.

.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

29 Oca 2014

Littera Amor


I

(bindokuzyüzseksenyılındaonüçtemmuzcumagünühalikarnassosda inmiştir)

Biliyor musun bu akşamüstlerinde ne zaman sizi düşünsem, usuma Lokman’ın Zübdet-ü Tevarih’de I. Mahmut’a (o ünlü mühür kazıcı padişahımıza) karanfil tutan cariye gelip vurur. Eşyanın duru tadında, uzun boylu, uzun yüzlüdür. Yininin korkunç beyazlığı, kapalı, donuk güzelliği, insana cinayetler, kıyımlar, kötücül kutup çiçeklerini düşündürür. Çılgın sevinin ta kendisiyken, öylesine durgun, ezik, solgundur. Sanki bu dünyada değilmiş, bu dünyada hiç olmamıştır.

Ben işte ne zaman sizi düşünsem, bu minyatürü açar bakarım. Onda birden sizi görürüm. Başım döner, bir yerlerde bir şeyler duyarım. O zaman gelir yininin karasevdalı yalımına bırakırım kendimi. Birden aşağılarda bir şey silinir, bana uzak ülkeler, bana denizler, yabanıl meyveler, otlar, kokular bağışlayan o duru, suskun beyazlığınızla kalırım. Hem yalnız ben değil, dünya da, dünyada nice şey de yeryüzünde olduğunu unutur, bu yerküreye yeni gelmiş sanır kendini. Böylece her şey sizin yalın, arı beyazlığınıza bürünür kalır. O zaman işte bana sedir ağaçları, bana eski ceviz sandıklar, lavanta çiçekleri, bin yıllık ağaçlar gibi kokarsınız. Bakamam size. Bakamam çünkü birden her şey aşka dönüşmüştür. Göğül yüzünüz esrir, yeniden belirdiğinde, yeniden umarsız beyazlığınızlayımdır. Durur zaman. Ama ben o duran zamanın içinde, hep onun içindeymişim gibi (bilemiyeceğiniz) kadar mutluyumdur.

II

Ama ben asıl, gençliğim, kocamışlığımın o sarı okul defterlerine yapıştırdığım, beni intiharlara götürecek denli duruk, dalgın, o denli de deli, çılgın, eski çağların o ölümsüz ustalarının çıplak resimlerinde bulurum seni. Büyük kentlerin o ıssız dörtyol ağızlarına birbaşlarına dolaşmaya çıkmışlar, sonra da birdenbire donup kalmışlar, yontulara dönüşmüşlerdir. Hepsi büyük gözlü, masalsı yüzlüdürler. Nesnelerin o sessiz dünyasında (işlevleri sessizlik, yalnızlık yaratmak olan nesnelerin), sanki soluk almıyorlardır. Orta-çağın -güzelim Orta-çağın-kalelerine kapatılmış, sessiz sakin o uzun boylu şövalyelerini bekliyorlardır. Gölgelerin acımasız, buyrukçu baskısı altında, ordan oraya gidip gelirler. Gizemli güzellikleri öylesine çarpıcı, öylesine kendileridir ki, insan bir an onların bir resimde olduklarını unutuverir. Ben de işte binde bir oralardan geçen, eski gezgin ozanlardan öğrenmişimdir o kağıt beyazlığındaki soğuk, kışkırtıcı güzelliklerini (hem bilmem senin benim gibi bu dünyalarda dolaştığın olmuş mudur? Kendini, yalnızlığın kösnül elinde onlar gibi duvardan duvara vurduğun? O her şeyin durur gibi olduğu, etin çığlıklarla bir başına kaldığı, baştanbaşa da yalnız istek olduğu ... )!


Ben senin o duru, ölümcül beyazlığını da, işte böyle bir dünyadan, dünyamıza düşmüş görürüm.

III

(eybenimsevilmişyıkılmışyinim)

Ama beni daha da çılgına döndüren, beni elden ayaktan eden, dünyaları başıma yıkan, o korkunç kar beyazlığınızın da ötesinde, amansız bir baskı, bir barbar yasası ağırlığına dönen, o umarsız yininizin koyduğu dokunulmazlıktır asıl! Belki de benim büyük karabasanım, kıyımım odur. Ölümlere en çok orda gidip geliyorumdur. Ben en çok bunu ne zaman düşünsem, o korkunç çıplaklığınız, ölümcül dokunulmazlığınızla bir an kendimi bir han odasında (han odalarını bilir misiniz? Sevdanın biraz yanığı, kimselerin aşktan, aşkın onmazlığından sağ çıkmadığı han odalarını?) sizinle birbaşıma bulurum. İşte o zaman birden bana dünyaları zindan edenin ne olduğunu anlarım.

