.

.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

31 Tem 2011

Göçmüş Kediler Bahçesi...




Korku, örtmeğe en yatkın olduğumuz kirimiz, gizlemeğe en çok uğraştığımız kokumuzdur...




Yağmurlu Kentin Güneşçisi...

* Bu kentte yaşayanlar, havanın nasıl olsa yağmurlu olacağını bildiklerinden, ne ışığa bakarlardı, ne de seslere kulak verirlerdi. Doğdukları günden bu yana, bunların hiçbiri değişmemişti...

* Bu kentin insanları, hava konusunda ne umut bilirlerdi, ne umut kırıklığı; ne sinemadan, tiyatrodan, kahveden, konserden çıkıp, şakır şakır yağan yağmurla karşılaşır, şemşiyelerini yanlarına almadıkları için saçak altlarında bekler ya da koşa koşa giderlerdi gidecekleri yere; ne de pazar günü, hava güzel olursa, denize, maça, kıra gideriz diye düşünürlerdi. Böylece bir şey beklemezlerdi ki...

* Bu kentin insanları, yağmura tutulma korkusu nedir bilmez, havanın açmasını beklemezlerdi...

* Güneşin çıkması, yağmurun durması, bulutların açılması demekti; daha kötüsü, umutla umut kırıklığının içlerinde baş göstermesi demekti... Taşların, duvarların, kiremitlerin, kuruyup parıltılarını yitirmesi, dumanların, yeşilliğin üzerine inecek yerde göğe ağması demekti...


Usta Beni Öldürsen e!..

* İpten ipe, halkadan halkaya atarken kendilerini, cambazlar düşer ölür, ara ara...
Usta, bir yerde, yaşamanın yolunu da bulmakta ustalaşmış değil midir?..
Öyle enikonu ölçülüp tartılmadan, taştan taşa vurulmadan edinilen bilgilerle yetinilmemesi gerektiğini öğrenmemişti...

* Cambaz dediğin, insanların topluca yaşadıkları yerlerde çalışıp para kazanırdı. İnsanların topluca yaşadığı yerler ise, genellikle öyle söğütlük, otluk su kıyıları olmazdı. Olursa ne iyiydi, ancak böyle yerlerin özlemini içinde taşımak bile suçtu kendini bilen cambaz için, hele kendisi gibi, çoğu vaktini büyük bir şehirde geçiren cambaz için. Cambaz ipini düşünmeliydi; özlemdi, düştü, silmeliydi gönlünden.

* Cambazlık, insanın ölmek istemiyorsa bütünüyle kendini ipe, halkaya, ustaya, adıma, ele, göze vermesini gerektiren bir işti.
Bunlar anı değil, ipimizden artakalacak tek im; yaşayışımız, yaşadığımız, yaşantılarımız düpedüz, demişti. Her günle, her gösteriyle sırtımıza biraz daha binen ölümün yükü, bu sandığı artık kaldırıp taşıyamadığımız gün, tamam olacak, bizi çökertecektir, bunu iyi bil; bunlarda sen varsın, ben varım; yaşadığımızı gösterecek, başkasına olsun, bize olsun, gösterecek bir şey var mı elimizde, bu kâğıt yığınından başka?

* Gerçi insan, sevdiğinin büyüdüğünü ister de yaşlandığını, ölüme yaklaştığını istemez.
Bütün bir ömür boyunca, taşlarını teker teker taşıyıp çatıp kurduğu bir yapının sonuna gelen bir yapı ustası, ördüğü duvarların bir yerinde bir çatlak, bir eksiklik, bir yanılgı bulunacak, bulunup kendisine gösterilecek olsa, nasıl kızarsa...

* Yük olmanın acısı, yapayalnız yaşamaktan kötü mü değil mi, bilemiyorum..


* Taşların insan olduğunu unutmuşlardı. Bizden beklenen de bu, insan olduğumuzu unutmak...

Bilge Karasu