.

.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

5 Mar 2012

Zelo ile Nevoü / Bir Gün



"Zeliha Hanım, buraya sizi her yönünüzle yazabilmek için geldim. Hem de birçok tehlikeyi göze alarak..." Yüzündeki ifadeyi görünce, lafimı bitirmeden susuyorum. Yıllardır hapishanede yatmakta olan bir kadına, birkaç saatlik bir görüşme için tehlikeyi göze aldım demek, söylenecek şey mi! Boğazımı temizliyorum, "İstiyorum ki hiçbir art niyet taşımadan içtenlikle konuşalım...
bizleri karşı karşıya getiren nedenleri irdeleyelim, halle-dilemeyenleri iki kadın biz önce aramızda halledelim. Çözümü, yazımıza yansıtalım..."
"Dünyayı biz kurtaralım, öyle mi?"
"Dünyayı değil ama, belki kendi... memleke... insanlarımızı."
"Ne kadar iyi niyetlisiniz."
"Ben konuşarak ve anlaşarak her sorunun çözüleceğine inanıyorum."
"Keşke her şey sadece bizim anlaşmamızla düzelebileydi."
"Ben sıradan bir gazeteciyim, ama benim gibi düşünen milyonlarca insan var bu ülkede. Savaşmak, dalaşmak istemeyen, öldürmekten, sindirmekten hoşlanmayan, dileyenin ana dilini özgürce konuşmasından, radyosunu dinlemesinden, televizyonunu seyretmesinden yana olanlar var. Ben bir yerde, onlara tercüman oluyorum."
"O milyonlarca insan seçim zamanlan nereye gidiyorlar da, biz hep çözümsüzlükten yana olanlan buluyoruz başımızda? Bu millet neden hep savaştan, dalaştan yana olanlan hükümet yapıyor?"
"Zeliha Hanım, size savaşmadan, dalaşmadan sorunlannızı parlamentoda çözebilmeniz için büyük bir fırsat verildiydi. O firsatı kullanmamak da sizlerin hatasıydı... yani demek istiyorum ki yanlış yapanlar her iki tarafta da var."
"İki taraf olduğumuzu peşinen kabulleniyorsunuz, yani?"
"Ben tek bir ülkeye inanıyorum. Bu tek ülkenin insanlannın dilleri ve dinleri değişik olabilir, mesela Amerika'da olduğu gibi... ama, bu ülkenin insanlannın birbirine düşmanca davranmasını hazmedemiyorum. Hele savaşmalannı, asla."
"Ama hem düşmanca davranışlar sürüyor, hem de savaş var, öyle değil mi? Evler basılıyor, köyler boşaltılıyor, insanlar aşağılanıyor, işkence görüyor ve öldürülüyor. Kimileri de otel odala-nnda kebap ediliyor. Hepsinin belgeleri var."
"Evet Zeliha Hanım, aynen öyle. Ben kendi hesabıma bu saydıklannız adına utanç duyuyor, vicdan azabı çekiyorum. Ama, sizin gibi ben de, köyler basılıyor, erkekler duvar dibine sıralanıp kurşuna diziliyor; evler, içindeki yaşlılarla, bebelerle ateşe veriliyor, yollara mayınlar döşeniyor, askerlik görevini yapmaya giden masum gençler taranıyor, bölgeye yol ve inşaat yapmaya giden iş makineleri bombalanıyor, öğretmenler öldürülüyor ve bu korkunç eylemlere katılmayanlara kendi taraftarlannca işkence yapılıyor, diyebiliyorum, değil mi? Bu söylediklerimi, belgelerle, fotoğraflarla ben de kanıtlayabiliyorum. Kısacası kimse sütten çıkmış
ak kaşık değil! Bu nedenle isterseniz bu suçlamalara hiç girmeyelim. İleriye bakalım, ne dersiniz?"
"Bağımsızlıkları elde etme eylemlerinde, karşılıklı çatışma, şiddet ve ölüm olağandır."
"Bir devletin bu eylemlere karşı kendini savunmasında çatışma, şiddet ve ölüm olağan değil midir?"
"Öyledir. Ama insanlara pislik yedirmek... karşınızdaki en azılı düşmanınız dahi olsa, bu kabul edilebilecek bir şey değil. Bunu kabullenebilen bir toplumda ne vicdan ne de namus kalmıştır."
"Birkaç sapığın kişisel uygulamasını topluma mal etmeyin Zeliha Hanım. Bu söylediğinize aklı başında olan her insan ve her kurum şiddetle tepki verdi.

