.

.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

24 Mar 2014

Kimsenin renkleri gördüğü yoktu.



Ne zamandı, kimseler tam bilmiyor, ama toprağın üstlerine ince bir torba geçirilmişti. Göğün hemen altında serilmiş, sınırlardaki son ağaçların kalın köklerine sıkıca kıstırılmıştı. Seyrek dokulu, nerdeyse saydam bir bir örtüydü, dışarının görülürlüğünü kısıtlamıyordu, çağdaştı, uygardı, ne var ki ona değip süzülen ışıkta, bütün renkler bulanıklaşıyor, parlaklıklarını yitiriyor, sonunda tek düze bir bozlukta, tiz bir alacakaranlıkta donuyordu. İnsanların yüreklerinin daralması, boğazlarının sık sık düğümlenmesi bu yüzdendi.

Dışarda kalan gökyüzü, belki yine masmavi, güneşliydi. Eskiden olduğu gibi. Bir yerlerde çingeneler, eski çağlardan bu yana yaptıkları gibi, alacalı çergilerini kentten kente taşıyorlardı.

Kadınlar, parlak yeşiller, derin maviler, kayısılar sürünüyorlardı yine.

Belki çocukların resim defterlerindeki uzak adalar yine uçuk mordu, güneş yine kocaman ve turuncuydu, çayırlar yine al gelinciklerle doluydu.

Sokaklarda plastik eşya satıcıları -rüzgar cambazları- arabalarına ustaca yerleştirdikleri oynak kovaları, bidonları, boy boy tasları, tel sepetleri, renkli topları, savrulan fırdöndüleri yokuşlardan iniyor, yokuşlar aşıyor, kentlerin, kasabaların kuytularına bir uçurtmanın renklerini püskürtüyorlardı.

Kimsenin renkleri gördüğü yoktu.

Günışığında ya da geceyarısı, sokaklara uğrayıp soluk almaya çalışanlar, paçaları, etekleri çamurlara bulanmış asık yüzlü insanlar, eskimiş dış görünüşleri, boşalmış yürekleriyle bir zaman kendilerinin olan yorgun kalıplarını güçlükle sürüklüyorlardı.

Akşamları, iş dönüşü, erkekler, yumruk beresi morunda ezik laleler, ölü dudağı kızılından kuzgun kılıçları, camgöbeği aşılarla renk değişimine uğramış kağıtımsı karanfiller götürüyorlardı sevdiklerine. Bitimsiz, alacakaranlıkta, çiçek sanıyorlardı ellerindeki yükü.

Pencerelerde onları bekleyenler oluyordu o saatte. Okul dönüşleri, kızlarını oğlanlarını bekleyen analar, geç saatlerde bu nöbeti babalara devrediyorlardı. O arada, balkonlarda, pencerelerde suskun duruyor, birbirleriyle konuşmaktan bile kaçınıyorlardı.

Çünkü alanların duvarlarında, geçitlerde, köprülerde, apartman aralıklarında, taraçalarda, bahçelerde, ağaçlıklarda, otellerin girişlerinde, fabrikalarda, aydınlık yazıhanelerde, tozlu devlet kurumlarında kol geziyordu ölüm. Yazılı ölümle gerçek ölüm, gündüz-gece nöbetini bölüşmüşlerdi. Yüzleri ve kimlikleri belirsizdi.

Kentlerde kimseler birbirini tanımıyordu. O güne kadar tanımayı pek düşünmemişlerdi, ama artık önemliydi; tanınmayanlar kuşkuyla süzülüyordu. Bıyıktan, saçın taranış biçiminden, kısalığından ya da uzunluğundan, giyiniş özelliklerinden, bir düşmanlık, bir dostluk belirtisi çıkarılmaya çalışılıyordu. Her yerde; dolmuş motorlarında, arabalarda, kamyonlarda, otobüslerde, uçaklarda.

Raylara gelişigüzel atılmış bir pamuk paketi, apartman aralığına bırakılmış bir gazete tomarı, biraz sonra patlayacak bir bombayı anımsatıyordu. Yıllardır cepleri ısıtan sigara paketlerinde kötü belirtgeler, eski söylenceler aranıyordu: kurt kulakları, gamalı haçlar, orak çekiçler.

Kentleri, kimliği belirsiz kişiler tuttuğundan başka hiçbirşey bilinmiyordu artık. Fısıltıların, söylentilerinin, haberlerin gerdiği kalın umutsuzluk ağından korkanlar(birileri gidiyor, dönmüyordu; birileri ölüyor, bulunmuyordu), don vurmasından korkan ser çiçeklerinin telaşıyla, kendilerine düşen bölümüyle yetinmeyip torbaya sıkı sıkı yapışıyor, onu çekiştirip duruyorlardı. Ne de olsa çağdaş bir torbaydı bu, güneşin kızgın ışınlarını, bir süredir gökten yağan çamuru ince bir elekten geçiriyor, daha damıtık bir çamur, daha incelmiş bir ışın sunuyordu.

