.

.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

17 Mar 2012

Öyle Bir Gün



Yürüyorum. En sevdiğim şehrin en sevdiğim caddesinde, en sevdiğim havanın o cezbedici kasvetinin altında, hızlı adımlarla. Yürüyorum. Ben zaten hep yürürüm. Şu anı farklı kılan ne ki diğerlerinden? Bir yere varma kaygısında değilim, etrafımdakileri ise zerre kadar umursamıyorum. Sadece yürüyorum. Şu an önemli olan tek şey eylemin kendisi. Ayaklarımın ritmik bi biçimde birbirini önüne geçişini, bacak kaslarımın mekanik bi şekilde kasılıp salınmasını an ve an hissediyorum. Kendimi duyumsuyorum şu kısacık, önemsiz anın içinde. Evet, ben hep yürüyorum ama bugünkü gibi kendimi dinlediğim başka bir gün daha hatırlamıyorum.

Adımlarıma telaşsız bi yağmur eşlik ediyor. Anlaşılan onun da benim gibi bir yere yetişme kaygısı yok. Sakince geliyor ve düşürüveriyor başını omzuma dostça, anlayışla. Ben de hiç sakınmıyorum samimiyetimi ondan; küçük ellerini kavrıyorum ve derimin altına kadar işleyen bir ferahlık hissiyle alıyorum onu yanıma günün bu hüzünlü saatinde. Düşüncelerimi de böyle kolayca tutup kontrol altına alabilmeyi diliyorum bir an, sonra imkansızlığını fark edip pişkin bir teslimiyetçilikle omuz silkiyorum. Hayatımın en karmaşık sürecinin en karmaşık günlerinde, en sevdiğim şehrin en sevdiğim caddesinde yürümem bile hafifletmiyor bu kopkoyu endişelerle ağırlaşmış yüreğimi. Oyuncağı elinden alınmış bir çocuk hüznüyle düşlüyorum şu caddede zihnim bomboş, aklım, ruhum dipdiri yürüdüğüm günleri. O zamanki beni tarifsiz bir bencillikle kıskanıyorum. Meğer ne zormuş aynaya ilk baktığım gün gördüğüm o mükemmel ben’in asla var olmayacağı gerçeğiyle yüzleşmek! Eksik, yetersiz, ikincil yaşamak ve düşmemek adına bu saçma yaşama parmaklarının son gücü ile tutunmak ve en kötüsü de bunun dışında başka hiçbir seçeneğinin olmadığını bilmek… Tam da bu düşüncelerin içinde bir taşa çarpıveriyor ayağım, okkalı bir tekme atıyorum. Ben hala yürüyorum ve içimde hayata dair ne kadar öfke varsa o an hepsini o taşla birlikte yolun diğer tarafına fırlatıyorum.

En sevdiğim kafenin en sevdiğim köşesindeki masanın boş olduğunu görüyorum uzaktan. Gitmeyeli uzun zaman olmuş. En son onunla gitmiştim herhalde. Ondan sonra bu caddeye bile pek gelmemişimdir, doğrudur. Neyse, sırası değil şimdi onu düşünmenin. Zaten çok da uzakta değildir, yağmurun içine sızmıştır yine, saç tellerimden beynime doğru sızmaya başlamıştır bile. Onu düşünecek değilim şimdi, hiç sırası değil. Nefret edip de dilime dolanan şarkılara döndü bu mevzu. Kendimi okulda, işte, parkta, duşta söylerken buldukça kendimden tiksindiğim şu saçma pop şarkısı kadar kendini tekrar eden bir hal aldı artık bu düşünceler. Yeter. Nerde kalmıştım en son? Evet, şu kafenin kiliseye bakan masası. Ne de güzel bakıyor bana oradan. Hadi gel diyen çikolata kokusu bütün caddeyi sarmış olabilir mi, yoksa sadece benim burnumdan içeri sızmak için mi süzülüyor o eski pencerelerin kırık dökük pervazlarından? Neyse ki hazırlıksız değilim, yanımda nane çikleti vardı, hemen ağzıma bir tane atıyorum ve puf. Sonunda ilk defa yendim seni işte, hem de çantamda tesadüfen bulduğum bu minicik nane çikleti ile. Ne de tatlı bir paketi varmış, bir kız ve bir oğlan el ele yürüyorlar incecik bir yolda. Kızın ağzından çıkan baloncuğun içindeki kargacık burgacık yazı gözüme ilişiyor: “Aşk, her yağmurlu günde onu düşünmektir.” İşte o an çiklet birden un ufak oluveriyor ve ağzımın içine acı bir çikolata tadı yayılmaya başlıyor. Ben hala yürüyorum. Ve rutubetlenmiş, boyası parça parça dökülmüş bir aşk cümlesinin hissiz kokusunun bu güzelim nane kokusunu bile bastırmasına seyirci kalabilecek kadar koy vermiş bir halde olduğum için kendime bir defa daha lanet ediyorum.

