.

.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

4 Ara 2013

Gözleri Kapalı!



Onu yitirdim yitireli, aramızda bir taş duvar, ıslak bir set, deliksiz penceresiz, kurşun gibi bir taş duvar yükseldi yükseleli, hayatının ebeciiyen boş ve kayıp bir hayat olduğunu kavramıştım. Gerçi bakışlanındaki muhabbeti ve onu görmekten doğan derin hazzı karşılıksız bırakmış, ama bu onun beni görmeyişinden olmuştu. Bense onun gözlerine muhtaçtım, bir bakışı yeterdi; felsefenin bütün müşküllerini, teolojinin bütün muammalarını çözmeme yeterdi. Bir bakışı, diğer rumuz ve sırları
alırdı benden, açardı.

O günden sonra, içtiğim şarap ve afyon miktarını çoğalttım, ama ne yazık ki ümitsizliğe karşı bu devalar, ne zihnimi uyuşturdu, ne derdimi unutturdu bana. Gün gün, saat saat, dakika dakika onun düşüncesi, onun endamı, onun yüzü, öncekinden daha net caniandı gözümün önünde. Nasıl unutabilirdim? Gözlerim açık, kapalı; uykuda, uyanık, karşımdaydı o. Odaının duvarındaki pencereden, dış,arıya açılan o dört köşe delikten doğru, insanın zihnini, mantığını kaplayan gece gibi, gözümün önündeydi hep.

Rahat, huzur haram olmuştu bana. Nasıl rahat olabilirdim? Gün batarken her gün, sokağa çıkıp dolaşmayı adet edinmiştim. Bilmiyorum neden, dereyi serviyi gündüzsefalarını bulmak istiyor, bunda ısrar ediyordum. Afyon gibi alışmıştım bu gezintilere. Görünmez bir kuvvet beni buna zorluyordu sanki. Yol boyunca hep onu, ondan bende kalan ilk görüntüyü düşünüyor, onu Nevruz'un 13. günü gördüğüm yeri arıyordum. Orasını bulsaydım, o servinin altına oturabilseydim, hiç şüphesiz huzura kavuşturdum. Ah ne yazık ki çerçöpten, kızgın kumdan, ölü beygir kemiklerinden ve süprüntüleri koklayan bir köpekten başka, yoktu bir şey. - Acaba ben onu gerçekten görmüş müydüm? Asla! Bir delikten, odamdaki bedbaht bir pencereden şöyle gizlice, kaçamak görmüştüm. - Çöpleri koklayan aç bir köpeğe benziyordum. Etrafta dolaşan, süprüntüleri koklayan, uzaktan çöpler artıklar getirdiklerini görünce korkup kaçan, saklanan, sonra geri dönüp yeni döküntüler arasından beğendiklerini seçen bir köpek gibiydim. Fakat o pencere kapatılmıştı ve o, benim için bir demet taze çiçekti adeta, çöplüğe atılmıştı.

Son defa, her akşamki gibi dolaşmaya çıktığımda hava kapalıydı, yağmur yağıyordu, çevreyi yoğun bir sis kaplamıştı. Renklerin şiddetini, eşyalardaki kenar çizgilerinin şirretliğini hafifleten bu ıslak havada bir ferahlık, bir huzur hissettim. Yağmur, karanlık düşüncelerimi yıkarnıştı sanki. - Olmaması gereken şey o gece oldu. İradesiz yürüyordum. Fakat o yalnızlık saatlerinde, ne kadar sürdüğünü unuttuğum o dakikalarda onun o sakin yüzü, her zamankinden daha da ısrarlı, sanki sisler içinden çıkmış, gözlerimin önündeydi hep: Kalemdanlar üstündeki tasvirlere benzeyen o hareketsiz, donuk yüz.