Torbanın böyle iyice gerilmesinden pek ürkmeyenler de vardı. Yaşananların gerçek yaşama uymadığına, hiçbir zaman uymayacağına inanlarlar. Dokusu ve boyutları çağdan çağa değişse de özü hep aynı kalan bu torbanın patlaması sonucunda renklerin eski parlaklığına, seslerin eski tınılarına kavuşacağına inananlar.

Gelgelelim, torbanın etkisiyle düşünceler de çarpılıyordu bir süre sonra. Torbanın, uyuza, sıtmaya, tifoya, uzak illerde koleraya, büyük kentlerde kalp yetmezliğine yol açtığı söyleniyordu. Damarları sertleştiriyormuş, yürekleri çürütüyormuş, gerçekleri silip yerine yanılsamalar yerleştiriyormuş. Ortaçağların ilkel hastalıklarıyla, salgınlarıyla, yeni çağların kanserini el ele çalıştıracak güçteymiş. Deniliyordu. Korkuluyordu.

Belki de o yüzden havada asılı kalıyordu sözcükler, bir yere ulaşmadan yok oluyordu.

Sabahları yataktan kolay kalkılamıyor, akşamları sofralarda uzun süre oturulamıyordu. Bir gazete haberi, bir fotoğraf, yaşamayı haksız kılmaya yetiyordu.

Sevişmenin sonunda, büyük can boşluğuna düşmeden önce kalakalıyordu sevgililer.

Anaların çocuklarını okşayan ellerinde korku okunuyordu.

Kimse, bir gün sonrayı bilemiyordu.

Öldürlenler, pusuya düşürülenler, kaçırılanlar, kan davası güdenler, soyanlarla soyulanlar ve bekçilerle veznedarlar, basılı kağıda geçtikten hemen sonra gerçekliklerini yitiriyorlardı. Yaşanılan acılar, büyük bir hızla simgesel acılara, okunulan, düşünülen, yazılan acılara dönüşüyordu. Toplu bir sanrı gibiydi, olamazdı, bir sürçmeydi sanki. (Şu öykü bir başka şeyin simgesiydi sözgelimi, masal mıydı neydi? Öylesine kaçılıyordu.)

En sonunda, iletilmeyen sözcüklerin küfünden, akan kanlardan, yıllardır dışarı sızdırılmayan işkence çığlıklarından, duvarlardaki aşı boyası yazılardan bir salgın yayıldı kente. Çamur yağdı, pusu koyulaştırdı.

Derken, güneş açtı bir gün.

Çamur birikintilerini kuruttu, renklere canlılık, yüreklere açıklık bağışladı.

Tutuklu, iki jandarmanın arasında yürüyordu. Elleri kelepçeliydi.Solmuş bir kot pantolon vardı üstünde. Ayaklarında çamurlu çizmeler. Kemerinden taşan adamlı gömleğiyle fanilası, alelacele hazırlandığı, bu yolculuğa birden bire çıktığı izlenimini uyandırıyordu.

Dalgındı, ama her gün geçerken tökezlediği bu taşları bozuk yolda, bugün özellikle tökezlememeye çalıştığı belliydi. Gerçeği gözleriyle görmesine az kalmıştı. On-onbeş metre sonra jandarma kışlasına varacaklardı. Tutuklu, kendisine bağışlanan bu kısacık sürede, gerçekle yüz yüze geliş denen o kutlu olayı, kendi değerlerine tıpatıp uyan bir törenle kutlamaya hazırlıyordu içini.

Az kalmıştı.

Şu duvarlara, epeski yıkıntılara, saraylara, ağaçlara baktıkça. Devraldıklarının, yaşadıklarının ve geleceğe aktardıklarının ödentisini vermeye hazır birinin cömertliğiyle yürüdükçe.

Adımlarını kesinliğe, kaçınılmazlığa doğru ilerledikçe. Önünde korku uçurumları açılmıyor değildi. Ama her uçurumu her atlayışında o adamının anlamını daha iyi kavrıyordu.

Kimler geçmemişti ki buralardan?

Buralardan çürük kokusu alınan kıyıdaki şu hareli deniz, şu günlük yaşama karışmış görünen deniz, ne cesetler sürüyüp götürmüş, kuyulardan, zindanlardan gizlice atılmış ne ölümleri kendine katmış, tortulanmış, ağır ağır akmaya alışmıştı. Yüzyıllardır.

Beş-on adım kalmıştı.

