.

.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

9 Şub 2012

15 Mart



Bugün sokağa çıkmaya karar verdim: gene bir izin kullanalım. Günseli’ye gitmek istiyordum. Birkaç gündür izinli olduğunu biliyordum. Evden çıktım, yavaş yavaş yürüyerek caddeye ulaştım. Kalabalık, birden şaşırttı beni: başım döndü. insanlar, bana çarparak yanımdan geçiyorlardı. Kuvvetli güneş gözlerimi kamaştırdı, sersemledim. Bu telaşı ve bu güneşi... ve insanların, bütün bunlara aldırmadan çaba göstermesini anlamıyordum. Bu gücü nereden buluyorlardı?

Dış etkilere duyarlıkları kalmamıştı. Sağlam kayalar gibi yuvarlanıp idiyorlar, önlerine çıkan zayıf cisimleri ezip geçiyorlardı. Kaldırımın kenarına çekildim: azalıp bitmelerini bekledim. Güneş, üstlerinde kesin gölgeler bırakarak yalıyordu onları. Hiç aldırmadan geçiyorlardı. Beklemenin faydasız olduğunu görünce, geri dönmek, yatağıma ve ilaçlarıma dönmek istedim. Bu şiddete dayanamayacaktım. Bir elektrik direğine yaslandım. Bu sırada Cevdet’i gördüm karşımda. Nasıl geldiğini, nasıl yaklaştığını farketmedim. Oysa insanlar, bu aceleciliklerinin içinde, benim farketmediğim birçok şeyi görüyorlar. Ben durduğum yerde uyuyorum, gözlerimi dört açtığım halde. Onlar da güneşin ve insan selinin varlığını duymuyorlar. Hayır. İstedikleri zaman, onlar için gerekli olduğu zaman duyuyorlar. Benim gibi, onlara benzemeye çalışanlarsa... neyse geçelim bunu. Cevdet’i farkettim sonunda. Daha o kadar körleşmedim. Nedendir bilinmez: hep gülümser. Onu gördüğüm anda direğe yaslanmış duruyordum: kendimi toparlamaya ihtiyacım yoktu. Önce gülümsemesini gördüm; sonra gülümseyen ağız daha açıldı: sesler çıkarmaya başladı. Ne söylediğini pek anlamıyordum. Ben de onun gibi gülümsemeye çalışıyordum. Durumumda bir anormallik yoktu herhalde. Cevdet de konuşmasını aralıksız sürdürdüğüne göre, durumu idare ediyordum. Fakat birden “onun” geldiğini, göğsümü sıkıştırmaya başladığını hissettim: ölüyordum. Elektrik direğiyle Cevdet’in ülümsemesi arasında sıkışıp kalmıştım: hareket edemiyordum. Cevdet’e nasıl anlatabilirdim? Hastalığımı bilmiyordu. Fırsat bulup söyleyememiştim de. Konuşmasının akışı içinde hastalığımı bir yere yerleştirmek imkânsızdı: paniğe kapıldım. İnsan olduğumu unuttum. Alışkanlıklarım beni bırakıp gittiler. Kendiliğimden bir davranışta bulunamayacaktım. Ölüm halinde olduğumu söyleyemeyecektim. Bu nasıl ifade edilirdi? Oysa, konuşmayı sürdürmek gerekiyordu: ölmek pahasına. Yolda-bir-arkadaşına-rastlayan-birinsanın- alışılmış-tavırlarıyla dinlemek gerekiyordu Cevdet’i. Böyle bir durumda nasıl davranılırdı? Ümitsiz gözlerle çevreme baktım: benim gibi, arkadaşını dinleyen başka bir insanı boş yere aradım. Benim durumumdaki bir insana benzemeyi becerebilirdim belki. Cevdet ne yazık ki -ya da ne iyi ki- benim eriyip dağılışımı görmedi. Telaşımın yersiz olduğunu hissettim. Bakışlarından, kötü bir şey olmadığını sezdim. Bütün gücümü toplayarak, ondan ayrılmayı sağlayacak bir iki kelime söyledim. Ayrıldık; daha doğrusu ben, elektrik direğine dayalı, onun gidişini seyrettim. Ölmek üzereydim. Hemen bir taksiye attım kendimi; eve döndüm. Evde ölmek istiyordum. Annem, kapıdan girişimi korkuyla seyretti. Banyoya daldım ve ilaçlarıma saldırdım. Eve dönmek beni, ne pahasına olursa olsun yaşamak isteyen bir solucan yapıyor. İnsanların, güneşin ve hareketin olduğu yerde ölüm kavramına daha kolay dayanabiliyorum. Eve dönünce, duvarlara, eşyaya sinmiş olan karanlık düşüncelerim üzerime saldırıyor: ölüme, evde katlanamıyorum. Oysa evde ölmek istiyordum. Ne istediğimi bilmiyorum artık sayın insanlar! Beni affedin!

