.

.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

2 Şub 2014

Sevmek Gerçekten Olanaklı mı?



Sevmek, gerçekten olanaklı mı?

Aşk, yanılsamaların en şehevisidir, çocuğum. Şimdi iyi kulak ver bana: Sevmek, sahiplenmekten başka bir anlam taşımaz.

Peki, seven biri, bu sevgisinin sonucunda neyi sahiplenecektir? Bir bedeni mi? Ona gerçekten sahip olması için onun oluşum ögelerini kendisinin kılması, onu yemesi, kendi bedenine dönüştürmesi gerekmiyor mu?… Bu olanaksız eylem gerçekleştirilse bile, bu ne kadar sürebilir ki? Baksana, bedenlerimiz hep aynı kalmıyor, başkalaşıma uğruyor. Üstelik, gel bakalım bedenimizin mülkiyeti bize mi ait (yalnızca duyularına sahibiz bedenimizin)? Hem, karşımızdakinin bedenine bu yolla sahip olduğumuzu farz etsek bile, o artık bizim kendi bedenimizleşeceğinden, yani başkasının olması artık son bulacağından, aşk için gerekli bir koşul olan öteki varlık ortadan kaybolacak, böylece aşk da yitip gidecektir.

Ya ruha sahip olmaktan söz edebilir miyiz?
Sessizce dinle beni: Bu da olanaklı değil, kendi ruhumuz dediğimiz şey bile bizim değilken, başkasının ruhuna nasıl sahip olabiliriz?

Neyi sahiplenebiliriz, nedir sahip olduğumuz? Sevmeye yol açan etken ne? Güzellik mi? İyi de, severek, sevmekle sahip olabiliyor muyuz ona? Aşk konusunda nedir bizi gerçekten yönlendiren? Doğrusu ne beden, ne ruh, ne de güzellik. Güzel bir bedeni sahiplenmek, güzelliği de sahiplenmeyi değil; birtakım hücreleri, yağı, eti sahiplenmeyi içerir. Birini öptüğümüzde, bu öpüş onun ağzının güzelliğine değil, yalnızca ve yalnızca o narin dudakların nemli etine ulaşabilir, değebilir. Hatta cinsel birleşme bile, bir bedenin öbürüne gerçekten nüfuzunu sağlamak şöyle dursun, bir ilgilenimden, bir sürtünmeden, yakın bir ilişkiden öteye geçemez…

 Nedir sahip olduğumuz, neyi sahiplenebiliriz?

Duygularımıza, hiç değilse onlara sahip olmaktan da mı söz edemeyiz? Aşk, birbirimizi, kendi kendimizi, bari duygularımızda sahiplenmek için bir yol olamaz mı? Şöyle de düşünebiliriz: Aşk, birbirimizi apaçık düşlememizin bir yolu, bu durumda da, böylesi bir varoluş düşü değil mi en azından? Bir duygu silindiğinde anısı her zaman bizimle kalır ve bu bakımdan bir sahiplenişten söz edebiliriz hiç değilse…

Gel, bu yanılsamadan da vazgeçelim. Duyumlarımız da bizim mülkiyetimiz değil işte. Yoo, hemen aksi bir şey söylemeye kalkışma! Dahası, bellek geçmişe ilişkin bir duyumdur. Ve yanılsamadır bütün duygular.

Dinle beni, dinle. Şu, pencereden nehrin öbür yakasındaki düzlüğe ya da günbatımına bakıp durmayı da kes artık. Belirsiz mesafeleri boylu boyunca kesen tren düdüğüne kulak vermeyi de bırak ve sessizlik içinde beni dinle.

(Yan yatmış bir semaver, üzerimize vuruyor günün son ışıkları, yüzüyor narin narin içinde saatler, gül yaprakları.)
 

* Fernando Pessoa, The Book of Disquiet, tr.Alfred Mac Adam, Exact Change, Boston, 1998, s.191.