Ben eve dönerken gece bir hayli ilerlemişti ve sis öyle yoğunlaşmıştı ki, ayaklarımı ancak görüyordum. Gene de alışkanlığım ve uyanık kalmış sezgilerimle evimin önünde geldiğimde, siyah giysili birisinin, bir kadın silüetinin kapı önündeki sette oturmakta olduğunu gördüm. Anahtar deliğini bulmak için bir kibrit yaktım. Fakat bilmem neden, gözüm karaltıdan yana çevrildi: zayıf soluk bir yüzde iri, gölgeli, çekik bir çift göz gördüm. Üzerime dikili bu karanlık gözleri tanıyordum ben, daha önce hiç görmemiş de olsam tanırdım. Hayır, yanılmamıştım, oydu. Bir rüya gören, rüya gördüğünü bilen, uyanmak isteyip de uyanamayan biri gibi afallamış, kalakaldım. Kibrit sonuna kadar yandı, parmaklarımı yaktı, birden kendime geldim. Anahtarı çevirdim kilitte, kapı açıldı, kenara çekildim. O, yolu biliyormuş gibi yerinden kalktı, karanlık sofayı geçti, odaının kapısı açtı. Peşinden yürüdüm, ben de girdim odaya. Yağ lambasını yaktığımda, onun karyolama uzanmış olduğunu gördüm. Yüzü gölgede kalıyordu. Bana bakıyor, sesimi işitiyor muydu, bakmıyor işitmiyor
muydu bilmiyorum. Ne korkmuş gibi bir hali vardı, ne de karşı koymaya bir meyli. Sanki kendisi farkında olmadan gelmişti . mıydı, yolunu mu kaybetmişti? Bir uyurgezer gibi, iradesiz gelmişti. O anda neler duyduğumu kimse tasarlayamaz.

Acıya benzer bir şeydi duyduğum, enfes ve anlatılamaz. Hayır, yanılmamıştım, aynı kadındı, aynı kızdı. Hiç şaşkınlık göstermeden, tek söz söylemeden odama gelmişti. İlk karşılaşmamız böyle olacak diye tasadamıştım hep. Sanki çok derin bir uykuya gömülmüştüm ve böyle bir rüya görebilmek için de gerçekten derin bir uykuya dalmış olmak gerekirdi ve o uykunun o sessizliği, benim için ebedi bir hayatın işareti gibiydi, çünkü ezelde ve ebediyette konuşma yoktur.

Benim gözümde bir kadındı o, insanüstü bir yaratık bir yandan da. Yüzü, belieğimdeki bütün öteki yüzleri siliyor, yok ediyordu; büyülemişti beni. Onu seyretmekten titremeye başladım, dizlerimin bağı çözüldü. Birden gözlerinde, onun o sonsuz iri gözlerinde, bir gözyaşı selinde siyah elmaslar gibi yüzen ıslak, ışıl ışıl gözlerinde hayatıının bütün ıstıraplı macerasının kayıp gittiğini gördüm. Gözlerinde, onun o siyah gözlerinde aradığım derin, ebedi geceyi buldum; o gecenin korkunç, büyülü karanlıklarına daldım. Derinlerdeki benliğimin güçlerini dışarıya çekiyor gibiydi bu karanlıklar. Ayaklarımın altında yer sarsılıyordu. Düşsem yıkılsam tarifsiz bir haz olurdu bu benim için. Durmuştu kalbim. Soluk almıyor, soluğurnun bir bulut ya da bir duman gibi uçup gitmesinden korkuyordum. Onun o mucizeli suskunluğu, aramıza kristal bir duvar dikmişti. Bu anda, bu saatte, bu ebediyette boğuluyordum. Yorgun gözleri yavaş yavaş kapanıyordu, bakmaya kimselerin dayanamayacağı doğaüstü bir şey görmüştü sanki. Bu gözler, ölümü görmüş gibiydiler. Kirpikler bitişiyor, kapanıyordu. Bense boğulmaktan kılpayı kurtulmuş birine benziyordum, can çekişmenin dehşetinden sonra gene su yüzüne çıkmıştım. Titremeye başladım, ateş basmıştı, ondan titriyordum.

Alnımdan boşanan teri ceketiminyenine sildim. Yüzü aynı sükuneti, aynı hareketsizliği sürdürüyor, fakat daha solgun, daha gevşemiş görünüyordu. Yatıyordu hala, sol elinin işaret parmağının tımağını emiyordu. İnce, siyah entarisinden bacaklarının, kollarının, göğsünün, bütün vücudunun çizgileri seçiliyordu. Gözleri kapalı olduğundan, onu daha iyi seyredebilmek için üzerine eğildim. Ama yüzünü inceledikçe benden büsbütün uzaklaşır gibiydi. Birden, kalbindeki sırlardan hiçbirini bilmediğimi, aramızda hiçbir bağ bulunmadığını hissettim. Konuşmak istedim, korktum: Hassas kulakları uzak, göksel, tatlı bir musikiye alışıktılar, sesimden nefret edebilirlerdi. Aklıma geldi, aç ya da susuz olabilirdi, ona bir şeyler getirmeye küçük odaya gittim. Gerçi evde hiçbir şey olmadığını biliyordum, ama içime doğdu sanki, duvarda rafta babamdan kalma, bir şişe eski şarap vardı. Tabureye çıktım, şişeyi indirdim. Parmak uçlarıma basa basa karyolaya yaklaştım. Bir çocuk gibi uyuyordu, derin uykulardaydı. Uzun kirpikleri ibrişimler gibi birbirine kavuşmuştu. Şişenin mantarını çıkardım, kilitli dişleri arasından yavaş yavaş, ağzına bir yudum şarap akıttım.

