.

.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

26 Eyl 2020

Düşünüyorum,öyleyse yokum tamam mı?

 


Biraz da Ağla Descartes

Kırk yıl öncesinin İstanbul'unda yürüyorum. İstiklal Caddesi ola ki, bu da o yatır, al çaputlarla donanmış, kısır adakçıların gözlerinde birer elif çekili titrek mum ışıklarından, ama ortalık aydınlık daha? O sokağa bakmadan geçmeli, adı değiştirilmiş bile olsa, sen bakma o sokağa; o sokak yok, hiç olmamış değil, beton yığınlarının altına gömük, ölü belki, ama var, dönüp bakma, kork, korkuyorsun zaten. Bak tramvaylar sökün etti. Çan sesleri kısık vurgulu, hüzne sarılı, aralıklı, yumuşak. Işıltılı raylar üstünde demir tekerleklerin kırık tıkırtısını duyuyor musun? Ulan ihtiyar! Çağımın uyarısıdır, öfkelenme, unut çabuk, aksayan ayağını sürükleyerek uzaklaş, ezileceksin. Aylardan Mayıs. Havaya atılı bir tembel bulut kıpırtısız, doğal ak oluşu, bir uçmaz martı kanatları açık, çerçevesinde. Leylak kokulu rüzgârını çek sörpük ciğerlerine bari. Vatmanın şapkası yuvarlak, şeridi sarı, kocaman siperliği, ne güzel! Güzelin nesi güzel? Bir gün yanıt arayacaksan sinirlenmeden sor. Danielle Darrieux-Charles Boyer ikilisinin arkasında alt dudağı sarkık, soğuk bir Jean Gabin. Kurşuna Dizilecek Sabah. Bakıyorlar eğreti geleceklerine, pembeye boğulmuş dev afişlerinden. Maginot Geçilmez, Niçevo mu yoksa? Bilmem, ne önemi var, tüm İstanbul Emmanuelle altıncı hafta şimdi. Vatmanın arkasındaydın, kendini anımsat, yaşamıyorsan bile, giysilerini değiştirme, kamburunu düzelt, on yedi'lerin ince boynunu dikleştir, kemikliğine bürün, gördün beni hadi el salla, istersen ben sallayayım alınsızlığına, trampet şapkanı geriye iterek üç numara tıraşlı söbü kafanı kaşı, prina sabunuyla yıkanmış, Cogito Ergo Sum de bir daha unutmadıysan, kokusuz ince terini sil, poker-play'dir yumuşak tüylü yanaklarımızda gezinen, Ay'a gidilemeyeceği kesindir.

        Neden gülüyorsun çocuk? Sana da gülünür elbet bir gün. Hangisi mi Descartes? Şu, arkadaki çatık kaşlı, seçebiliyor musun sımsıkı ağzını? Bu da ben, ay suratlı, beğenisi biçimli parmaklarına dönük. Klik! Atlarken durdur havada, klik! atlayacak, bırak atlasın, atlat, atladı, bak yanyana yürüyoruz ağır çekim uzayda, bilincin boşluğunu adımlayarak, özü değişmiyor adımlamaların, anlamıyorsun. Klik! duralım, durduk.

        “Yahu palaskasız, sokakta, amma tuhaf. Çıplakmışım gibi. Belimi yoklayıp duruyorum. Dağıtsalardı şunları bir an önce.”

        “İki defa çevrildim.”

        “Bana kimse sormadı.”

        “Saçma. Açıklayarak mı dolaşacağız adımbaşı. Zor bıraktılar.”

        “Aldırma. Sinemaya gidelim. Sever misin Darrieux'yü” -Duy, çizgi kaşlarını kaldır, en sevilgen cilveni kullanarak. Yoksa ölü müsün artık, niye öldürüldün ölmedinse?-

        “Boş ver. Kart biriktirmem ben. Çocuk işi. Görürdüm mütalaada. Ağzı açık bakar dururdunuz. Pilot olacakmış adaşın ha? Bir kere boyu tutmaz.”

        “Ölçtün mü?”

        “O karının beli de bir dairedir, çapı değişikmiş ne olacak?”