Bardaktaki suya, renkli ve kokulu sıvılar damlattım. İlaç, büyüyle ilgili bir şey galiba. Batıl bir inanış. Bütün doktorlar kalbimin sağlam olduğunu söylediler; bununla birlikte, kalbi takviye eden bu ilaçları aldığım zaman ferahladığımı sanıyorum. Daha doğrusu, ilaçları almadan sabırla bekleyemiyorum sıkıntının geçmesini. Sokaktaki ölümden kaçmıştım. Şimdi evdeki ölüme dayanamıyorum. Yatağa uzandım, düşünmeye başladım: neredeki ölüm daha iyi? Sokakta ölmek daha güzel; gene de evde ölmek istiyorum. Babamın ölümü gibi aceleye gelsin istemiyorum. Kimse yanımda olmayacak sokakta, kimsenin haberi olmayacak. İnsan, evde tedbirini ona göre alır. Konu komşuyu davet eder. Ölümümü gazeteden öğrenmelerini istemiyorum. Ya da hiç duymayacaklar. Aylarca sonra, öldüğümü bilen birinden öğrenecekler. Ne var ne yok, diyecekler. İyilik sağlık, diyecekler. Selim nasıl, diyecekler. Hayretle yüzüne bakacaklar. Duymadınız mı, diyecekler. Sonra, daha ne var ne yok, diyecekler; iyilik sağlık diyecekler. Sıradan bir ölüm. İki “iyilik sağlık” arasında kalacak ölümüm. Belgeler de kalmayacak geride. İsteseler de öğrenemeyecekler. Nasıl bir insandı, diyecekler. Sizden iyi olmasın çok iyiydi, diyecekler. Nerede gençlik resimleri, çocukluk resimleri, bebeklik resimleri? Şuralarda bir yerlerde olmalı, diyecekler. Hizmetçi kaldırmış olmalı, diyecekler; o kadar da söylüyorum buraları karıştırmayın diye. Divana uzandım sırtüstü. Ölmedim. Güneşin bütün cisimleri ışıttığı bir sırada miskin bir durumum var. Tabiatla da iyi geçinmesini bilemedim. Gene de anlayışla kabul eder beni belki. Galsworthy’nin hikâyesindeki gibi, elma ağacının altına da gömmezler ki insanı. Rüzgârlı, yeşil bir bayırın manzarasına karışamaz ki insan. Neresinden baksam uygunsuz bir görünüş. Eskiden belediye yokmuş herhalde. Herkese uygun bir köşe bulunuyormuş. Medeniyetin de bir yararını görmedim ayrıca. Tabiata dönemezsin, binaların boyunu aşan bir taş da diktiremezsin kendine. Zencilere yapıldığı gibi cenazende şarkı da söylemezler. Sıcak bir günde, kara gözlükler takmış, ceketlerini kollarına almış insanlar, beyaz gömlekli adamlar, başörtülü kadınlar... Hiç olmazsa gazoz içsinler de bir serinlik kalsın içlerinde son günümden hatıra. Yalnız sıcağı ve tozu hatırlamasınlar. Hava da ne sıcak, demesinler. Öğle namazında güneş yakmasın onları. İmamın kara cüppesini görünce bunalmasınlar. Evet, gazoz içmelerine izin verilmeli. Bir de, trafik sıkıştı; arabaların içinde piştik, demesinler. Belediye, elma ağacının altına gömülmeme engel olacağına, asıl bunlara engel olsun. Yakalarını gevşetip, mendilleriyle boyunlarını silmesinler. Soğuk bir günde ölürsem de kimse gelmeyecek. Birkaç kişi bulunacak cenazede. Işık ailesinin kaderi: gürültüye gelmek. Soğuktan kimse gözünü açamayacak: gözyaşları donup kalacak yanaklarında. Baharda ölmek istiyorum. Akşam üzeri biraz kendime geldim. Daha yatmalıyım, dedim; kendimi divanda tuttum sıkı sıkı. İyi olduğumu sandığım anda hemen kalkmamalıyım ayağa. Beni bu acelecilik bitirdi. Kalkabileceğimi hissettiğim bir anda da yatarak, gerekmediği halde yatmanın zevkini yaşamalıyım, diye düşündüm. Hayır, düşünmedim, düşünemiyorum. Çevreme bakarak, yaşayışımı bir an daha sürdürebilmek için, içgü- dülerimle tedbirler alıyorum. Arada birşeyler düşünür gibi oluyorsam da hemen unutuyorum. İşte gene yatmak üzere karar aldığımı unuttum ve yataktan fırladım. Annemin şaşkın