Toplumsal ahlaktan söz ederken de çifte standart olmaz. Çocuğunun gözleri önünde vurulan polis memuru için, cinayet çarşının orta yerinde işlendiği halde, onca esnafın arasından tek bir görgü şahidi çıkaramayan toplumda vicdan kalmış mıdır, sizce? Bilmem hatırlar mısınız, Cu-di Dağı'nın eteklerinde öldürülen çocuklar vardı. Bu çocukların cesetlerinin resim altlanın yazmak bana düşmüştü gazetede. Kaç yaşındaydılar biliyor musunuz? Kızların biri sekiz, diğeri dokuz, oğlancık da üç yaşındaydı. B. Köyü baskınında mesela, erkekleri cami duvanna yanyana dizip, çocuklarının, kanlarının ve ana-lannın gözü önünde taradılar. Bu eylemlere mi bağımsızlık savaşı diyordunuz, demin?"
Yüzünde düşmanca bir ifade beliriyor Zeliha Bora'nın, kara gözleri çakmak çakmak oluveriyor.
"Bir şey sorabilir miyim?"
"Buyrun."
"Siz kimin adına buradasınız?"
"Pardon?"
"Kimin adına geldiniz, benimle görüşmeye? Köşenizde kimin adına havlayacaksınız?"

Korktuğum başıma geliyor. Kanımın tepeme sıçradığını, kulaklarımın yanmaya, sağ gözümün seğirmeye başlamasından anlıyorum. Biliyorum ki, şu andan itibaren, ağzımdan çıkacaklardan sorumlu değilim. İçime giren şeytan, sürüyle laf edecek ve ben kendimi az sonra, koridorda dış kapıya doğru hızlı adımlarla yürürken bulacağım... röportajı gerçekleştirememiş olarak!