Ömrümde ilk kez, ansızın içimde bir ferahlık hissettim. Kapalı gözlerini seyrederken, beni kemiren çıban, demirden pençeleriyle etimi didikleyen ifrit sükunet bulmuştu. Sandalyemi getirdim, karyolanın yanına koydum, gözlerimi dikmiş, ona bakıyordum. Çocuksu bir yüz, garip bir ifade! Mümkün müydü bu kadının, bu kızın, bu azap meleğinin (ona ne ad vereceğiınİ bilmiyordum) bunca sükunetine, bunca tabiiliğine rağmen, öyle ikili bir hayatı olsun, mümkün müydü?

Şimdi vücudunun sıcaklığını hissedebiliyor, gür siyah saçlarının nemli kokusunu içine çekiyordum. Bilmem neden, titreyen elimi, artık söz geçiremediğim bu eli kaldırdım ve hep şakaklarına yapışık zülüflerini okşadım. Parmaklarımı gömdüm saçlarına. Soğuktu, nemliydi saçları, soğuk, çok soğuk Sanki günlerdir ölüydü bu kız, hiç şüphe yok, ölmüştü. Elimi yakasından koynuna soktum, memelerine kalbine koydum. Bir kıpırdı duyulmuyordu. Bir ayna aldım, ağzına tuttum. Yoktu en
ufak bir hayat belirtisi.

Onu kendi tenimin sıcaklığıyla ısıtmak istedim, ona kendi sıcaklığıını verip ölümün soğukluğunu ondan almak istedim. Ola ki ona kendi ruhumu üflerim diye soyundum, yanına uzandım. Adamotu kökleri gibi, dişi erkek, bitişiktik birbirimize. Zaten erkeğinden ayrı düşmüş dişi bir adamotunu andırıyordu vücudu ve tıpkı adamotu gibi, yakıcı bir aşkla yanıyordu. Ağzı bir salatalığın içi gibi buruk ve serinletici. Bütün teni buz gibiydi, damarlanındaki kan dondu, bu soğukluk ta kalbime işledi. Boşunaydı bütün çabalarım. Karyoladan indim, giyindim. Hayır, yalan değil, işte odama, yatağıma gelmiş, vücudunu bana teslim etmişti, tenini ve ruhunu, ikisini de bana vermişti. Canlıyken, gözleri hayatla doluyken gözlerini düşünmek bir işkence olmuştu bana. Ama şimdi hissiz, hareketsiz, soğuk ve gözleri kapalı gelmiş, kendini bana vermiş, teslim etmişti.

Gözleri kapalı!

Oydu bütün hayatımı zehiriere bulayan. Hayır, hayatım ta baştan zehiriere bulanınıştı benim. Ben başka türlüsünü değil, ancak zehirlenmiş bir hayatı yaşayabilirdim. Şimdi o, burada, benim odamda gövdesini ve gölgesini bana vermişti. Bu yeryüzünde yaşayanların dünyasıyla hiçbir bağlantısı olmayan uçucu, sırça, rakik ruhu, kıvrımlı elbisesinden ona işkence eden gövdesinden yavaşça çıkmış, başıboş gölgeler dünyasına gitmiş, sanki benim gölgemi de beraber götürmüştü. Ama gövdesi, hissiz hareketsiz, burada kalmıştı. Yumuşak kasları, sinirleri, damar ve kemikleri çürümeyi bekliyor, yer altındaki kurtlara, farelere lezzetli yiyecekler hazırlıyordu. Ve ben, mihnet ve meskenet dolu bu fakir odada, bir mezarı andıran bu odada, beni saran ve duvarların içine kadar nüfuz eden sonsuz gecenin karanlıklarında, uzun karanlık soğuk sonsuz bir gece geçirmek zorundaydım, bir ölünün yanında, onun ölüsüyle birlikte bir gece ve birden düşündüm ki, dünya dünya olalı, ben var oldum olalı, soğuk hissiz hareketsiz bir ölü, karanlık odada hep yanımdaydı benim.

Kör Baykuş / Sadık Hidayet