.

.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

15 Eki 2020

Toprak çömlek hikayesi 1


 k ı r ı k

... sigara içerler. en çok sevdikleri, denizi örtmeye yaradığı için keten ipliğinden örülü perdelerle o küçük porselen vazolar bir de o sarı çamur çömlekti. ben o vazoları çin'den biliyorum, öyle tatlı hoşuma gidiyor belki de ondan. birinin üzerinden erkeğine karşı ağır, ipeksi giysilerinden soyunan, ince, büyük saçlı bir kadın var, lâcivert turuncu karışığı, nasıl zarif, nasıl hazır ve erkekcil. büyük yunus balıkları insanın aklından geçiveriyordu, derin denizlere istekle koşan büyük, erkek-dişi yunus balıkları. öteki hep kırmızıydı, sürekli, balıklı bir kırmızı. birbirine girişmiş iki üç gece vardı içinde, ışıltılı, suskun, iri yunusların uğramayacağı sığlıklarda ancak bulunabilecek bir suskunluk içinde. çömleği ise anlatamam. anlatılamaz zaten. yeri gelince duyuluverir.

ben hep gözlerinden uzağa götürürdüm onları bile bile. aramalarını bilmek beni sevindirir. bir zaman sonra yine yatağın, yatıldığında görülebilecek bir uzağına koyarlardı. onların bulunduğu ortamda sevişmek hoşlarına gidiyordu. ben kaldırıyordum, onlar oraya getiriyorlardı. aradıklarını bilmek beni hem sevindiriyor, hem katlanamıyorum. bir buna katlanamıyorum galiba. bu olmasa o kadar derinime inemez, beni o kadar çaresiz, o kadar yalnız bırakamaz bu sevişmeleri.


keten örgülü perdeleri denizi örtüyor onun için seviyorlar, biliyorum, söyledim. her şeylerini o kadar iyi biliyorum ki, kendi yaşadığımı sanıyorum. sevişirken deniz dağıtıyor onları sanıyorum, bir de açıklığına, gizlisizliğine katlanamıyorlar. hele yatağı nasıl seviyorlar kimbilir. loş odada, vazoların, çömleğin ülkelerinde, birinden öbürüne gidip gelerek, onlardan dağılıp yayılan tükenmez zamanda, damarsız, ince siyah bir ağaçtan, beyaz tentenelerin çevrelediği yatakta nasıl akıp gidiyorlar kimbilir. koyu vişne rengi örtünün serinliğine uzanıyorlar, donuk parıl bakır kırmızı sigara küllükleri, keten örgü perdelerle örtülmüş yakın bir deniz, uzak sokaklar ve içeri bırakılmayan o güneşler.

yataklar, bir yatan olmadıkça içlerinde hep bir hüzün verir insana. ama onlar bu hüzün içinde gitgide daha çok birbirlerine sarılmak isteğini, gereksinmesini, bundan kaçınılmazlığı duyarlar. yatakların yataklı hüzünlerin getirdiği yalnızlık kokusu, avunmak istemelerinin ateşini, doyuruculuğunu arttırır. yatağı doldururlar. yatağın karşısına düşen aynada, birbirlerinin bacaklarını, omuzlarını, göğüslerini, sıkı sıkı, istekle saran kollarını, utangaçlığı, bir orman uğultusunda, önüne durulmaz bir çavlan akıntısında, yitmiş birbirlerine borçlu gözlerini ister istemez, daha çok kaçamak isteklerle gördükçe, sevişmelerine küçük küçük günahlar da katılırmışçasına, sarsılırlar, tadları artar, deniz gitgide unuttukları bir şey olur. sonra o ormanaltı serinliğine vardılar mı, iki porselen vazoya, sarı çamur çömleğe bakarlar. birinin balıklar gibi diri, aç gençliği, öbürünün hiçbir şeyi umursamamak zorunda olan, geçmeye, tükenmeye yüz tutmuşluğun telâşındaki doymazlığı, erkek delicesine aradığı pürüzsüzlüğü, düzlüğü, tüysüzlüğü öbüründe bulur, doyar. öbür saatleri bekler. yanyana uzanır sigara içerler.