"Şunu iyi bilin ki, kimsenin adına gelmedim. Hiç kimsenin sözcüsü de değilim, köpeği de. Ben bir yazarım ve hayatınızı kaleme almak istiyorum. Bu işi yaparken de, iki kadın, duyarlılık-lanmızın ışığında, baş başa vererek, aramızdaki sorunlara çözüm arayabilirdik diye düşündüm. Ben burada tek başımayım. Arkamda gazetemin dahi olduğunu söyleyemem. Bu röportajı gerçekleştirebilirsem ve basacak olurlarsa, elime geçecek olan tek şey, yazımın karşılığında bir miktar paradır. Ben sizin gibi bir dava insanı değilim. Sadece bir gazeteciyim, araştırmacıyım. Madem siz, siz-biz ayınmı yapmakta ısrarlısınız, kişisel nedenlerle 'sizlere' derin bir sevgi, davanıza da saygı duyuyorum üstelik. Benim sizden farkım, bağımsız olmam. Bu yüzden olaylara tarafsız bakabiliyorum."
İçimdeki ses, 'alttan al Nevra, bir çuval inciri berbat etme,' diyor, ama her zaman olduğu gibi, mantığım çeneme söz geçiremiyor. Hiç uslanmayacak mıyım ben, ders almayacak mıyım?
"Davamıza saygı, bizlere de sevgi duyduğunuz için mi böyle sinirleniyorsunuz ve suçluyorsunuz bizleri?"
Benim gibi onun da giderek asabileştiğini, dilindeki doğu şivesinin baskınlaşmasından anlıyorum. Dilindeki bu şive onu tedirgin ederken, beni aksine rahatlatıyor, sakinleştiriyor.
"İyi niyetime inanmıyorsunuz. Yazık! Kimler dolduruşa getirdi sizleri, kimlere kandınız da anlaşabilmek mümkünken, iş buralara kadar geldi? Ah bir görebilseniz, bizlerin bizden başka dostumuz yoktur. Anlaşma sağlayamazsak, hepimiz sadece kaybederiz."
"Kendimizi kandırmayalım, gazeteci hanım. Bizler diye bir şey yok. Her ikimiz de ne olduğumuzu biliyoruz. Ne istediğimizi biliyoruz. Misyonlarımızı biliyoruz..."
"Söyledim ya, benim sizin gibi misyonum yok," diye sözünü kesiyorum, "Siz sırtınızdaki küfeyi kolayca indiremezsiniz. Benim gibi özgür olamazsınız. Gönlünüzde yatanları söyleyemezsiniz. Birilerine ağzınızdan çıkan her sözün hesabını vermek zorunda kalacağınızı unuttum. Özür dilerim, sizi zorlamamalıyım, ne de olsa bir misyonunuz var. "
"Elbette var."
"Bu misyonu anlatın bana o halde."
"Halkımın özgürleşmesi..."
"Halkı sizin ve bizim diye ayırmak doğru mu, sizce? Özgürlüğü ülke sınırlannm içinde yaşayan herkes için istemiyor muyuz, biz kafası çalışan insanlar?"
"Beni önce kendi halkım ilgilendiriyor."
"O halk benim de halkım değil mi? Aynı topraklarda yaşamıyor muyuz?"
"Güldürmeyin beni!"
"Anadillerimiz değişik olabilir, ama aynı topraklarda iç içe asırlarca yaşabildikse Zelha... şey... Zeliha... size Zeliha diyebilir miyim?"
"Diyebilirsiniz Nevra'nım... madem 'bizi' bu kadar çok seviyorsunuz." Benimle alay ettiğini anlamamazlığa geliyorum.
"Siz de bana adımı hanımsız söyleyin, olur mu?" Yanıt gelmeyince, devam ediyorum sözlerime. "Birbirimizle evlenebildikse, komşu olabildikse, çok yakın dost
olabildikse,..."
"Öyle mi olduk?" Sesi alaylı.
"Olmadık mı?"
"Olmadık."
"Doğru değil. Biz birlikte, omuz omuza Kurtuluş Savaşı verdik."
"Bunu kabul ediyorsunuz, öyle mi?"
"Elbette. İyi niyetle her şeyi zaman içinde teker teker halledebiliriz. Ediyoruz da zaten."
"Yok canım?"
"Evet."
"Neyi hallettik mesela?"
"Dil sorununu çözülmek üzere."
"Bunca yıl anadilimizi konuştuğumuz için tartaklandıktan sonra."
"Ben daha geçen hafta doğudaydım.Türkçe konuşamayan kadınlarla, çocuklarla doluydu köyler.Bazı köylerde Türkçe bilen tek bir kişi yoktu. Nece konuşuyorlardı dersiniz?"