Tutuklu, yüreğinin bir yanıyla geriye, tepelerde, bir yokuşun başında bıraktığı evine koştu:

"Yeterince para var mı acaba?"

"Kimden borç alabilir?"

"Çamaşırlarımı ne zaman değiştirmişim?"

O, sessizce sorduğu sorularınyanıtlarını arayadursun, biraz sonra demir bir kapı, bu güneşli günü, yıkıntılar, ahşap evler, eski çınarlar, konak yavruları ve saraylarla dolu bu yolu ve taşlaradn yükselen buğuyu, kara bir leke gibi örtüverecekti.

Sağındaki jandarmadan bir cigara istedi o zaman. Jandarma, çocuk yüzlü, genç irisi bir delikanlıydı. Neler düşündüğünü kimse bilmiyor; belki yalnızca tutukluyla birlikte yürüdüğü bu yolu düşünmüştü. Ama hayır demedi, yaktığı cigarayı tutuklunun dudakları arasına sıkıştırdı.

Tutuklu, geniş, doyurucu dumanı tutkuyla içine çekti, tam kapıdan girecekken bir daha döndü güne doğru.

Bir otobüs geçiyordu.

Cam kenarında, babasının kucağında oturan oğlan, o kısa geçiş anında, kendisini görmeyen tutukluyu gördü, zaten biraz önce yol tıkandığında başlamıştı onu izlemeye. Çocuğun yüzünde sağır-dilsizlere özgü o uysal, anlamsız iyilik. Ağzı yarı aralık. Anlamlı bir sözcüğü söktüğü ilk günden bu yana kimseye soru sormasına izin verilmediği, hiçbir soruyla karşılaşmadığı için olağan sayılabilir suskunluğu.

Otobüs sarsıldıkça, durup durup ilerledikçe, çocuk abartılmış bir biçimde sallanıyor, babasını gizliden tedirgin etmenin tadını paylaşmak için anasına bir göz atıyordu.

Yanıbaşında uyuklayan anası, bu yaşama hilelerini unutmuş gibiydi. Başını yana eğmişti, yüzü görünmüyordu. Kınalı, şişkin, iş gören parmaklarını öndeki koltuğun demirine geçirmiş, uykuya tutunmuştu sıkı sıkı.Uyandırılamazdı.

Baba, her sarsıntıda, her duruşta, her kalkışta, ellerini beceriksizce oğlunun omuz başlarında gezdiriyordu. Okşamaya değil, tespih çekmeye alışkındı parmakları. Gözleri, dalgın bir saldırganlıkla ötelere, dışarıya bakıyordu. Çember sakallıydı, ön dişlerinden biri çürüktü, yaşı belli değildi. Doğduğu gün, bu yaştaydı sanki.

Oğlunu okşarken, kendisine atalarının devrettiği çok gizli bir sözleşmenin koşullarını yerine getiriyordu. Yine de tetikteydi.

Otobüsün yolcuları, içlerinden konuşmayı sürdürüyorlardı.

Fötr şapkalı, elleri karaciğer lekeleriyle kaplı bir işadamı:

-Anarşistin biri olmalı, dedi içinden, tutukluyu görünce.

Taşıdığı kitaplara renkli bir karak geçirmiş üniversiteli:

-Evinde yasak kitap bulmuşlardır garanti, dedi içinden. Sonra, fötr şapkalıyı öfkeyle süzdü. Fötrlünün yüzündeki hıncı okuyan ana:

-Yazık, dedi, çok da genç.

Ama bunları içinden söylediğinden, üniversiteliyi mi, tutukluyu mu demek istediği anlaşılmadı.

İzninin tadını çıkarmaya çalışan er, en arkada, geniş pencerelerden izliyordu kenti, geri geri giderek.

-Belki de asker kaçağıdır, dedi, burası jandarma kışlası.


Tutuklu, tam o sırada kışlanın kapısından giriyordu. Döndü, derin, doyurucu dumanı tutkuyla içine çekti.

-Ağabeye bak! diye haykırdı çocuk ansızın.

Otobüstekiler, bir yerde bir bomba patlamışçasına yerlerinden fırladılar. Sessizlik bozulmuştu.

Baba, yaşadığı onca yılın kirini tırnaklarında barındıran kıllı ellerini oğlunun yüzüne indirdi.Ceketinden tutup silkeledi onu. Sonra karanlık kollarının arasına kıstırdı.

Babayla oğul arasındaki tek bağı oluşturan ceket, o anda açığa çıktı. Aynı kumaştandı. Pantolonu artık eskimiş, bez edilmiş, unutulmuş bir ceketti. Babanın ceketinin kumaşından artırılıp oğluna dikilmiş, uydurma bir ceketti. Ama dokusu seyrelmişti artık. eski koyuluğu kalmamıştı.



Tomris Uyar / Yürekte Bukağı