Fazla yürümüş olmalıyım, uzun uzun parmaklarını havaya kaldırmış vapurları görüyorum karşıdan. Sanırım bana el sallıyorlar. Etraftaki insanların ne düşüneceğini umursamadan el sallamaya başlıyorum vapurlara doğru. Aptal insanlar. El sallamanın önemini bilmedikleri ne kadar da belli yüzlerindeki eğlenen ifadeden. Aptallar. Gülüyorsunuz ama yaptığım eylemin neler ifade ettiğini hiç düşünmediniz ki. Başım, kolum ya da bacağım değil deliler gibi salladığım, elim. Sahip olduğum en önemli parçam belki de. Kalbimden bile değerli ellerim. Varlığının bütün enerjisini ellerinde topluyor ve karşısındakine de sahip olduğu bu enerjiyi elleriyle sunuyor insan. Elleriyle hissediyor aşkı ve yine elleriyle vazgeçiyor sevdiğinden, bırakıyor bir eli. Elleriyle hissediyor tutkuyu, şehveti ve yine birkaç parmak ucu ile hissediyor teninin sabırsız dürtülerini. Hayat ellerde sürüyor bedende ve yine ellerden çıkıveriyor vakit geldiğinde, usul usul, tek tek parmak uçlarından… İşte böylesine önemliyken eller, birine el sallamayı küçümsememeli. Ben şu an karşıdaki o işveli vapura el sallıyorken ona sadece selam vermiyorum, ona hayat enerjimi, aşkımı, tutkumu da veriyorum. Elim havada süzülürken yayılan o hava akımının içinde benden, özümden parçalar var. Gülün siz sıradan insanlar. Sizi hiç umursamıyorum.  Ben hala yürüyorum ve en sevdiğim şehrin en sevdiğim sakinlerine, vapurlara el sallıyorum. Ah keşke o da bana o uzun parmaklarıyla ahenkli bir selam verebilse de ben de o yosun kokan havanın içinden özüme biraz deniz katabilsem!

Ve işte en sevdiğim şehrin en sevdiğim saatine gelmişim. Işıklarını yakmaya başladı gece, ateş böcekleri sarmış sanki koca caddeyi. Her şeyi unutturur insana şehrin bu saatleri. Herkesin adımları hızlanmış, ne anlamsız! Bu en güzel şehrin en güzel caddesinde günün bu en güzel saatini yaşamadan geçip giden her insanın bu büyük kaybı karşısına öbür dünyada günah diye çıkmalı. Neyse ki ben güzelden yana sevabımı bol bol kazandım bugün, yudum yudum içtim bu caddeyi. Kendimden parça parça koparıp kıyılara köşelere attığım minik anıları buldum, tek tek topladım, cebime attım. Caddenin bütün aynalarına tek tek baktım. Gördüğümle barışmadım ama yine de dokundum aynaya, kabullendim. Bugün en sevdiğim şehrin en sevdiğim caddesine, taş misali fırlatıp attığım düşüncelerimden arınıp yeni doğmuş bir bebek gibi el salladım; “Kıymetini bil” dedim ona, “tırnak etlerimi kanatırcasına tırmaladığım ne varsa, her şey ama her şey senin yüzün suyun hürmetine”…


Zeynet ÖZTUNCA
İstanbul Üniversitesi