"Nevra Hanım, benimle dalga mı geçiyorsunuz? Ne demek istediğimi, kültürel haklanmızdan söz ettiğimi elbette biliyorsunuz. Ama sizler hep böylesiniz.
Zeytinyağı gibi üste çıkmaya alışmışsınız."
"Kusurluyduk, tamam. Ama hatalanmızı düzeltmeye çalışıyoruz şimdi. "
"Adlanmıza dahi rahat vermediniz. Yıllarca istediğimiz ismi veremedik çocuklanmıza. Benim adım mesela, nüfus kağıdımda, ailemin bana koyduğu isim değil, kayıt memurunun uygun bulduğudur. "
İncecik bir sızı dalıyor yüreğimi, kısa süren bir baş dönmesi geçirir gibi, çocukluğuma doğru bir gidip bir geliyorum çabucak.
"Çok saçma bir uygulamaydı. Ama geride kaldı bunlar."
"Avrupa'nın bastırmasıyla. Şu Avrupa Birliği'ne girme hayaliniz olmasaydı, sorunlann hiçbiri çözüme ulaşmamış olacaktı."
"Siz sonuca bakın. Bu memlekette demokrasi adına, yapılanlara karşı çıkan insanlar, gruplar, örgütler ve partiler var. Onlara rağmen, bugün şu sözünü ettiğimiz şeyler artık serbest. Bu hiçbir şey ifade etmiyor mu?"
"Elbette ediyor ama, bunca tahribattan sonra..."
"Bu tahribatta sizlerin hiç mi payı yok?"
"Yine mi başa döndük?" Sesi kızgın.
"Niyetim münakaşa etmek değil ama, olaya tek taraflı bakmak çözüm getirmez ki. İnsan, içinde yaşadığı, bir parçası olduğu vatanda durmadan isyan mı çıkartır? Elin gâvuruna uyup, sürekli ihanet içinde olursa birileri, devlet de kendini korumak için tedbirler almak zorunda kalmaz mı? Haksız mıyım?"
"Elin gâvuru diyorsunuz ama, bizi kollayanlar, özgürlüğümüz için mücadele verenler hep onlar, ne yazık ki."
"Haklısınız... da... size bir şeyi hatırlatmak isterim... ama önce 'gâvur' sözü için özür dilemeliyim, ağız alışkanlığı ile söylenmiş bir kelime, öyle dini takıntılanm filan hiç yoktur. Gâvur yerine, 'Batı devletleri' diyelim, bu devletler, hiç kimseye kara gözü, kara kaşı için iyilik yapmazlar. Şimdi sizi kolluyor ve koruyorlarsa, mutlaka bir çıkarları vardır. Bugün kaşıkla verdiklerini, yanna sapıyla çıkarmaya çalışırlar. Onlara çok güvenmeyin Zeliha Hanım."
"Kimlere güveneyim o halde?"
"Demokrasiyi yerleştirmeye çalışan yurttaşlannıza güvenin."
"Beni buraya yurttaşlarım tıktı."
"Yanlış kararlar her ülkede alınabiliyor. Yeter ki yanlışlardan dönülebilsin."
"Burada oturup sizlerin keyfini beklemeliyim, öyle mi?"
"Kimsenin keyfini değil ama yargı sürecini beklemenizde fayda var."
"Siz buraya benimle kavga etmeye ya da beni tehdit etmeye gelmemiştiniz hani!"
"Ben sizi tehdit etmedim."
"Ettiniz."
"Etmedim."
"Bana gözdağı vermek istiyor gibi bir haliniz var. Dilinizin altında yatan şu: İstediklerimizi yapmaz da bize kafa tutarsanız, yine yasaklar getiririz."
"Ben kim oluyorum da böyle bir tehditte bulunayım? Bu kanıya nasıl vardınız sorabilir miyim?" Bu topraklann insanı, hangi ırktan olursa olsun, paranoyadan nasibini bolca almış, diye düşünüyorum.
"Kimin adına konuştuğunuzu bilsem, söylerdim."
"Hepiniz böyle kuşkucu musunuz?"
"Evet, çünkü biz çok çektik."
"Bu memlekette herkes çok çekti ve çekiyor. Benim tek yapmak istediğim, aramızdaki düşmanlığı değil, dostluğu pekiştirmek."
"Bir dostluğumuz mu vardı sizinle?"
Gülümsemekle yetiniyorum.
"Gülün bakalım. Gülmek, elbette bana değil size düşer. Ben mağdur ve mahpusum.
Siz ise haksız, güçlü ve özgürsünüz."
Gülümsememi yanlış anlamasına kırılıyorum. Kızıyorum hatta.
"Mağdur olmanız yüzde yüz haklı olduğunuzu kanıtlamaz Zeliha Bora!"