ama ben yekta, bunları neye kuruyorum. andıkça içlenmem, inlemem artıyor. şimdi bu odada oturmayı seviyorum. bu koltukta, hem de, bu resmin karşısında. eskiden bilmezdim bu resmin böyle güzel idiğini. bu mor lekeler beni dinlendiriyor sanki. akçaburgaz yalnızlığıma benziyor. gene vazolar yataklarına göre. belki de benim varlığımdır, benim varlığımdan önlerine duran engeldir onların istediklerini bileyip, önüne durulmaz, doyulmaz eden.

şimdi konukları var içeride. onun için, benim için neler söyleyecekler kimbilir. uzaklarında çok kalmasa.


y a n g ı n t o p l a n t ı s ı


faliha –aşkın o yalnızlığı ellerinde ağzında nasıl belli nasıl o giysileri hüzünlü balkonlara sığdıramıyor her gün görüyorum. işte evindeyiz eşyalarına bile sinmiş

rüksan –yalnız kalabilmek gitgide güçleşiyor eğer bu aşk ise imrenirim doğrusu ben örneğin ben deli örümcekler gibi yalnızlığa vurgun yeni geceler kuruyorum pencereleri nasıl kapıyorum görseniz suları sürüyorum ekinleri düşünüyorum horasanla örülmüş surlarca heryerlerim sımsıkı ama bir yerden yine sızıyorlar bir şehir bir elbise çarşısı bir öbek çiçek bir başkasının isteği yine sızıyorlar çaresiz kuşanıyorum başkalarını,

faliha –ama onun yalnızlığı başka ürkütücü midyeler gibi kapanıyor mutluluğa ister istemez...

neclâ –bana kalırsa bunun tek bir adı var evinde olduğumdan söylemeye dilim varmıyor utanıyorum.

faliha -...bu iki başlı aykırılık töreye tabiata bu gizlemek, bu gizlenen ilinti bir gün ağulayacak onu korkarım hem kimselere anlatamayınca mutluluğu eksik kalmıyor mu döküp saçamayınca pazarlara çıkaramayınca gözlerimde ağzımda götüremeyince dükkânlara yalnızlık mı demeli bilmem sürgün mü demeli yoksa o elleri ayıklayınca yatağından o duvarlara dönünce surlar gibi surlar gibi o rahatlığı bulanınca akmaz suların sizden yana değilim rüksan öyle sanıyorum

rüksan –ötesini umursamıyorum o şavkıma o güneşler balkıması o dilim dilim gemi ateşleri bir vursun yaşamama şehirleri bir bir bırakır gider gibi bir yeni dağlara ormanlara hayvanlara gider gibi kumlar gibi canlılar gibi öyle gibi bir bunu düşünüyorum işte bir bunu bir doyurgan yalnızlık geliyor aklıma yerimde duramıyorum

dağbaşı yalnızlığı değil sukenarı yalnızlığı değil bir şehir yalnızlığı, boşluğu, ancak istekle takılan gerdanlıklar gibi boyunda göğüste pırıl pırıl, bizi yiyen geliş gidişlere sokak gecelerine kötü aşklara karşı kuşanılmış bir yalnızlık, yeniden doğurganlığımızı hazırlayan hatırlatan kırgın belki ama gitgide bizi hem kendimize hem insanlara iteleyen bir yalnızlık gerisi tembellik diyorum belki belki yılgınlık kabullenmişlik daha iyisini bilememeklik bir parça bir bilsem aşktandır bu durulma bu yalnızlık ondaki bir bilebilsem kimdir nerdedir ölü müdür diri midir bir bilsem gider bulurum benim yalnızlığımı

faliha –tıpkı düşünemiyorum elimden gelmiyor ama size hak verebilmek sevindiriyor beni bir şeylerin usul usul avuttuğunu duyuyorum bir yel esiyor sanki ince bir akşamüstü yeli içli kır resimleri geliyor aklıma

neclâ –aman bırakın tanrı aşkına, hiçbirinizi anlamıyorum, ortada düpedüz bir aldatma var işte o kadar. ben asıl kocasını düşünüyorum. iyi dayanıyor doğrusu, talihli kadın yani. ama dedikodunun önünü almak mümkün değil elbet. herkes neler söylüyor, ben de ayıplıyorum doğrusu. aman çok hoş şey kardeş. hem nerdeyse gelir şimdi kapatalım.

