Sağımda ve solumda bir tür altın sarısı ve koyu kırmızı çalı, ateşin  ısısıyla yanarmışçasına rengarenk ışıyordu. Kıyının biraz ilerisinde  söğütler, saçlarını omuzlarına dökmüş, sürekli bir yas içinde  ağlaşıyorlardı. Nehir gökyüzünde, köprüden o an için seçtiğini  yansıtıyordu ve bir üniversiteli sandalını yansımaların içinden kürek  çekerek geçirdikten sonra, sulardaki yansımalar sanki oradan hiç  geçilmemiş gibi yeniden bütünleniyorlardı. İnsan orada, düşüncelere  dalmış, saatlerce oturup kalabilirdi. Hak ettiğinden daha onulu bir  sözcükle adlandırdığım aklım, oltasını nehre sallandırmıştı. Dakikalar  birbiri ardından gelip geçtikçe, o da yansımaların ve yeşilliklerin  arasında, kendini sulara bırakmış, bir batıyor, bir çıkıyor, bir o yana  bir bu yana sallanıyordu, ta ki sonunda ucuna bir düşünce takılana dek.  Ve sonra ip, sakınımlı biçimde yukarı çekilip yakalananlar özenle yere  seriliyor. Yazık, çimenlerin üzerine yatırılınca düşüncem ne denli  önemsiz, ne denli basit görünüyor, usta bir balıkçının semirip günün  birinde pişirilip yenmeye değer olabilmesi için suya geri bıraktığı  türden bir balık. 
 