İkimizin de sesleri yükselmiş, ayakta, masanın üzerinde birbirimize doğru yaklaşmış, iki horoz gibi kabarmış, kavgaya hazır duruyoruz. Gözlerimizden ateş fışkırıyor. Her ikimiz de aynı anda bağnştığımız için, pek de anlayamıyoruz dediklerimizi.
"Çıkın gidin buradan, kimseye verecek hesabım yok."
"Ben hesap sormaya değil, röportaj yapmaya geldim."
"Bu röportajı yapmayacağım! Gidin!"
"Beni kovuyorsunuz! Oysa, biz sizi hiç kovmadık. Birlikte yan yana, omuz omuza hatta iç içe yaşamak istedik. Aranızdan milletvekillerimiz, bakanlanmız, başbakanlanmız çıktı. Ordu komutanlarımız çıktı. Profesörler, şarkıcılar, türkücüler, yazarlar, düşünürler, onca yokluğa, yoksulluğa rağmen, nice zenginler, hatta mafya babalan da çıktı içinizden. Bizim için değişik bir halk bile değildiniz. Siz 'biz'diniz. Siz böylesine her şeye sahip olabilecekken, neden bölünmeye çalıştınız, Zeliha?"
"Önce şunu kafanıza sokun, bu topraklar sadece sizin değil, bizim de. Bu yüzden sizi kovmadık, demeyin bana. Kendi toprağımızdan kovulacak değildik herhalde, bu biir. İkincisi, biz, 'siz' olmak istemedik hiç. Biz, 'biz' olmak istedik."
"Sizinle bizim ne farkımız vardı ki? Değdi mi onca genç insanın hayatına?
Yakılan boşaltılan köylere, sönen ocaklara değdi mi?"
"Dilimi konuşma ve yazma hakkımı kazandımsa, değdi!"
"Teröre başvurmadan da kazanabilirdiniz bu hakkı. Girdiğiniz gün istismar ettiğiniz mecliste kazanabilirdiniz."
"Nevra Hanım... biz anlaşamayız. Bu görüşmeyi burada bitirelim."
"Biz anlaşabiliriz. Biz anlaşmaya mecburuz. Hele siz ve ben, birbirini seven iki kişi, iki dost anlaşmaya mecburuz."
"Dost olduğumuz, birbirimizi sevdiğimiz de nereden çıktı, şimdi?"
İskemlesini iterek ayağa kalkıyor Zeliha Bora. Ben de yerimden firhyorum ve ondan önce vanyorum kapının önüne, çıkmasını önlemek için. Sırtımı kapıya verip kollarımı iki yana açıyorum.
"Çekilir misiniz önümden? Bu görüşmeyi bitirmiş bulunuyorum Nevra Hanım."
"Zelha..."
Eli kapının tokmağında, öylece donup kalıyor bir an,
"Gitme Zelo, lütfen gitme!"
Hayalet görmüş gibi, bembeyaz oluyor yüzü. Düşmemek için duvara yaslanıyor.
"Adım hiçbir şey hatırlatmıyor mu sana? Biz dosttuk, arkadaştık."
Çabuk toparlanıyor ve yine çok kızgın bakıyor yüzüme, "Asla değildik. Ve hiç olmayacağız. Çekilin de çıkayım. Bağırtmayın beni"
Kollarımı iki yana açmış, hâlâ yol vermiyorum ona.
"Zelha, yüzüme dikkatli bak. Gözlerime bak. Çocukken saçlanm bu renk değildi. Kumraldı. İki uzun örgüm vardı. Annem kırmızı benekli kurdeleler takardı uçlarına. Onlan sana bırakmıştım Sancadam'dan ayrılırken."
Yüzündeki kızgın ifade şaşkınlığa dönüşüyor. Gözlerimin içine bir süre dikkatle bakıyor.

"Tavşanımı da bırakmıştım sana, beni unutmayasın diye."

"Nevoü!"