adile –şu denizin uğultusu olmasa unuttuğum pek çok şey olacak bu saçlarıma üzülüyorum bazı günler oluyor yetmiyor yaşamama... soğuk bir şey içmez misiniz

şermin –ama bugünlerde çok iyi görünüyorsunuz adileciğim, üstelik pek mutlu bir haliniz var.

adile –öyleyse sevindim. ama mutlu olmamak için hiçbir gerek yok dünyada, siz de olabilirsiniz, biraz cesaret biraz da mutluluğu istemek yeter galiba, evet bu kadarı yeter, sevmekle elbet... "içeri girer girmez sezdim benden konuşulduğunu, anlıyorum niyetlerini, beni tedirgin etmek istiyorlar, kınamak istiyorlar kendi güçsüzlüklerinde bulamadıklarının yankısı var bende. ama bu kalabalık iyi bir fırsat, söyleyeceğim, söylemeliyim daha mutlu olmak için, bütün tadını duymalıyım söylemenin açığa vurmanın herkese herkese..."

ıslak omuzları ıslanmış saçları deniz güneşlerinde kuruturcasına yanarak soluyarak ama gen tadla yaradılışın o güzel gereğine uymak bir zamanlar bir tükenmez bayırda gitgide ölüyordu o küçük canlı çekirdek gitgide e tuz rüzgârlar nemli hava saldırgan ellerle bulunuyordu yüreklerle aranan ben o bayırdan dönmüş ekmek içtiğimiz sular dizlerimizdeki bu güç derimizdeki tad karşı koymak için kaçmak için değil alçacık durgun düzlüğümden el sallıyorum beni kınadığınız tepelereiyi baksanız bir gül olacak avuntum gözlerinizde iyi baksanız bir şaşmaz tüfek iyi baksanıza yolunu bilen bir coşkun beygir bunlar kandırmıyorsa yatın tavana uzun uzun bir coşkun beygir şerminciğim, o sarı delikanlıyı sevemediniz bir türlü ama iyi de gizlediniz. beni kınarken şimdi neler dışarı aklınızda acaba.

siz neclâ hanım, sizi günün birinde birden bırakıp giden belki de bıktığı için giden o güzel tatar evliı yüzünden kinlisiniz sevmeye, kocanız ne yapıyordu o zaman. kimselere duyurmadım sanıyorsanız öyle sanmayın artık.

suzan hanım, mehlika hanım bütün yanılmış kadınlar sizler sizler sizler hepiniz çok rahatım artık deniz akşamları gibi rahatım kötü rüzgârlara karşı koruyorum teknemi yaşlı teknemi ama iyi sevgili teknemi birinden aldığım bitkisel huzuru insanca öbürüne taşıyorum onda bulduğumu kadar bilseniz ona söylerim o güzel ben böyle öğrendimden bitkiler alakanat şen balıklardan böyle artık töreler değil örnek örnek örnek uçmak kendi kurduğum her şey beni mutlu ediyor umurumda değil başka hiçbir şey hiçbir şey bu gece de işte istekle onu bekliyorum


arapar ç a


Sevmek ve söylemek

Sonra iyilik gelir ister istemez

Bir orman buduyoruz uyanın farkına varın

Bir kasırgaya karşı duruyoruz

Bitkice değil şğphesiz tam insanca

Korkmayın dalgalardan yılmayın

Çekin kürekleri


Dünyanın En Güzel Arabistanı 45-46-47-48-49-50-51