Tarihçi-yazar Profesör Theodore Zeldin ile yıllık mutat durum değerlendirme toplantımızı yine bir kahve köşesinde yaptık Oxford’da. Kendime “şükretmeyi” öğrettiğimi anlatıyordum ve bunun bir yaşlılık, canlılığını yitirme belirtisi olup olmadığı üzerine laf geveliyordum. Şöyle dedi:
“Sizin kuşağınız üzerinde büyük bir oyun oynandı. Siz aldatılmış bir kuşaksınız. Size ‘mutluluk’ diye bir şeyden söz ettiler. Önceleri kapitalizmden ve kişisel çıkarlarınızdan bahsettiler. Sonra bundan biraz utanç duydular ve kendi kendine yetebilmek diye bir şeyden söz ettiler. O ne ki? Yine kişiselliği merkeze alan bir kavram. Sonra da size ‘mutluluk’ sözcüğünü verdiler. Senin kuşağın ‘mutlu olmak’ istiyor. Ne demek olduğuna dair de hiçbir fikirleri yok. Ben ‘mutluluğa’ karşıyım!”

 
MUTLULUĞA KARŞI OLMAK!
 
Ben de karşıyım. Hiç değilse kifayetsiz mutluluk avcılarına dönüşmeye… “Ye, Dua Et, Sev” cinsi bir mutluluk odaklı edebiyata, “Ferrari’sini satmayı” yüceltmeye ve “Çok eğlenelim, muhakkak eğlenelim” anksiyetesine… Ama dünya, bütün endüstri, ne olduğu bilinmeyen “mutluluk” kavramı üzerine kurulu.
Kürşat Oğuz’
un Habertürk için Alain Touraine ile yaptığı söyleşiyi okudunuz mu bilmiyorum, okumalısınız. Touraine, Fransız düşünür ve yazar, toplum kavramının yok oluşundan söz ediyordu. Örnek olarak Obama‘nın krizde, “toplumdan” toplanan parayla bankaları kurtarmasını veriyordu. Zeldin de daha oturur oturmaz, ilginç bir biçimde aynı örnekle başlamıştı konuşmaya. Bir kitap yazdığını ve bu kadar kötümser olmadığı gün gelene kadar sonunu yazmayacağını söylüyordu. Çünkü, evet, dünya, toplum,“insanlık” dediğimiz o devasa toplam, ölüyordu ona göre de.

SİTELERE BÖLÜNEN TOPLUM
 
Ben biraz onların kuşağını da suçluyorum. Devrimci, ilerici, insandan yana, özgürlükçü deneyimlerini, bilgilerini dünyanın bugünkü düzenine aktaramadılar. 70′lerde toplanan, biriken, sokaktan gelen özgürlük ve eşitlik bilgisi, bugünkü dünya düzeninde, karar vericileri pek de etkilemeyen sivil toplum kuruluşları, muhalif düşünce kuruluşları dışında pek de bir varlık gösteremedi.
Toplumun ölümü bakımından Batı toplumlarından daha da beter bir noktadayız. Hem Fransa gibi yoksullarımızı şehrin dışına gönderdik. Bakınız “kentsel dönüşüm projeleri”!
Ekonomik, sınıfsal ayrımların yanı sıra bir de ideolojik kutuplaşmanın yarattığı ayrım… Hatırlıyorsunuz “Atatürkçü site” haberlerini. Mütedeyyin siteleri de biliyoruz, kurulmaya devam ediyorlar. Böylece gerçek anlamda toplumun yok oluşunu seyrediyoruz. Bu yeni bir konu değil, epeydir tartışılan bir “cemaatleşme” meselesi var hem Türkiye’de hem dünyada. Ama bunun sonucunun ne olacağı… İşte o yeni soru.


ŞEFKAT AĞI OLARAK CEMAAT
 
Dünya, insanlık ve Türkiye bu sorunun içinde geçerken işte, “mutluluk” peşindeyiz. “Öteki”, “bir diğeri”, “başkası” olmadan mutlu olmak… Sanal varlıklarla mutlu olmak… Kimsenin de etekleri zil çalmadığına göre… Tarih her zaman ilerlemiyor nitekim. Üstelik kendini bu zalim ve insanlıktan uzak dünyada bir “şefkat ağı” olarak tarif eden “cemaat” yapısı da kapitalizmin ahlakını taklit ederek ayakta duruyor. Bakınız “abi-kardeş” ilişkisinden, “patron-çalışan” ilişkisine dönüşen cemaat ilişkileri! Orada da derman yok yani derdimize.



BİZİM KUŞAĞIN ‘SON’U
 
Biz, anneannemizden daha az mutluyuz. Çünkü anneannemiz bizim kadar çok mutluluk istemiyordu. Mutluluğu bu kadar çok istemiyordu. Theodore Zeldin ile yaptığımız bu konuşmaya bir şey daha ekleyeyim:
Bizden bir ya da iki önceki kuşak bizim kadar çok “son” görmedi. İlişkilerde bizim kadar çok son yaşamadılar. İşlerine bizim kadar hızlı son verilmedi, bizim kadar yeniden başlamak zorunda kalmadılar. Her son, yas demektir. Sonlandırdığınız şeyle ilgili ne kadar az şey hissederseniz hissedin bu, böyledir. Dolayısıyla bizler mutluluğun peşinden koşan ve aslında neredeyse aralıksız yas tutan bir kuşağız. Sevgililerin, arkadaşların, işlerin, evlerin, mahallelerin yani terk ettiğimiz her şeyin yasıyla doluyuz. Düşünün, anneannenizi düşünün.