        Yatır'ın köşesinden sapılan o sokaktan geçmedim hiç. -Cumbalı evlerin kararmış tahta kapılarında dikdörtgen, demir çubuklu birer küçük pencere. İçten mandallı. Kapı sekilerinde sövgü. Teneke leğen. İlaçlı su, ibrik, çatlak ayna, marsık kokulu mangal, bulantı, ter, pişmanlık. Bu odalardan kaçtım çok.- Oysa, soylu bir kara kısrak yelesi, oluklu bir kasap bıçağının parlak kabzası direkte. Okundu, bakışıldı, meraklı. Lacivert giysileri boydan boya düğmeli. Anladık, ilgilendirmiyor seni, boşalt şu suskun kalabalığı torbasından. Kurguları bitene dek bel kırıp doğrulsunlar, ama biliyorum sen şu duyarlı deniz anasını da rıhtıma alacaksın, üstüne tuz dökeceksin, öldüreceksin.

        “Demek buradaymış. Bilerek geldiğimi sanmıyorsun ya? Sen?”

        “Beni ilgilendirmiyor. Rastlantı.”

        “Yahu sen... çok safsın galiba.”

        “Hadi sor sor kızmam.” -Esmerliği renk değiştirmeyecek mi bakalım?-

        “Eminim birini düzmemişsindir sen hiç. Düzdün mü?”

        Kıpırdamadı, düz baktı:

        “Düzmedim. Bizim oralarda böyle kibarca da söylemezler. Ana avrat. Benimki başka merak. Düşünürüm. Bu işi de düşündüm elbet.”

        “Tasarladın.”

        “Hayır, düşündüm. Çoğalttım. Geometrik bir mesele. Kolay. Olasılıkları az. Biraz mekanik de gerekti sonra.”

        “Ne tuhaf adamsın sen be! Hep güldürürdün bizi. Çaldıran Savaşı'nı kuramsal hesapla çözmeye kalkışman hadi neyse de... fırıldaklara bak, alalım mı, birer tane?”

        “Çözdüm, ama anlamadım.”

        “Gördün mü? Baban neci senin. Üç yıl bir okulda okuduk da sormadık birbirimize.”

        “Manav.”

        “Benimki doktor. Hekim değil. Dar'ül fünun ulûm-u tabiiye doktoruymuş. Sevmez bilim milim ama. Biraz kimya deneylerinde eğlenirmiş. Ufağından dinamit patlatmışmış bir gün, ödü patlamış öğrencilerin.”

        “Sonra?”

        “Alfred Nobel dedenizin eşşek şakası, korkmayın evlatlarım demiş.”

        “Pek beğenmedim. Sonra?”

        “Sonra sıkılırdı, çok sıkılırdı, kapkara sıkılırdı, çok içerdi, bol bol tabanca sıkardı beynine! Tatlı bir deli olmalı. İleride kimbilir, belki ben de deli olurum.”

        “Zor. Delirebilirsen iyi. Benimki elmaları dizer. Ben bakardım. Elmalar yükselir, kule olur, bıraksan göğe dek. El ustalığıyla, yordamıyla değil. Denge yasalarını biliyordu o. En büyük rakamları kafasında çarpar, böler, sonucunu sana söylerdi. Öyle bir kafa işte.”

        “Öldü mü?”

        “Belki.”

        “Ölür. Bak bu kesindir bana göre. Çözemezsin de. Onun için mi, belki dedin?”

        “Galiba. Ama her şeyi çözüyorum.”

        “Çözüyorsun da anlayamıyorsun.”

        “Doğru.”

        “Denemeli. Denemedikçe olmaz. Deneyelim. Deneyelim mi?”

        “Bilmem. Denersem anlar mıyım?”

        “Neyi anlayacaksın? Duyarsın be! Düşazdığın olmadı mı hiç? Ya da düş kurup kendi kendine? Benim üst ranzadaki Ahmet'le kapışmıştık sonunda. Sallanır durur her gece. Uyuyabilirsen uyu. Pis, pis. Tek başına pis. Utandırıcı. Ben ikilisini merak ediyorum. Güldüğüme bakma, sinirden.”

        “Denerken düşünebilir miyim? Ya da düşünürken deneyebilir miyim?”

        Mahur bir sabah başlamıyor, kurşuni, kalın örtüsünün altında kireçlenmiş kıkırdaklarını oynatmaya zorlanan şehir. Apartman yükseltilerinin deliklerinde ağaran tek tük cılız ışık. Titrek ellerim, damarlı, lekeli. Dönüp o sokağa, saplantılarına gelecekler. Ben şimdiyim, lanetli - dumanların bozkır göğüne savrulacağı bacalarda umutsuzluğu bekleyen. Düşlerin son kemirdiği, iskelet antenlerin artıklarıdır. Kokuşmuş çöp bidonlarının ardından gerinerek çıkan ak dişli, o hep aynı alaca köpek. Ölüm karası önlükleri içinde okullarına giden çocukların ardında. Çantalarında dinamit.

