.

.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

8 Şub 2012

12 Mart



Beni hayata bağlayan tek şey bu günlük. Onun için yazıyorum. Yazdıklarımı da okumuyorum. Annem okur korkusuyla defteri yatağımın altına koyuyorum. Çok düzgün bir yazıyla yazmaya çalışıyorum: buhranlı bir gencin karalamalarına benzememesi için. Fakat olmuyor. Sayfanın ortasına doğru yazım bozuluyor, titrekleşiyor. Ellerimin titremesine engel olamıyorum. Kendimden utanıyorum. Hiçbir işi sonuna getiremedim istediğim gibi.Yazmaktan sıkılınca, sayfaların kenarına, asık suratlı ya da mahzun bakışlı insanlar çiziyorum. Birbirlerine bakmayan yalnız insanlar. Resme kabiliyetim olduğunu söylerlerdi. Bazı insanlar tabii. Bazıları da, kendimi bir şey sandığımı, oysa daha doğru dürüst çizmeyi beceremediğimi söylerlerdi. Benim üzerimde hiçbir zaman anlaşamadılar. Oradan oraya sürüklediler beni. Üniversitede arka sırada oturur birşeyler çizerdim, birşeyler karalardım. Kimseye uzatmazdım çizdiklerimi. Olmazmış. Çizmek eylemi, kendini ortaya koymakmış. Buna hakkım yokmuş. Çevremde bir hava yaratmaya çalışıyormuşum. Anatomi de bilmiyormuşum. Başkalarının yanında bulununca saldırıdan kaçınmak imkânsız. Sınıf arkadaşlarımdan biri, gizlice almış karaladığım kâğıt parçalarından birini; bu işten anlayan, güvendiği birine götürmüş. Hemen yetiştirdi: bende çizgi esprisi yokmuş. Yok canım: böyle olmadı herhalde. Herhalde ben uyduruyorum. Ben de saldırıya karşı o kadar savunmasızdım ki. Bende çizgi esprisi yokmuş: bazen oluyor. Yatağımın altına girip defteri de kaçıramazsın ya; bu bakımdan rahatım.

Sinekler de eskisi kadar rahatsız etmiyor beni. Onlar da fazla uğraşmıyor benimle. Bu hareketsiz ve çevreye ilgisiz adamın üstüne çok konmuyorlar; ya da hemen uçup gidiyorlar. Belki de onlara ilgimi yitirdiğim için gücendiler bana. Duvarda, tavanda öldürdüğüm sivrisineklerin kan lekelerini sayıyorum. Ne hırsla öldürmüşüm zamanında; yapışıp kalmışlar. Bazı lekelerde yanılıyorum. Kalkıp bakıyorum: yuvarlak, koyu lekeler. Kim bilir ne? Eskiden bir sivrisineğin vızıltısı uyandırırdı beni. Havalar ısındığı halde, geceleri hiç vızıltı duymuyorum şimdi. Karanlıkta, uyumadan, tetikte onu beklediğim halde sivrisinekleri duymuyorum. Duyularım zayıflamış olmalı. Oysa bir ay öncesine kadar ne keskindi... Böyle olurmuş. Önce birden kuvvetlenir,sonra insanı bırakırmış; bir külçe gibi kalırmış insan. Eşyalara çarpıyorum yürürken. Karanlıkta yönümü tayin edemiyorum. Birden kendimi bir duvarın karşısında buluyorum: soğuk ve sert bir duvarın. Başımı çarparak dağılacağım korkusuyla duruyorum. Annemin çok değer verdiği bir sigara tablasını kırdım: robdöşambrımın eteğiyle. Başka zaman olsa çok kızardı. O kadar aldırışsız olmuşum ki robdöşambr diyorum. Ne bileyim ne demeli? Uzun hırka deseydim... Oblomov’un hırkası gibi. Sizlerle uğraşacak halim yok. Kimsenin okumayacağı bir günlük için bu zahmete giremem. Oda giysisi diye yazarım dünyaya ikinci gelişimde. Ne aptalmışım bir zamanlar: var olmayan kişileri alırdım karşıma; onların beni eleştirmelerine karşılık vermeye çalışırdım. Bunu yapıyorum çünkü... derdim. Öyle diyorsunuz ama... derdim. Benim asıl niyetimin ne olduğunu biliyor musunuz bakalım? diye azarlardım onları. Şimdi, bu küçüklüklerin üstüne çıktım. Kimseyle alışverişim yok. Yalnız, size iyilik olsun diye robe-de-chambre yazacağım. Biraz “sense of humour” kaldığını anlayın diye bende. Tolstoy, düşündüklerinizi yazmaya değer bulmuyorsanız yazmayın, diyor. Siz öyle bulamazsanız, gerçekten yazmaya değmezmiş. Tolstoy’a karşıyım. Yazıyorum. Bu, ancak beni ilgilendirir. Bu, beni ilgilendirir ancak. Hepsini birden dinledik zamanında ve hiçbirine yaranamadık. Eksik olsunlar artık. İlaçlara güvenerek iyileşme savaşına girmek, beni kendimden iğrendiriyor. Bir yandan, yaşamak istemediğimi düşünürken, bir yandan da günde üç kere gargara yapışım, aşağılık bir korkuyu belirtiyor. İlaçlarımı alıp banyoya kapanıyorum; bu iğrenç durumumu kimse görmesin diye kapıyı kilitliyorum. Doktorlarla alışverişi kestiğim için eczacıların tavsiyelerine uyuyorum. Onlar, insanın suratına kuşkuyla bakmıyorlar ve yakınmalarınızı sabırla dinliyorlar,sonunda eli boş çıkmıyorsunuz eczaneden. Organlarımı sırayla tedaviye başlıyorum: önce burnuma damla, sonra boğaz için gargara ve pastil; belirli yerlerime yakılar koyuyorum. Sinirlerimi gevşetmek için de her gün değişen haplar yutuyorum: bu konuda anlaşamıyor eczacılar. Çok farklı tavsiyelerde bulunuyorlar. Bende de kabahat var: sıkıntılarım her gün değişiyor. Her gün yeni hastalıklar buluyorum kendimde. Bu işleri, yazdığım kadar eğlenceli yapmadığımı söyleyebilirim.