.

.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

5 May 2012

Ben, Seküre



Kara, beyaz atının üzerinde, tam karsımdan geçerken ben niye! orada penceredeydim? Tam o anda, bir sezgiyle niye kepengi açmıstım da karlı nar dallarının arasından onu görünce öyle uzun uzun bakmıstım? Bunları size tam söyleyemem. Hayriye ile Ester'e ben haber saldım; Kara'nın oradan geçeceğini biliyordum elbette.

Nar ağacına bakan gömme dolaplı odaya, o ara, ben tek basıma sandıklardaki çarsaflara bakmak için çıkmıstım. Đçimden öyle geldiği için kepengi o an coskuyla bütün gücümle itince önce odaya günes doldu: Pencerede durdum ve Kara ile günesten gözlerim kamasır gibi göz göze geldim; çok güzeldi. Büyümüs, olgunlasmıs, gençliğindeki o sarsak sallantılı halini üzerinden atmıs da yakısıklı olmus. Bak Seküre, dedi yüreğim bana, Kara yalnızca yakısıklı değil, gözlerinin içine bak, yüreği çocuk gibi, ne kadar temiz, ne kadar yalnız. Evlen onunla. Ama ben ona tam tersini yazdığım bir mektup gönderdim.

Benden on iki yas büyük olmasına rağmen, ben on ikisindeyken, ondan daha yetiskin olduğumu bilirdim. O zamanlar karsımda bir erkek gibi dimdik durup, sunu yapacağım, bunu yapacağım, suradan atlayıp, buraya tırmanacağım diyeceğine, her seyden utanmıs olarak önündeki kitabın ve resmin içine gömülür, gizlenirdi. Sonra o da bana âsık oldu. Bir resim çizip askını ifade etti. Đkimiz de büyümüstük artık. On iki yasıma geldiğimde Kara'nın benim gözlerimin içine bakamadığını, sanki göz göze gelirsek bana âsık olduğunu anlayacağımdan korktuğunu sezdim. "Su fildisi saplı bıçağı verir misin?" derdi mesela, ama bıçağa bakardı da sonra gözünü kaldırıp benim gözümün içine bakamazdı. "Visne serbeti güzel mi?" diye sorarsam mesela, bani hepimizin ağzımız doluyken yaptığı gibi tatlı bir gülümseme, bir yüz ifadesiyle güzel olduğunu ifade edemezdi. Bir sağırla konusur gibi bütün gücüyle "Evet," diye bağırırdı. Çünkü korkudan suratıma bakamazdı. Çok güzeldim o zamanlar. Bütün erkekler, uzaktan, perdeler, kapılar ve kumasların kalabalığı arasından da olsa, bir kere beni görebilmis olanlar hemen âsık olurlardı bana. Bunları övünmek için değil, hikâyemi anlayın da kederimi paylasın diye söylüyorum. Herkesin bildiği Hüsrev ile Sirin'in hikâyesinde bir an vardır, Kara ile ben çok konusmustuk bunu. Hüsrev ile Sirin'i birbirlerine âsık etmeye niyetlidir Sapur. Bir gün, Sirin.nedimeleriyle birlikte kır gezintisine çıktığında, altlarında oturup dinlendikleri ağaçlardan birinin dalma Sapur gizlice Hüsrev'in resmini asar. Sirin yakısıklı Hüsrev'in o güzel bahçenin bir ağacına asılı resmim görünce âsık olur ona. Bu ânı, nakkasların dediği gibi bu meclisi, Sirin'in Hüsrev'in dala asılı resmine hayranlık ve saskınlıkla bakısını gösterir çok resim yapılmıstır. Kara babamla çalısırken pek çok kere görüp bir iki kere de baka baka istinsah etmisti bu resmi tam aynısı gibi. Sonra bana âsık olunca bir kere de kendi için yeniden yapmıs. Ama resimdeki Hüsrev ile Sirin'in yerine kendisiyle beni, Kara ile Seküre'yi resmetmis. Resimdeki kız ile erkeğin bizler olduğunu altındaki yazı olmasaydı bir tek ben anlayabilirdim, çünkü bazen sakalasırken beni ve kendini aynı hatlarla, renklerle resmederdi: Ben maviler içinde; kendisi de kırmızı olurdu. Bu yetmiyormus gibi, bir de Hüsrev'in ve Sirin'in resimlerinin altına adlarımızı yazmıstı. Resmi bir suç gibi, benim görebileceğim bir yere bırakmıs kaçmıstı. Resme bakısımı, ondan sonra ne yapacağımı seyrettiğini hatırlıyorum.