bakışlarına aldırmadan sokağa attım kendimi. Günseli’ye gidecektim. Evde yokmuş: bir tanıdığına gitmiş. Neden oturup beni beklemiyor? Teyzesi, yüzümdeki sorgu dolu ifadeyi anlamış gibi, Günseli’nin beni çok beklediğini söyledi. Bu kadın benden hoşlanmıyor. Hiç kimsenin akrabası benden hoşlanmaz. Benim tersliğimden olacak. Dostlarımın yakınlarına dayanamam. Ben onlara, kendi yakınlarımla baskı yapıyor muyum? Sevdiğim insanların hatırı için neden “yakınlarına” katlanayım? Aceleyle başımı salladım. Hemen merdivenlere yöneldim. Sonra geri döndüm birden; Günseli’nin gittiği yeri tarif ettirdim kadına. Bu kadınla ne ilişkim olabilir benim? Geriye döndüm diye küçümsemiştir beni. Böyle basit ölçülerle değerlendirirler insanı. Dostoyevski’yi de okumamışlardır, bilmezler. Günseli beni görünce şaşırdı. İnsanlar neden şaşırırlar beni görünce? Sonra neden kendilerini toparlarlar? Hiç olmazsa şaşkınlığınızı sürdürün. Size sürekli bir duygu vermesini hiç bilemeyecek miyim? Günseli de toparladı kendini. Neden köşeme çekilip ölümü beklemesini bilmiyorum da insanların yaşantılarına burnumu sokuyorum? Sonra da davranışlarına katlanamıyorum? Bu gidişle, ben böyle yaşamaya devam edersem, ölümün geleceği filan yok. Birtakım eller sıktım, bir takım adlar saydılar: hepsini hemen unuttum. Ben her şeyi öyle bir kerede öğrenemem. Şaşırırım. Düşüp bayılacağımı sandım birden. Tanımadığım insanların evinde bayılmak! Bir koltuğa çöktüm. Tül perdeler ve radyo örtüsü: hiç beğenmedim. Rahat görünmek için bacak bacak üstüne attım ve sürekli gülümsemeye çalıştım. Bacağım titriyordu: havadaki bacağım. İki elimle, bütün gücüm- le tuttuğum halde titriyordu. Onların bacakları titremiyordu. Bütün bacaklara hırsla baktım; biraz da korkuyla. Herkes bana bakıyordu; bacağımın titremesine bakıyordu. Kibarlıklarından görmemiş gibi yapıyorlardı. Batsın kibarlığınız! Ölürsem görürsünüz. Evi birbirine katarım. Hayır, dedim kendime: kimse seninle uğraşmıyor, sana öyle geliyor. Bu iki durumu birbirinden ayırma yeteneğimi kaybettim artık. Birinin gülümseyerek bana birşeyler anlattığını sanıyordum: oysa, neden sonra, başkasıyla konuştuğunu anlıyordum. Bana öyle gelmiş. Günseli de beni rahat ettirmek için, aldırmıyormuş gibi davranıyordu. Yoksa bana öyle mi geliyordu? Bu daha çok sinirlendiriyor beni. Bir yandan bana aldırmıyormuş gibi yapıyor, bir yandan da benden korktuğunu hissediyorum. Kötü bir şey yapmaktan korkuyor benim için. Neden korkuyorsun benden canım sevgilim? Korkulacak halim kaldı mı benim? Hiç belli olmaz. Son nefesimde bile, öyle bir kıyamet koparırım ki bana acıdıkları için pişman ederim herkesi. Böyle olmadığımı göstermek için, Günseli’ye gülümsüyorum. Bu da doğru değil. Aşkımızı elevermemeliyiz. Her zaman olduğu gibi