        İstersen, hatırın için, buruşuk bulut, esmez rüzgâr, uçmaz martı zamanları yerine yüz binlerce mavi kırlangıç masalı çizelim defterimize, yağmuru getireceklerse bardaktan boşanırcasına, susamışlığımıza. Hadi beni avut, soluğunu ağzıma daya, canlandır, gülümset.

        “Şu sokağa girelim gel! Çok heyecanlanıyorum ne dersin?”

        Duraksıyor Descartes. Bana göre tedirgin. Yüreğinin düzenli vuruşu kendiliğinden bozuldu gibi. Birkaç kez yumruğunu sıktı, avcu terli.

        “Ne o ter mi bastı? Amma büyüttün sen de şu işi ha! Hiç değilse iki adım atalım canım ne çıkar? İki adımcık. Adamı yemezler a! Hem bakalım dedikleri gibi mi, kolundan tutup çeki veriyorlar mı içeri? Paran var mı?”

        “Var. Ama üniformalıyız olmaz.”

        “Ortalıkta kimsecikler yok. Ne olacak, öyle geçiyormuşuz gibi yaparız yoldan. Bakarsın... bizim dönek Süleyman anlatır dururdu ballandıra ballandıra. Sivil gitmezsen daha iyi demez miydi? İtibar gırlaymış.”

        “Orası Bursa, burası İstanbul. Nemize gerek.”

        “Senin asker olmana gülünür, korkak!”

        “Aklım yatmıyor anladın mı, işte o kadar.”

        “Ben korkmuyorum demiyorum ki! Korkuyorum.”

        “Bilmiyorsun ondan.”

        “Sen de bilmiyorsun. Yoksa biliyor musun? Hadi hadi gizleme.”

        “Bu iş başka. Kafam rahat, yenilmeye alışkın değil. Yenilmedim hiç. Yenilmeyi sevmem.”

        “İyi ya sevme bana ne.”

        Susuluyor. Köşe başında duraklamışlar.

        “Senin bu kadar inatçı olduğunu sanmazdım. Hadi bir boy daha gidelim bari. Akşam simitleri çıkmış bile.”

        Ağzımın kenarında tango kırıntıları, Manon Lescaut'mu gömerek Güney Amerika çöllerinde yeniden, o gün alamadığım simit gırtlağımda yumruk, ayrılamıyorum arkalarından. Baylan'da durdular, -Baylan mıydı?- bana baktılar kuşkulu, cebi yırtık kirli pardösüm, gözlerime inik yağlı şapkam bir oğlancıyı ya da pezevengi simgeliyor galiba, sırtımı döndüm, kuyumcu vitrinine yansıdım.

        “Ruhiyatçı ne demişti hatırlıyor musun?”

        “Hayır.”

        “Ben de. Üstelik hep on verirdi bana.”

        “Haklıydı bence.”

        “O değil de, bilmem söylesem mi? Ata'mızın öldüğü gün, sınıfta mıydın sen?”

        “Evet.”

        “Ağlamış mıydın?”

        “Hayır.”

        “E, peki ne yapmıştın?”

        “Ağlamamıştım.”

        “Ben gülmemek için zor tutmuştum kendimi. Baş parmağıma dişlerimi geçirmiştim, kan oturtmuştum. Bak ilk defa sana söylüyorum. Sana ısındım birdenbire. Arkadaş olduk. Farkına varsalardı kemiklerimi kırardı çocuklar. Sence neden gülünür?”

        “Ben gülmeyi pek bilmem.”

        “Ondan ağlamadın öyleyse.”

        “Herhalde.”

        “Kolayını bulmuşsun, düşünmek için düşünüyorsun sen arkadaş. Kızmadın ya? Bunun da yasası vardır herhalde. Sen düşünedur. Ruhiyatçı koca gövdesiyle 'Atamız öldü. O, artık kalbimizde yaşayacak', deyip devrilmişti kürsüye. Komut verilmişçesine bütün sınıf sıralara kapanıp ağlaşmaya başlayınca... Demek bir sen, bir de ben... Ama hâlâ çok utanıyorum, üzülüyorum.”

        “Üzülme. Düşün. Varlığını kanıtla kendine.”

