bölümünden doğar.) Bir rahatsızlık, hatta bir tiksinti duygusu uyandırmayan bir ümit şarkısı hiç görülmüş müdür? Bizzat mümkün de bir bayağılık gölgesiyle lekelenmişken, bir mevcudiyete nasıl şarkı düzülür? Şiir ve ümitlenme arasında tam bir bağdaşmazlık vardır; şair de yaman bir çürümenin kurbanıdır. Ölüm aracılığıyla canlı olan biri, kendine hayatı nasıl hissettiğini de sormaya cesaret edebilir mi? Mutluluğun cazibesine boyun eğdiğinde ise komedinin alanına girer…Ama bilakis yaralarından alevler yayılırsa ve büyük mutluluğun –mutsuzluğun o haz dolu akkorlaşmasının- şarkısını söylerse, her tür olumlu vurgudan ayrılmaz olan bayağılık nüansından kurtulur. Bir hayal Yunanistanı’na sığınan ve aşkın çehresini daha saf sarhoşluklarla, gerçekdışılığın sarhoşluklarıyla değiştiren Hölderlin’dir bu…
Şair, kaçış sırasında mutsuzluğunu beraberinde götürmese, iğrenç bir gerçek döneği olurdu. Mistiğin ya da bilgenin tersine, ne kendinden kurtulabilir ne de kendi saplantısının merkezinden kaçabilir: Vecdleri bile devasızdır ve felaket habercileridir. Kendini kurtarmayı beceremediğinden, onun için her şey mümkündür, kendi hayatı hariç…

2
.
Hakiki bir şairi şundan tanırım: Onunla görüşe görüşe, eserinin mahremiyetini uzun süre yaşayınca, içimde bir şeyler değişir; eğilimlerim ya da zevklerim falan değil, bizzat kanım; sanki içine ince bir dert sızmış, akışını, kıvamını ve vasfını değiştirmiştir. Valery veya Stefan George bizi onlara yanaştığımız yere koyarlar, ya da zihnin biçimsel düzleminde daha talepkar kılarlar: İhtiyaç duymadığımız dehalardır, sadece sanatçıdırlar. Ama bir Shelly, bir Baudlaire, bir Rilke, organizmamızın en derinine müdahale ederler; organizmamız da bir zaaf gibi benimser onları. Onların yakınında olunduğunda vücut önce kuvvetlenir, sonra yumuşar ve dağılır. Zira şair bir tahrip etkenidir, bir virüstür, kılık değiştirmiş bir hastalıktır ve harikulade biçimde belirsiz olmasına karşın alyuvarlarımız için en vahim tehlikedir. Onun çevresinde yaşamak mı? Kanınızın inceldiğini hissetmektir bu; bir kansızlık cenneti düşlemek ve damarlarınızda gözyaşlarının aktığını işitmektir…

3

Mısra her şeye imkan tanırken, onun üzerine gözyaşlarınızı, utançlarınızı, vecdlerinizi –özellikle de yakınmalarınızı- dökebilirken, düzyazı içinizi dökmenize ya da ağlaşmanıza izin vermez. İtibarı soyutluğu bundan tiksinir. Başka hakikatlar talep eder; denetlenebilir, tümdengelimli, ölçülü. Halbuki ya şiirin hakikatleri elinden alınsaydı, maddesi yağmalansaydı ve şairler kadar cüretkar olunsaydı? Onların edepsizliği, aşağılanmaları, yüz buruşturmaları ve iç çekişleri neden sızdırılmasın söyleme? Neden çürümüş, kokuşmuş, ceset ya da daha kaba bir deyişle, melek veya Şeytan olunmasın ve onca havai ve uğursuz uçuşa duygusal olarak ihanet edilmesin? Zekanın cesareti ve kendi olma gözüpekliği, filozofların okulundan ziyade şairlerin okulunda öğrenilir. Onların “önermeleri” eski sofistlerin en tuhaf biçimde küstah sözlerini soluklaştırır. Hiç kimse benimsemez onları: Baudlaire kadar uzağa giden, Lear’ın pırıltısını ya da Hamlet’in bir tiradını sistemleştirme yürekliliğini gösteren tek bir düşünür olmuş mudur hiç? Belki sonundan önce Nietzshce, ama ne yazık ki (!) hala peygamber nakaratlarında ısrar ediyordu…Azizlerin tarafında mı aranacaktır? Avilalı Tereza’nın ya da Angele de Foligno’nun bazı taşkınlıkları…Ama orada da çok sık Tanrı’yla karşılaşılır; cesetlerini pekiştirirken onları vasıf olarak ufaltan o teselli edici anlamsızlıkla..Hakikatlerin ortasında kanaatsiz ve yalnız başına dolaşmak ne bir insanın ne de bir azizin işidir; ama bazen bir şairin işi olabilir…
Bir gurur davranışıyla şöyle bir haykıran bir düşünür tahayyül ediyorum: “Bir şairin benim düşüncelerimi kendi alınyazısı haline getirmesini isterdim!”. Ama bu hevesinin meşru olması için bizzat onun da uzun süre şairlerle düşüp kalkması, onlardaki leziz lanetlerle beslenmesi ve onlara, soyut ve tamamına ermiş bir halde, kendi düşmüşlüklerinin ya da kendi sayıklamalarının suretini vermesi gerekirdi. Özellikle de şarkının eşiğinde pes etmesi ve ilhamın berisinde yaşayan ezgi olarak şair olmamanın pişmanlığını yaşaması gerekirdi, anın ölümsüzlüklerine vakıf olmamanın pişmanlığını…


…Tüm ağızları bilen, bütün mısralara ve bütün ruhlara yakın ve uzak dünya üzerinde, merhum Fars ülkelerini, Çin’leri, Hindistan’ları ve can çekişen Avrupaları dolaşarak zehirlerin, coşkuların, vecdlerin ardında koşan melankolik ve mütebahhir bir canavarı kaç kez düşledim –şairlerin hepsini, içlerinden biri olmamanın ümitsizliğiyle yaşamış bir şair dostunu kaç kez düşledim.