içinden çıkamayacağım bir duruma soktum kendimi. Günseli’yi oradan alıp gidemezdim. Onun üzerinde resmî bir hakkım yoktu: akrabaları böyle düşünürdü. Ben kim oluyordum? Bir arkadaş. Günseli’yle evleneceği söylenen kararsızın biri. Belki de bakışlarıyla, kalkıp gitmem gerektiğini söylüyorlar bana. Yanımdaki ihtiyar teyzeye ya da karşımdaki evin genç kızına baktıklarını sandığım bir anda, aslında bana bakıyorlar belki. İçimin boşaldığını, döne döne yere düşeceğimi sanıyorum. Bütün dikkatimi toplayarak ayağa kalktım. Hiçbir şeye çarpmamalıydım. Ayakta durursam, bacağımın titremesi anlaşılmaz. Ellerim ter içinde:
kimseye dokunmamalıyım. Kimsenin elini sıkmamalıyım. Oturmam için ısrar ettiler; yemeğe kalmamı istediler. Günseli’ye baktım: gözlerin dilinden bir şey anlamıyorum. Ya ben kalkınca Günseli benimle gelemezse? Bu korkuyla tekliflerini kabul ettim. Misafirliğe gittiğim bir evde, birlikte sofraya oturmak sevdiğim bir gelenektir. Sonunda yemeğe kalmadığım ziyaretlerde bir soğukluk vardır; içten olmayan bir ilişki. Bu insanlardan da bir an önce kurtulmasını bilemedim işte. Yemeğe kalışımı, Günseli’nin geleceği bakımından olumlu bir işaret saymışlardır. Aklımı başıma toplamam için bir fırsat verdiler bana. Ne kadar da iyi tanıyorsunuz beni canım? Derimin altındaki karışıklığı bilmeden yargılıyorsunuz beni. Ne kadar damat delisi bir kalabalık. Ulan, ölüyorum ben: ne yapacaksınız benim gibi damadı? Tam çorbamı içerken başımı kaldırsam ve... beni kökümden sarsan şeyleri, “onu”, hamamböceğini filan anlatsam... her şeyi itiraf etsem gözyaşları içinde. Ne yaparlardı acaba? Dünya tarihinde buna cesaret eden biri çıkmamış. Belki benim gözümden kaçmıştır. İnsanlar yüzde yüz ölümlerin kucağına atmışlar da kendilerini, buna cesaret edememişler. Önemli saymadığımız için kayıtlara geçirmedik mi diyorsunuz. Öyle olsun. Bir itirazım yok. Zaten benim de böyle bir şey yapmam zor: ölüme doğru bile insan çekingen ve tedbirli oluyor. Özellikle, gülünç olmaktan, vebadan korkar gibi çekiniyor. Son nefesine kadar gülünç olmaktan korktu; hiç olmazsa bunu sürdürdü, denilebilir benim için. Evin beyi karşımda oturuyordu: burjuva terliklerini giymiş bir durumda. Ona desem ki: Rasim Bey! küçük burjuva yaşantınızdan çıkın; birlikte sürünelim. İnsanlara bundan başka yapabileceğim, bir teklif yok. Günseli’ye evlenme teklif edebilirsiniz oğlum. Ha, evet; unutmuştum. Size de yukarıdaki uygunsuz teklifi yapmak isterdim; fakat yolunu bilmiyorum. Babanıza mı söylesem acaba? Olmaz. Doğru. Kuralları bilmiyorum. Yaşama kurallarından habersizim. Tek başıma beceremediğim bir yaşantıyı, birlikte nasıl sür- dürürüz? Başkalarını taklit ederdik. Olmaz. Yaşamayı taklit ederek insan ancak yirmi beş yıl kadar yaşar senin gibi. Teklifini kabul edemeyeceğim oğlum. Fakat amcabey, yaşamayı nefes almak gibi rahat sürdürenler de var. Onlar daha fazla yaşasın. Yaşasınlar inşallah. Beter olsunlar! Yemeğimi bitirmedim. Oysa annem, yemeğimi sonuna kadar yemeye alıştırmıştı beni. Doğru dürüst bir şey öğretmedi zaten. Göstererek de örnek olmadı. Ben de öğrenemedim.