        “Öf be! Düşünüyorum, öyleyse yokum tamam mı! Amma içim sıkılıyor. Şu sokağa bir girebilseydik.”

        Birden sinirlendim, bıktırdılar beni, kırk yıl sonrasına gö­türüp yalnız bıraktılar. Yağız bir inzibat çavuşu diktim karşılarına. O sokağa adım atılmamıştı, açıklamalarıma yalvarmalarıma -Descartes susuyor- kulak asılmadı. Ünlü Beyoğlu İnzibat Karakol Komutanı'nın karşısına çıkmamız gerek. Kaldırıma serilmiş ruhuma basıp geçin, Blue-Jeans'li kalçalarınızı sallayın siz daha.

        Yüzbaşı Hasan Gürler kamçısını şaklattı işte. Palandöken bıyıklarını burdu. Parlak üç yıldız dizili apoletlerini yan gözle okşadı. Yanağındaki tiki hızlandırdı, öfke talimine çıngırdak mahmuzlu rugan çizmeler geçirilmiş ayaklarını ak mermere vurdurarak başladı. “Getirin şu hergeleleri!”

        Sağ elleri pantolon yan dikişine yapışık, sol ellerinde şapkaları öğretildiğince. Benim dizlerim sarsılıyor yalnızca.

        “Anlat bir daha çavuş, nedir bunların suçları.”

        “Efendim bunları o sokakta yakaladım. Palaskaları da yok.”

        “Adı ne o sokağın?”

        “Abanoz.”

        “Peki sence işleri neydi o sokakta?”

        “Bence... Dürdane'nin evinden çıktılar. Mutlaka. Güya yabancıymışlar İstanbul'a.”

        “Ulan kim bilmez Abanoz'u bu memlekette! Demek mutlaka. Doğru mu? Konuş, sen konuş hayvan oğlu hayvan! Bacakların zangırdıyor, neden? Suçlusun ondan. Bak arkadaşına titriyor mu hiç. Asker adam korkmaz, titremez, yalan söylemez, erkekçe 'evet yüzbaşım yaptık bir hata, suçumuz neyse ver cezasını' der.” Yanaklarındaki seyrimenin yumuşama belirtisini sezdi. Sesi algılanamayacak tizliğe yükseldi. “Ata'mızın, en büyük Harbiyeli'nin eserini emanet ettiği gençliğe bak! Ne çabuk zekerinizin derdine düştünüz ulan! Sen söyle kabak suratlı, sen kandırdın şu Kemahlıyı değil mi? Kemahlı mısın oğlum? Kapkara kaşlım, yiğidim, ne bok yemeye düştün bunun peşine ha! Bak ben sevdim senin dimdik duruşunu, bakışını. Dosdoğru amirinin gözünün elifine bakacaksın, öyle değil mi? Her hâl-ü kârda. Çavuş iyi bak, bak bu Kemahlı ölmesini bilir, bu zıngıldak kaçarken topuğundan vurulur. Yahu savaş kapımızda. Hitler denen pis bıyık eli kulağında sokacak başımızı derde. Niye sizi erken mezun ettiler, Harbiyeli ettiler düşünmediniz mi? Yarın gene Edirne'de, Çanakkale'de, Kars'ta, Kafkas'ta vuruşulacak belki de. Dedelerimiz, babalarımız gibi Mehmetçiklerin başına geçip kıran kırana. Şunlarla mı? Yeter be! At nezarethaneye şu soysuzları. Bildireceğim okullarınıza da. Harbiyeli'ye vurulmaz artık, yoksa dağıtırdım suratlarınızı. Kemahlı sen dur!”

        Laleli son tramvayında hıçkırığı tutmuş bir karaltı, “Gecenin matemi”ni dolamış peltek diline. Üşüyorum, altı saat önce demir parmaklıkların gerisine bıraktım coşkumu, sıcaklığımı.

        “Kemahlı. Arkadaşım. Susma konuş. Ben sandım ki seni bırakacak. Niye attırdı içeri ikimizi de?”

        “Çavuş yalan söylüyor dedim, Kemahlı değilim dedim. Doğru söylediğimi anladı.”

        Gözümde domuran tuzlu suyu gördü. Kuru elleriyle sildi.

        “Aldırma. Yüzbaşı gene de haklı...”

        “Hangi konuda.”

        “Pis bıyık konusunda.”

        Hep böyle kal aklımda Descartes ne olur, hoşçakal, ama istersen biraz da ağla.

* Düşler Öyküler, Sayı; 2, Temmuz 1996