Ben ki hiçbir şeyi dokunmadan duyamam anlayamam. Sözcüklere (sözcüklerin yarattığı kansere) bunun için (değil mi ki dokunamıyorumdur) güvenmem. Bunun için de ben, bu yeryüzünde yalnız senin vücudunun koyduğu dokunulmazlığı, bir onu, tek uzaklık diye bilirim. Ben ki bu dünyada herkesler gibi gittim geldim, yüzüm çok güneşler gördü; sesleri, kokuları, bunu, bunsuzluğu, yenilgiyi, utkuyu tanıdım. Elim yerküreye dokundu. Ama yalnız o sizin koyduğunuz korkunç dokunulmazlık sürdü durdu bende. Bir ona yenik düştü. Bir onda yıkıldı, parçalandı, unufak oldu.

Bu yüzden değil midir ki ben ne zaman sizinle olsam, her sefer, yanınızdan küllerle çıktım. Orda sayrılı, varla yok arası kaldım.

IV

Bazen, neden bilmem, seni durup dururken yıkıntılar, ölü denizler, ölü kentler arasında kurduğum olur.

(hem değil mi ki ben bunları sana bir Orta-çağ kentinden yazıyorum; hem yine değil mi ki şimdi bu eski kentin güzelim, küçük, dar sokaklarını, avuç içi kadar alanlarını, dolambaçlı taşlık yollarını, sarnıçları, çıkmaz sokaklarını (ne çok çıkmaz sokak var), eski mendireği, gizli limanı, sonra da Saint-Petrum kalesini, surları, böyle nice nice yıkıntıyı dolaşırken seni düşünüyorum. Öyleyse buna niçin şaşmalıyım?)

Ama ben yine de sizin bana böyle yıkıntılar, ölü kentler, ölü tarih içinden çıkıp gelmenizi anlamıyorum. Ben ki bu dünyaya yeni kuruluyormuş, yeni görüyormuşum gibi bakmışımdır hep. Böylece de, bu dünyada olmak (ki ben orda bir ilk çağlı gibi bulsam da kendimi) bana yetmiştir. Neyse

işte. Seni her zaman usumun yangınlarından kurtarıp kursam, sen bana hep böyle insanlığın haline benzeyen (hem iyi ki öyle, bir insan başka türlü nasıl güzel olabilir?) yıkıntılar içinden gelip vuruyorsun. Belki de bu benim sana hüzünler yaratmak istememdendir. Böylece de insana en yakışan şeyi bulduğumu sanmam, onunla gönenmemdir. Ya da (bu belki çok şaşırtıcıdır ama) birden çok eski çağlara uzanıp, Nefertiti'yi (bilmem niçin Nefertiti?) düşünüp, sana tarihte bir yer aramak istememden geliyordur bu. Kim bilir? Yoksa başka niçin seni böyle yıkıntılar, ölü kentler, ölü tarih içinde kurayım?


 V

Sunu

Böyle sizi resimlerden, ölü kentlerden bu 1980 kışının akşamüstlerine - indirdiğim zaman, neden bilmem, sizi, sizin o buğdaylar, uzun güzel otlar, ırmaklar tadındaki durgun, gizil beyazlığınızı anlatamayacağımı anlarım. Çocukluğumun karne notları gibi o hüzünlü güzelliğinizi siz sanki bu dünya yüzüne hiç çıkarmamışsınız gibi gelir bana. Bunun için de sizi hiçbir şeyle karşılaştıramam. Yine sizin korkunç beyazlığınıza olan o onmaz tutkumun nerden geldiğini bilemem. Belki bu benim yalnız, fukara büyümemdendir. Belki de benim gibi kara kuru bir çocuğun, umarsız İlhan Berk’in, kafasında beyazı (o dokunulmaz olan beyazı) olağanüstü büyütmesindendir. Ama ben onu nasıl büyütmezdim? Benim gençliğimi de (yatağını, kapalı, dökülen bir kadınla paylaştığım gençliğim!) zincirlere vuran hep o değil miydi? Yine belki de bu öylesine karanlık olan kimliğimi, 1918 yılının bir sabahı, hiçbir anlamı da olmasa, herkes gibi bir yerlere yazıp altını çizmememden, onu hiç anımsamamamdan, sonra da bu karanlık, acımasız, anlamsız dünyayı yok saymamdandır. Kim bilir? Bugün Orta-çağ yapıları gibi dökülen beni, sizin yirmi üç yaşınız böyle buldu işte!


Şimdi ne zamandır kapandığım koca bir dağın eteğinde, küçük bir dip odadan bunları size yazarken, benim yıllarca büyüttüğüm hep sizin o onmaz beyazlığınız olduğunu anlıyorum. Bunu bilemiyeceğiniz kadar da böyle bilmenizi isterdim.