.

.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

26 Ara 2013

Neden ben de sizin gibi olamıyorum?


Anahtarı kilide soktu.

 Birden kendi kapısını kapamadığı aklına geldi. Hırsız girse bile kitapları çalmazdı. Ötekiler umurunda değildi. Kapıyı itti. Yağlıboya kokan, bildik, ılık bir yel çarptı yüzüne. Kâğıtları aldı. Koyu karanlıkta ağır ağır belleğindeki masaya yürüdü. Eski yerindeydi. Elindekileri üstüne koydu. Işığı uyaracak düğmeyi bulmak için bir kibrit çaktı. Parmakları çöpü güç tutuyordu. Işık yanınca çevresine baktı. "Bir değişiklik var burda." Sedir, masa, sandalyeler; soba, radyo, duvarlarda asılı resimler, sehpa hep bildiği yerlerindeydiler. Yalnız sehpanın üstü örtülüydü. Gitti sobaya baktı: Dibinde köz var. "Buradaymış bugün." İçine iki kürek kömür attı. Perdeleri kapadı. Eskiden bu kara perdelere baktıkça karartma kalıntısı diye düşünürdü. "Değişen eşyanın dostluğu." Musluğun üstündeki cam raftan bir bardak aldı. İki şişeyi de açtı. Elma, portakal soydu. "Onsuz ilk defa görüyorum burayı. Ya o, sarı bıyıklı oğlanla mı?" Sedirin, masanın kaygısızlığı arasında tedirgin, bardağı doldurdu; içti. Şişenin biri bitince kalktı, pikabı işletti. Piyano özlediği ezgilere başladı. Sedire oturdu.
           
Artık dış dünyanın sesleri duyulmuyor. Her şey kendi içinde oluyor. Bir gün bu ışıklı kıyıda, pırıl pırıl kumların üstünde durmuş muydu? Ya bu tanıyamadığı, sokaklarında güleç yüzlü insanlar dolaşan şehir nerde? Sonra yine o pırıl pırıl kıyı... Arkasından biri, 'Ben de varım' diyor. Ah, o birisi...

Piyano birden sustu. Gözlerini açtı. Kapalı camlar ardındaki gerçek şehrin keskinliğini yitirmiş seslerini yeniden duydu. Gitti pikabın düğmesini çevirdi. Sonra orta yerde duran sehpanın üstünden örtüyü çekti aldı. Odaya girdi gireli üstü örtülü tuvalde göreceği şeyi merak ediyordu. Boşsa oturup o gelinceye dek bekleyecekti. Oysa önünde bitmemiş bir resim duruyordu. O buna çalışırken belki sarı bıyıklı oğlan sedirdeydi. Gırtlağına bir şey tıkanmış gibiydi. Uzandı şarap bardağını aldı. "Neye yarar bu?" içmeden bıraktı bardağı. Bir kâğıt parçasına "Yılbaşı kötü geçti. Payını bırakıyorum," diye yazdı. Masaya, şarap şişesinin yanına koydu. Duvardaki düğmeye doğru yürüdü. Tam çevirecekken döndü. Yazdığı kâğıdı alıp sobaya attı. "Alçak!" dedi kendi kendine; "Bıraktıkların yetmiyormuş gibi bir de kağıt karalıyorsun. Oysa bu işin bittiğini biliyorsun. Buraya bir kere gelmen gerekti. Ya yeniden başlayacaktı, ya bitecekti.

İşte geldin, bitti. Hep onu bulursun diye korkuyordun, değil mi? Kıskanıyor musun? Durmadan seni mi düşünecekti ha, kendini beğenmiş?" Şişede kalan şarabı lavaboya döktü. Masadaki kalıntıları kâğıtlara topladı. İzini silmeye çalışıyordu ama faydasızdı, onun bu odaya girdiği belliydi. Işığı söndürdü. Çıktı. Kapıyı kilitleyip dönünce birden üstüne keskin bir ışık düştü. Yüreği çarptı. "O mu?"

— Ne yapıyorsun orda?
Anladı. Işığın arkasını göremiyordu ama seste bir katılık vardı. İkinci kattaki yarı çıplak kadın haber vermiş olacaktı. Yoksa beklediği bu polis miydi? Anahtarı gösterdi.
— Kapıyı kilitledim, dedi. Atölyenin sahibi arkadaşımdır. Yılbaşını birlikte geçirelim diye gelmiştim. Bekledim; gelmedi. Gidiyordum.
— Kâğıtlarda ne var?
— Kalıntılar bunlar. Süprüntü. Çöp tenekesine atacaktım.
— Bırak yere de aç.
Kâğıtları önüne koydu, yırttı. Işık indi. Kar parlıyordu. İki boş şişe, ekmek, peynir, salam parçaları, yemiş kabukları, soyulmadık portakallar, elmalar... Işık kalktı.
— Pekâlâ. Gidebilirsin.
Seste bir yumuşama vardı. Kâğıtları toplamak için eğildi.
— Bırak onları. Kalsın.
— Kapının önünde...
— Bırak dedik ya. Sen git. Ben atarım onları.

Yürüdü. "Yoksa? Olur mu? Portakalları..." Merdivenleri ağır ağır indi. İkinci kattaki kapı kapalıydı.

Dışarda çiğnenmemiş kar, üstüne bastıkça gıcırdıyordu. Kitapçının köşesinden tenha caddeye dönerken içinde bir boşluk vardı. Saatine baktı: Ona geliyordu. "Nereye gideceğim? Keşke polis kuşkulanıp karakola götürseydi beni. Değişik bir gece olurdu. Belki onu da bulup getirirlerdi. Birlikte çıkardık. Sonra, sıkıntı. O bitti. Haset'te kitap arayacağım. Niye koşuyorsun? Davete geç mi kaldınız? Her zaman geç kalanlar bulunur. Hindi dolması daha bitmemiştir. Bu gece insanların hindi yemesi gerekir. Bulamayanlar üzülür. Yılbaşı hindisi... Ooooo! Eğlenmek de zorunludur bu gece. Sinemalar, tiyatrolar, barlar doludur. Evlerde toplantılar vardır. Küçük bir toplantı demişti avukat. Göz kırpmıştı.

'Neydi o yılbaşı gecesi donattığımız masa. Şu Mehmet bey ne şakacı adam. Kırdı geçirdi bizi. Ama karısı... Sorma kardeş.' Küçük kumarlarınız vardır. On kuruşluk tombalalar. Şimdi kim bilir kaç evde, kim bilir kaç kadının 'Aman ayol, bu ne kötü şans böyle,' sözüne karşılık kim bilir kaç erkek 'Üzülmeyin; kumarda kaybeden aşkta kazanır,' diyordur. Kim bilir kaç erkek de acele edip bu sözü ondan önce söyleyemediler diye onu kıskanıyordur. Biliyorum sizi. Küçük sürtünmelerle yetinirsiniz. Büyüklerinden korkarsınız. Akşamları elinizde paketlerle dönersiniz. Sizi bekleyenler vardır. Rahatsınız. Hem ne kolay rahatlıyorsunuz. İçinizde boşluklar yok. Neden ben de sizin gibi olamıyorum? Bir ben miyim düşünen? Bir ben miyim yalnız?" Yanından geçen kadına döndü:

— Merhaba, dedi.

Aylak Adam / Yusuf Atılgan