Erkekler gibi tükürmesini, sigara içmesini, havluya yüzümü silmesini, eşyayı tutmasını bilmiyorum bu yaşımda.
İnsanlara para uzatmasını bilmiyorum daha; cüzdanımdan para çıkarmasını beceremiyorum. Ne işim var bu dünyada benim? Tabağımı uzatışım bile başkalarına benzemiyor. Oysa ne kadar çalıştım tabağıma bakmadan tabağımı uzatmaya. Annem de yerli yersiz şımarttı beni: başka türlü oluşumu yanlış yorumladı. Onun oğlu kimselere benzemezmiş. Çok duyduk bu sözleri başka annelerden de. Annem sorumludur. Hiçbir şey bilmeseydim, belki yeni baştan öğrenebilirdim. O kadar da saf kalamadım. Artık çok geç. On yedi yaşıma kadar beni yıkadı; bütün imtihanlardan önce, sabahlara kadar anlattığım dersleri dinledi. Yalnız başıma çalışma alışkanlığını edinemedim bir türlü. Ruh doktorları da bu satırları okusalar, bilgiç bir tavırla pis pis sırıtırlar. En kötüsü, hayır demeyi öğrenemedim. Yemeğe kal, dediler: kaldım. Oysa, kalınmaz. Onlar biraz ısrar ederler; sen biraz nazlanırsın. Sonunda kalkıp gidilir. Her söylenileni ciddiye almak yok mu, şu sözünün eri olmak yok mu; bitirdi, yıktı beni. Kitaplar da büsbütün bozdu ahlakımı. İnanmak güzel şeydir, hayır, değildir. Erkek dediğin, cebinden dolmakalemini çıkarıp öyle bir adres yazar ki... Kaşığını alışkın bir hareketle çorba tabağının içine bırakır, kaşık hiç ses çıkarmaz tabağa düşerken. Sofrada konuşurken de söylediği sözlere kaptırmaz kendini. Bu nedenle bir hareket yapmaz: yemeği örtüye dökmez, bardağa çarpmaz. Bütün bunlardan önce, nişanlı bile olmadığı bir kızın akrabalarının evinde o kızla birlikte yemeğe kalmaz. Kalsa da kendini yiyip bitirmez bunu düşünerek. Belirsiz bir kuruntu yüzünden yemeği zehir etmez kendi kendine. Durumumu düzeltmeliyim. Ne yazık, konuşamıyordum. Başım dönüyordu; yerimden kalkamıyordum. Selim Işık çökmüştü, çözülmüştü, bitmişti. Hâlâ aptal gibi gülümsemeye çalışıyordum. Kimsenin aldırdığı yoktu. Sadece tabakların hareketi görülüyordu; çatal-kaşık gürültüleri geliyordu. Boğuk sesler işitiliyordu. Sade bir aile atmosferi içinde bir cehennem oyunu sahneye konuluyordu. Boyumdan büyük işlere kalkmıştım. Şimdi, boyumdan küçük işleri bile başaramıyordum. Böylesine rezil bir yenilgi görülmemişti. Gücümü tahminde yanılmıştım. Turgut evlendiği zaman ben de evlenecektim. Çatal-kaşık ve fasulye pilakisi karşısında böyle ağır bir yenilgiye uğramayacaktım. Oysa fasulyeyi ne kadar severdim. Her şeyle aramı bozdum artık. Her şey bana düşman kesildi. Tanrım, diye düşündüm ilk defa. İlk defa, Tanrım dedim; bıraksınlar beni artık...

