.

.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

11 Haz 2011

Gündoğumundan önce uyandım, beklemeye başladım. İlk aydınlığı, kuşları, bilinmezden ilk çıkanı...



Gündoğumundan önce uyandım, beklemeye başladım.
İlk aydınlığı, kuşları, bilinmezden ilk çıkanı... Sessizce beliren bir ışık huzmesinin giderek derinleşmesini karanlıkta... Kozasını kırmaya çalışan günün ilk kıpırtılarını. Kilitte dönen bir anahtarın, uzaklarda çalışan bir motorun, sokağa dalan bir arabanın, hızla yakınlaşan adımların ansızın delik deşik etmesini bu sessizliği... Yeni, yoğun, koskoca bir günü, bütün gürültüsü patırtısıyla insanların gününü başlatmasını bekledim. Geri-dönüşsüzlüğünü hatırlatmasını birbirine öylesine benzeyen sabahların... Oysa hiçbiri gerçekleşmiyor beklediklerimin, kutsal engin, gizemli sessizlik sürdükçe sürüyor, hiçbir şey ayrıştırmıyor anları birbirinden, zamanı başlatmıyor. Dünle bugün arasında ansızın uyanmış, yitip gitmişle henüz biçimlenmemiş arasında asılı kalmış buluyorum kendimi.
Bu tuhaf, gizemli, mucizemsi sessizlikte sanki soluk alıp verişlerini,iç çekişlerini duyuyorum hayatın. Bütün kırılganlığı, boşunalığı, ısrarıyla kendi yoluna koyulacak hayat... Sabah rüzgârı, şimdiden güçten kesilmiş, aşağılardaki vadide, kurutulmuş dere yatağında usulca dolanıyor, gölgeleri savuruyor sağa sola, dünyanın kapılarını bir açıyor, bir kapıyor. Sonsuzluğa dağılıyor an, sonra bir an daha... Beni ben yapan her şeyden kolayca vazgeçebilir,
kendimi bu ana, ‘şimdi’ dediğim bu sonsuzca dağılışa teslim edebilirmişim gibi geliyor. Bir düş izi bile bırakmayan geçmişle, bugün, şimdi değil, az sonra ‘bugün’ diye adlandıracağım arasında bir yerlerde... İnce ince, seyreltilmiş bir varlıksızlık durumunda, sanki sonsuza dek bekleyebilirmişim gibi geliyor.
 Sıcaklardan önce, az sonra avuçlarımı basacak terden, endişelerden, korkulardan, umutlardan önce uyanmışım. Beni kuşatan, ayakta tutan, canlı tutan her şeyden... Binlerce aksesuarından hayatın içinde olmanın. Kalemimden önce, bütün boşunalıkları, kırılganlıkları, ısrarlarıyla kendi yazgılarına koyulacak sözcüklerden önce uyanmışım, hepsi bu.
 Az sonra kıpkızıl bir el açılır ufakta, tanyeri ağarır. Kuşları işitirim, eski sabahlardan kalma bir ses gibi. Perdeleri açar, kahveyi ocağa koyar, boş beyaz kâğıtların başına otururum. Ter basan avuçlarıma uyuşuk, uykulu bir kalem tutuşturur, bir kum saati gibi ters çevirir, emektar bir saat gibi sallarım yüreğimi. Başka türlü adlandıramadığım için ‘ben’ dediğim bir çemberin ortasından seslenir, sözcüklerime kavuşurum. Az sonra...
Yeryüzü içeri akar, bütün görkemi, sesleri ve imgeleriyle, bir köpük kadar uçucu ve zarif; alacalı bulacalı renklerine, kesin, tavizsiz çizgilerine kavuşur dünya. Bir sabah daha başlar ve biter sonsuzluğunda Araf’ın... Bir sürü şimdi, bir sürü yarın, bir sürü sonra, uzaklardan bir yerde, beni bekler durur.
Dipnot: Bu bir ara yazıydı. ‘Gece Treni’ne devam etmeden önce verdiğim kısacak bir mola, almaya çalıştığım bir soluk..
.