Sirin gibi ona âsık olamayacağımı çok iyi bildiğim için önce hiç renk vermedim. Tâ Uludağ'dan getirildiği söylenen buzlarla soğutulan visne suruplarıyla serinlemeye çalıstığımız o yaz gününün aksamı, Kara evine döndükten sonra, onun bana ilam ask ettiğini babama söyledim. Kara o zamanlar medreseden yeni çıkmıstı. Kenar mahallelerde müderrislik ediyor, kendi isteğinden çok babamın zorlamasıyla pek güçlü, pek itibarlı olan Naim Pasa'ya intisap etmeye çalısıyordu. Babama göre aklı bir karıs havadaydı. Naim Pasa'nın yanına girebilmesi, en azından bir katiplikle ise baslayabilmesi için dertlenen ve Kara'nın da bunun için pek bir sey yapmadığını, yani akılsızlık ettiğini söyleyen babam, o aksam bizi kastederek, "Gözü çok daha yukarılardaymıs meğer fakir yeğenin," demisti. Anneme aldırmayarak, söyle de demisti: "Sandığımızdan da akıllıymıs meğer." Ondan sonraki günlerde babam neler yaptı, ben Kara'dan nasıl uzak durdum, önce evimizden, sonra bütün bütün semtimizden; ayağı nasıl kesildi, bütün bunları kederle hatırlıyorum, ama size anlatmak istemiyorum: Babamı ve beni sevmezsiniz diye. Đnanın bana, baska çaremiz yoktu. Umutsuz ask umutsuz olduğunu anlar, kural tanımaz gönül dünyanın kaç bucak olduğunu kavrar da böyle zamanlarda makul insanlar kibarca "bizi birbirimize uygun bulmadılar" diyerek kısa keserler ya haklı olarak: Öyleydi iste. Annemin birkaç kere "Bari çocuğun kalbini kırmayın," dediğini hatırlatayım. Annemin çocuk dediği Kara yirmi dört, ben ise onun yarı yasındaydım. Babam Kara'nın ask ilanını küstahça bulduğu için annemin ricasını kasten yerine getirmemis de olabilir.

İstanbul'dan gittiği haberini aldığımızda onu büsbütün unutmadıysak bile gönlümüzden tamamen çıkarmıstık. Yıllarca hiçbir sehirden haberini de almadığımız için, yapıp da bana gösterdiği resmi çocukluk hatıralarımızın ve çocukça arkadaslığımızın bir nisanesi olarak saklamamın yerinde olduğunu düsünmüsümdür. Önceleri babam, sonraları da savasçı kocam resmi bulup huzursuz olmasın, kıskanmasın diye altındaki Seküre ile Kara kelimelerinin üstünü babamın Hasan Pasa mürekkebi sanki damlamıs da damladan çiçekler yapılmıs gibi ustaca örtmüstüm. Bugün ona o resmi geri yolladığıma göre, aranızda pencerede onun karsısına çıkıvermis olmamı benim aleyhime yorumlamaya çalısanlar varsa, belki biraz utanır, belki biraz düsünürler.

Onun karsısına on iki yıl sonra birdenbire çıktıktan sonra orada, pencerenin önünde, aksam günesinin kızıl ısıkları içinde bir süre kaldım da, bahçenin bu ısıkta hafifçe kırmızımsı bir renge, turunç rengine bürünüsüne, iyice üsüyene kadar hayranlıkla baktım Hiç rüzgâr yoktu. Sokaktan geçen biri ya da babam beni açık pencerede görseydi, ya da Kara atıyla geri dönüp önümden geçseydi ne derlerdi umurumda değildi. Haftada bir güle oynaya hamama gittiğim Ziver Pasa'nın kızlarından o hem sürekli gülen, eğlenen, hem de en olmadık zamanda en sasırtıcı lafı eden Mesrure bir keresinde, hiçbir zaman tam ne düsündüğünü insanın kendisinin bile bilemeyeceğini söylemisti bana. Ben söyle düsünürüm: Bazen bir sey söylüyorum, onu düsünmüs olduğumu söylerken anlıyorum, ama anladığını vakit tam tersim inançla düsünüyorum.

Benim Adım Kırmızı / Orhan Pamuk