20

Turgut başını kaldırdı: otomobilin arkasında bir adam duruyordu; bir köylü. “Bizim buraların havası sağlamdır bey,” dedi. Neden Selim insanlarla kolayca konuşamadı? Köylülerle alay ederlermiş lisedeyken; Selim değil, arkadaşları. Kötü davranışlara karşı yeteri kadar direncim yok, derdi. Kötülüğün kuvvetine karşı duramazdım: onlarla birlikte gülerdim, diye anlatırdı. Zayıflığından çoğu zaman yakınırdı. “Yol yorgunluğumu gideriyorum,” diye karşılık verdi köylüye. Orta yaşlı bir köylü. Bu köylülerin de yaşı belli olmaz. Orta yaşlı dediğin köylü senden küçük çıkar. Bir kere, küçük yazdırmışlardır nüfusa: askere geç gitsin diye. Sonra...derdi çoktur bunların. Selim’in aydın arkadaşları, Serhat, Ahmet Bayır filan, çok iyi özetlerdi bu durumu. Bir sigara uzattı köylüye, bir tane de kendisi yaktı. Protokole çok dikkat ederler. Selim’in günlüğünü okusaydı, ne derdi acaba? Hey gidi Selim! Ekmeğinin buğdayını çıkaran insandan bu kadar uzak mı kalacaktın? Efendim? Bunları ciddi olarak söyleyenler de var. Daha güzel ifade ediyorlar tabii. Peki, kimlerin içine karışmalı o halde? Yok canım! Köylüler, Selim’in günlüğünü yüzüme vurmazlar. Trendeki genç adamdan ne duymuştu Selim? Kulak misafiri olmuş; pek yapmazdı böyle şey. Sevgide toplumculuk, diyormuş çocuk. Ben de ondan yanayım. Çıkarını düşünen insan, fakir de olsa, aynı derecede kötüdür. Belki sevgi, biraz iyi yapar onu. Bu köylüyle bir ortak yanımız var: ikimiz de sigara içiyoruz. Gerisini kimse bilemez. Selim, herkesin yüzüne bağırmak istedi, kötüsünüz diye. Ruhu ezildi. Kendi sesini duydu yalnız. Sonunda kendi kötülüğünde karar kıldı. Canım
kötü Selim! İnsanların arasına karışsam da seni kaybetmenin acısını gideremem. Hiçbir yaşantı gideremez bu acıyı. Bir sigara ikram edip avunurum sadece. Ayakta kalabilmemi istiyorsan, bu kadarını da hoşgör. Sigarasını bitirince izin isteyip gitti. Kusura bakma dostum: ruhum kapanık. Dertleşmenin mümkünü yok. Sonra pişman olur insan: içimdekileri dağa taşa söyleseydim diye. İnsanı inatçı yapan bir güçsüzlük bu. Köylünün arkasından uzun süre baktı: bacaklarını açarak gidiyordu. Gidişinde, bilgisizliğin güzelliği vardı. İşinin dışında, kolunu bacağını nasıl kullanacağını bilemez. Birçok insan uzaktan bile sevimli değil. Gene de düşünceleri paylaşacak birinin olmaması kötü. Rüzgâr kuvvetleniyordu. Hiç akşam olmasa da bu tepenin üstünde, durmadan okusam. Ne olurdu sen insan olsaydın Olric, ya da Selim ölmeseydi. Neler yapardık değil mi? Başka insanlar da, benim gibi, bütün bunları çok anladıkları için mi, bir varlık gösteremeden çekip gidiyorlar dünyadan? Selim’in anlattığı biçimde yaşamasını bilen yok mu? Benden hayır yok artık Olric. Öyle demeyin, efendimiz, düşünün ki Selim’in dünyada kalan son temsilcisi sizsiniz. İlk temsilci yoktu zaten, Olric. Bakalım bu yükü taşıyabilecek miyim? Okuduğum günlük bende derman bırakmadı. Ortak yanlarınızın olduğuna güvenim var, efendimiz.
Ben de artık, buna inanmaya cesaret ediyorum Olric. Birçok şeyi şimdi daha iyi anlıyorum. Selim’le birlikte yaşamış bir insan olmak artık gurur veriyor bana. Onunla geçirdiğim bir günü hatırladım Olric: ilk bakışta önemsiz bir gün. İster misin anlatayım? Beni yalvartmak mı istiyorsunuz,
efendimiz? Bundan yıllarca önceydi, Olric. Sıcak bir günde, Selim’le bir tepenin üstünde çalışıyorduk. Üniversite öğrencisiydik mdaha. Harita çıkarıyorduk. Gecekondularla dolu, ağaçlık bir yerdi. Öteki arkadaşlar evinizden, bahçenizden yol geçecek diye korkutuyorlardı zavallı insanları. Bizden çekiniyorlardı. Evlerin birinden, esmer bir adam geldi yanımıza. Otobüs biletçisiymiş. İçimizde en gösterişli olarak Selim’i bulduğu
için, ona yaklaştı; onunla, saygılı bir tavırla konuştu. Dereden tepeden bahsettiler. Biletçinin güzel bir kızı vardı: biletçi gibi esmer. Çok genç ve utangaç gülümseyişli bir kız. İkimize kahve yapıp getirdi; yanında da su. İyi yıkanmış çiçekli bardakların dış yüzlerindeki su taneciklerini şimdi bile görür gibi oluyorum. Ve biliyorum ki, Selim de sağ olsaydı, içtiğimiz suyun serinliğini böyle anlatırdı bana. Sonradan Selim’e
takılmıştı çocuklar: adam kızını sana vermeyi düşünüyor, seni gözüne kestirdi. Ne yazık. O zaman yanlış tanıttım kendimi Selim’e. Ben de çocuklarla birlikte güldüm. Evin gölgelik yamacına oturdular biletçiyle birlikte, bize de sırtlarını döndüler. Uzun uzun konuştular. Kim bilir ne konuştular? Ben yalnız suyu ve kahveyi hatırlıyorum. Bu sözlerimi duysa çok şaşardı Selim. Bana kalırsa adamla konuşurken de, biz onunla alay ederken de, kısa bir süre için bile olsa, biletçinin kızıyla evlenmeyi düşünmüştür! Ve bunu düşündüğünü hiç unutmamıştır. Bana kalırsa çok güzel, kimseyi incitmeyecek bir şekilde düşünmüştür bütün bunları. Ben o
zamanlar, Selim’le ciddi bir tavırla konuşan herkesi, onun ciddiye aldığını anlamıyordum. Ve bunun dışında herkesten kuşkulandığını göremiyordum. Gülmek, onun için bir korunma aracıydı. Bunu geç anladığım için de cezamı çekmeliyim Olric. Hiçbir şeyi unutmadı ve her olaydan, hayatının sonuna kadar rahatsız oldu. Mümkün olsaydı biletçinin kızıyla ve yolda gözünün ucuyla gördüğü her kızla evlenirdi. Biletçiyle ve herkesle dost olurdu. Sözün gelişi değil, gerçekten yapardı bunu. Bunu yapamayacağını anlayınca, Selim molarak yaşamanın imkânsızlığını görünce, hayatın hızlı akışı içinde, küçük anları sonuna kadar yaşayamayacağını sezince, önce büyük bir ümitsizlik ve korkuya kapıldı; bütün gücüyle varlığını korumaya çalıştı. Sonra da... bilmiyorum Olric,
sonra ne oldu. Okumalıyım, öğrenmeliyim. Belki de bu işin sonunu hiçbir zaman bilemeyeceğim. Önemli günler
yaşıyoruz Olric: tarih düşürelim. Dış etkenlerin karmaşıklığı bizi yolumuzdan çevirmesin: biz işimize bakalım.
Selim’in defterini açtı, okuduğu son sayfanın kenarına küçük harflerle yazmaya başladı: Senden hatırladıklarım damla damla su gibidir Elin ayağın olayım, Selim bana haber getir. Yaşayışın benim için zahmet-i devr-i esatir
Vesaik-i perişanın sinemde ağu gibidir. Derlenip toparlandı; kaldığı yerden okumaya devam etti.

Gidelim buradan Günseli. Terden utanç içindeyim. Boğazım yanıyor, ateşim yükseliyor. Günseli, durmadan bana bakıyordu. Beni seviyordu. Her şey iyi gitsin istiyordu. Sevginin her şeyi düzeltmesini istiyordu. Ben de istiyordum. Gücüm kalmamış. İstediğimi, istemem gerektiğini düşünmeye çalışıyordum ancak. İstemiyordum. Ben dalgın bakışlarla, gürültülerin arasında kendime bir yol açıp, ne pahasına olursa olsun kapıya ulaşmaya çabalıyordum. İsteklerimiz uyuşmuyordu: çünkü ben kendi derdime düşmüştüm. Çünkü ben her ne pahasına olursa olsun kendimi korumak istiyordum. Hayvan gibi olmuştum. Tek yönlü bir sevgiydi aramızdaki. Çünkü ben, bir an sonra ne olacağımı bilmiyordum. Bir an sonraya ulaşabileceğime güvenmiyordum. Sürekli bir panik içindeydim. Yolda hiç konuşmadık. Onu evine bıraktım.

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

( akrabalarla yemek bölümü var aslında Ribbonn'da, ama bölmek istemedim.o nedenle tekrar oldu birazcık )